Ebu Hanife, Ona Muasır Dâhiler ve Fikir Hürriyeti
Büyük alimler arasında, saygı ve terbiye gibi hususlar, fikir hürriyetine gölge düşürmüş müdür? Yaş açısından daha küçük olanların meclislerde söz söylemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir durum şimdi söz konusu olabilir mi?
Tarihin belirli zamanlarında toplumdaki terbiye ve kültürde, İslam'ın ruhuna aykırı olarak bazı kimselerce ve bazı idarelerce baskı ve zorlamaya başvurulmuş ama hep öyle olmamıştır. Aslında saygılı olmak başka, büyüklüğü kabullenip istidatların önünü kesmemek daha başka bir meseledir. Bu konuda Asr-ı Saadet'te meydana gelen bir hadiseyi nakletmek istiyorum: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), etrafındaki yaşlı sahabilere, hurmayı bir misalle sormuş, pek çok sahabi değişik ağaçlar etrafında dolaşırken, yaşı oradakilere nisbeten daha küçük olan Abdullah b. Ömer cevabı bilmesine rağmen söylememiş. Öyle anlaşılıyor ki İbn Ömer o dönemde böyle davranılması gerektiğini düşünüyordu. Ama daha sonra babası ona, yapması gerekli olan hususu söyleyince, zannederim o da değişmişti.
Hicrî 2. asır, Ebu Hanife, Süfyân b. Uyeyne, Süfyân es-Sevrî ve el-Evzâî gibi dev imamların yaşadığı çok velûd bir dönemdir. Bu imamlar birbirleriyle muasır olup belki sadece aralarında üç-beş yaş fark vardı. Bu dönemin en mühim özelliklerinden biri, fikirlerin çok serbestçe tartışılıyor olmasıydı. Hususiyle Kûfe'de her şey münâzaranın âdâbına göre tartışılıp konuşuluyor, müzâkere ediliyor ve bir neticeye bağlanıyordu. Herhalde şimdilerde olduğu gibi saygısızca ve kavga edercesine değildi! Kavga edilmiyor, tartışmalara girilmiyor ve her şey bir edep çerçevesinde cereyan ediyordu. Yapılan bütün müzâkereler insana karşı saygılı davranma ve hoşgörülü olma çerçevesinde gerçekleşiyordu. Hususiyle Irak'ın kendine has bir özelliği vardı. Zira burası Havâric, Nevâsib düşüncelerinin ve Neoplatonizm gibi değişik fikir cereyanlarının çok erken girdiği bir yer olması itibarıyla değişik cereyanlara çokça sahne oluyordu.
'Bin sene yaşayan adam'
Ebu Hanife, değişik zamanlarda yanına gelen kırk binlere ulaşan talebeleriyle hemen hemen her şeyi müzâkere ederek, konuları zeminine oturtuyor ve böylece bütün vicdanlar da rahatlıyordu. Bundan dolayıdır ki o dönemde, bir yandan hadis, usûl-ü hadis, nakd-i ricâl, nakd-i metin gibi ilimler inkişaf ederken, diğer yandan ilk tefsir ve fıkıh eserleri te'lif ediliyordu. Bu bir manada hicrî 4. asrın sonu itibarıyla Asya'da bir rönesans gerçekleşmesi demekti. Düşünce ve bilim tarihi açısından bakıldığında, çok erken denebilecek bir zamanda, büyük hukukçuların yanında İbn Sina gibi dâhilerin ve fünûn-u müsbetede Zehrâvî gibi devâsâ insanların yetiştiği görülmektedir. Öyle ki Zehrâvî'nin kullandığı aletleri Batı tam bin seneye yakın üniversitelerinde kullanıyordu. Bu itibarla böyle dâhilere 'Bin sene yaşayan adam' demekte bir beis yoktur. İyi bir değerlendirilmeye tâbi tutulduğunda ifade edilen gerçeklerin hafif şeyler olmadığı görülecektir. Bütün bunlar o dönemde düşünce hürriyetinin, düşünceyi ifade etme hürriyetinin ve araştırma hürriyetinin çok rahat kullanılmasından kaynaklanıyordu.
İmam Muhammed ve İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife'ye karşı çok saygılı ve terbiyeli idiler. Ona, 'Hocamız' diyorlardı ama aynı meselede onunla farklı düşünceleri de olabiliyor ve bunu da ifade edebiliyorlardı. Kitaplarda buna misal teşkil edecek, onların pek çok farklı düşünce, mülahaza ve mütalaaları vardır. Bunlar sadece kuru bir saygıdan dolayı 'Hocam' deyip de Kitap ve Sünnet'te öyle görmedikleri hakkı ketmetmiyorlardı. Çünkü onlar, hakikat karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu çok iyi biliyorlardı.
İmam Azam neden büyüktür?
Evet, Ebû Hanife de Süfyan b. Uyeyne ve Süfyân es-Sevrî gibi dâhilerdendir. Aslına bakılırsa fıkıh Ebu Hanife'nin asıl alanı değildir. O, kelâm ulemâsındandır. Yani fıkıh, Ebû Hanife'ye göre ikinci bir meseledir. Zira o akidecidir. (Allâme Muhammed Hamdi Yazır da aslında fakihtir ama tefsir yazmıştır.) Ebû Hanife de, şartların gereği daha çok akîde ve kelâm ile iştigâl etmiş olmasına rağmen, hem kendisi fıkıhta daha meşhur olmuş, hem de talebeleri büyük ölçüde fıkıh sahasında yetişmişlerdir. Zira yetiştiği dönemde fırak-ı dâlle ve bâtıl cereyânlar öyle çoğalmıştı ki, Dehriyyûn, Basra ve Kûfe'de kürsüler kurmuştu. Hatta bu meselede o derece ileri gitmişlerdi ki, inkâr-ı ulûhiyet meselesi bile konuşuluyordu. Neoplatonizm, Monizm ve daha başkalarının fikir planında temelleri de aslında o dönemde atılmıştır. Evet, daha sonraki filozoflarla sistemleştirilmeye tabi tutulmuş, yeniden bir kere daha seslendirilmiş ve yorumlanmış olsalar da, bunların tohumları ta o dönemde atılmıştı. Onun için, biri Ehl-i sünnet ve'l-cemaat diğerleri (yetmiş ikisi) de fırak-ı dâlle olmak üzere yetmiş üç fırkanın varlığından bahsedilmektedir. Ebu Hanife işte böyle bir ortamda neşet etmiş ve bu fırkalarla yaka paça ola ola hayatını sürdürmüştü. Ne var ki, Hazretin öyle bir istidâdı vardı ki her sahada söz söyleyebiliyordu. ('Fıkh-ı Ekber' adında akâide dair bir kitap ona aittir ve daha sonraları Alî el-Kârî gibi bir allâme de bu esere bir şerh yazmıştır.) Evet, Ebû Hanife önceleri akaid ve kelamla meşguldü. Ancak o daha sonraları tamamen fıkha yöneliyordu.
İmam Azam, talebelerine Kur'an ve Sünnet ölçüsünde, Sünneti kritik etmeye yardımcı olabilecek bir kısım düsturlar vaz' ediyor ve fıkıhta kırk bin insanı başına toplayabiliyordu. Onun yetiştirdiği talebeler içinde Ebu Yusuf gibi Abbâsilere uzun zaman şeyhülislâmlık yapan büyük zâtlar da vardı. İmam Azam'ın yetiştirdiği bu büyük insan, tebe-i tâbiîn döneminde şeyhülislam olmuştu ki onun bu vazifeyi yaptığı coğrafyada İmam Mâlik'ler, İmam Muhammed'ler ve İmam Şâfiî'ler de bulunuyordu. İmam Ebu Yusuf, o dönemde İslam'ın tek olmasa da en büyük, adeta Herkül burcuna, Amuderyâ'ya ve Çin Seddi'ne kadar uzanan ve Türkiye kadar otuz büyüklükteki koskocaman Abbasi devletine şeyhülislâmlık yapıyordu.
İmam Azam'ın talebeleri
Yine o büyük imamın yetiştirdiği müstesnâ talebelerinden biri de İmam Muhammed'di. Onun yazdığı eserleri üst üste koysak başımızı aşar. Sadru'ş-şehid, İmam Muhammed'in yazdığı el-Câmiü'l-Kebîr'ini, uzun olması münasebetiyle okunamama endişesinden dolayı hülâsa etmişti. Meseleleri hülâsa etme ve anlamada zorlanmaya sebep olduğundan, daha sonra İmam Serahsî ise bu kitaba 'el-Mebsût' adında bir şerh yazmıştı. Ama bütün bunlara rağmen bu eserlerin menşei yine de bir yönüyle İmam Muhammed'e dayanıyordu. O, öyle zeki bir insandı ki, (bir söz esprisi içinde) kendisinin hocasından duyduğu hiçbir şeyi unutmadığını bildirir ki, doğrudur. Ayrıca, onun iyi bir gözlemci ve mütecessis olmasıyla alakalı şöyle bir vak'a anlatılır:
Derse geldiğinde denemek için İmam Ebu Yusuf'un oturduğu minderin altına birkaç santimlik bir tahta, İmam Muhammed'in seccadesinin altına da bir kâğıt katlayıp koyarlar. İmam Muhammed öyle mütecessis bir insandır ki, İmam Ebû Yusuf dersini yapıp, tahtanın farkına varmadan kalkıp gitmesine karşılık İmam Muhammed, oturur oturmaz hemen bir farklılığın olduğunu anlar ve 'Allah Allah! Bu tavan mı iki kağıt kalınlığı aşağıya inmiş, yoksa yer mi yukarıya çıkmış!' der.
Bunlardan başka İmam Şâfiî'ye hocalık yapan, hadiste allâme ve zâhid insan İmam Vekî' de Ebû Hanife'nin talebelerindendir. İmam Şâfiî'nin, 'Eşi menendi yoktur' dediği, hadiste allâme-i cihân olan zâhid ve zâbit Horasanlı Türk âlimi Abdullah b. Mübârek de İmam Azam'ın meşhur talebelerindendir. Bu ölçüde, sadece İmam Tehânüvî'nin tespit ettiği üç yüz kadar büyük insan vardır.
'Onlar da insan biz de insan!..'
İmam Ebu Hanife, kelamla ve başka ilimlerle meşgul olmasının yanı sıra aynı zamanda bir de hayatını idame ettirmek için manifaturacılık yapmakta ve bu şekilde kendi dükkanında rızkını helal yolla kazanmaya çalışmaktadır. Merhum Seyyid Kutup 'İslam'da Sosyal Adalet' adlı kitabında imamın ticaretteki hassasiyetine temas sadedinde şöyle bir olay nakleder: Bir ara imam, kendisi dükkanda yokken çıraklar bir malı, gerçek değerinin üstünde satarlar. İmam durumu öğrenince, malı satın alan adamı bulur ve ona 'O malın fiyatı o değildir.' der. Adam bu alışverişten razı olduğunu belirtmesine rağmen, 'Sen razısın ama ben razı değilim.' der ve malı gerçek değerine göre verir ve o alandaki hususiyetini de ortaya koyar.
İşte o dönemler, tıpkı bir barut gibi kibriti uzaktan görünce, hemen meşaleye dönüşecek insanların çok olduğu bir dönemdi. İnsanlar Allah'ın inayetiyle birden parıldıyor ve ışık kaynağı haline geliyorlardı. Mesela Süfyân b. Uyeyne on beş yaşında içtihad edebilecek seviyeye gelebiliyordu. Tabiî bunun gerçek değeri, içtihadın ne kadar ağır bir iş olduğunu bilmekle ancak tam anlaşılabilir.
İmam Şâfiî, 54-55 yaşlarında vefat etmişti. Onu kritik edip hayatını ve bibliyografyasını yazanlar, onun, kendi çağında fıkhı iyi bilenlerden birisi olduğu gibi, aynı zamanda hadisi de en iyi bilenlerden birisi olduğunu, bunun yanında çok iyi bir tabip ve en iyi şâirlerden biri olduğunu söylerler. Bazen şiirlerini kendi de söyler. Hatta müstakil bir divanı da vardır. O, 'Eğer şiir ulemâya layık olsaydı ben Lebid'den daha iyi bir şâir olurdum. Fakat o derece meşgul olmadım.' derdi. İmam Şâfiî'nin çok ciddi rahatsızlıkları da vardı; ama bu rahatsızlıklar onun pek çok alanda bir uzman olmasına mani olmamıştı/olamamıştı.
Demek Cenab-ı Hak bir din gönderiyor, o dini temsil adına bir sürü de istidatlı insan yaratıyor, ta ki, o dine sahip çıkıp onu çok iyi yorumlasınlar ve böylece herhangi bir yanlışlığa meydan verilmesin. Şimdi kalkmış bir kısım cahil kimseler diyorlar ki, 'Onlar da insan biz de insan!..'
- tarihinde hazırlandı.