Bir Başka Açıdan Edep

İslamiyet'te edebin ehemmiyeti nedir? Ashab-ı Kiram bunu nasıl anlıyordu?

Edep, İslamiyet'te önemli bir esas, tasavvuf mesleğinde de hassasiyetle ele alınan bir husustur. Pratikte, şimdiye kadar onu daha ziyade erbab-ı tasavvuf ele almış ve o sahadaki büyük mürşid, mübelliğ, mürebbi ve muallimler ısrarla üzerinde durmuşlardır. Kur'an ruhunun özü ve esası, Sünnet-i Sahiha'nın da ısrarla üzerinde durduğu edep sayesinde, yüzlerce binlerce Şâh-ı Geylanî, Şazelî, Nakşîbendî, İmam Gazali, Ebu Hanife ve İmam Şafii gibi edep abideleri ve üstadları yetişmiştir. Bu yıldızları çoğaltmak mümkündür. Hele Allah Rasulü'nün terbiye atmosferinde, gökteki yıldızlara denk yerde de pek çok edep insanı yetişmiştir.

Edebi, bizde sadece farz ve vacibin dışında teferruata ait oturup kalkmada, âdâb-ı muâşerette, insanlarla muamelelerimizde, çocukların tavır ve davranışlarıyla alakalı dar alanlı ele alanlar olmuştur. Ama, bu, edebi daraltma ve dar bir çerçeve içinde ele alma demektir. Haddizatında edep, Efendimiz'in hayatının gayesi ve bütün hayatıyla bize talim buyurduğu hakikatlerin umumudur. Bir ehl-i tahkikin de dediği gibi: 'Edep, Allah Rasulü'nün vaz'ettiği hudutlara riayet etmek demektir.'

Allah Rasulü'ne uymak edeptir

 

Evet edep, din sahibinin, Allah'tan aldığı şeyleri bize tebliğde tespit buyurdukları hudutlardır. Binaenaleyh, Allah Rasulü'nün hayat-ı seniyyesinde gaye edindiği şeylerin hudut ve sınırlarına riayet etmek bütünüyle bir edeptir. Mesela, farzlara dikkat etmek, Allah'a karşı edepli ve saygılı olmanın bir ifadesidir. Yine vaciplere titizlikle riayet etmek, Allah'a ve Rasulullah'a karşı saygının göstergesidir. Efendimiz'in hayat-ı seniyyesiyle bir yol olarak ortaya koyduğu ve 'Sünnet' dediği, -sünnet Arapça'da tutulup gidilen yol anlamına gelmektedir- ve bizim de onu en nurlu bir yol olarak benimsediğimiz o yolun prensip ve âdâbına riayet etmek, edeptir. Bütün bunlara riayet eden edeple serfiraz sayılır. Riayet etmeyen de O'nun nurundan, feyzinden ve bereketinden mahrum kalır; kalır ve karanlıklara sukût eder.

Allah Rasulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuşurken, sözünün muhtevasının derin ve coşturucu olması, o coşturucu mana ve muhtevaya çok güzel kalıplar bulması, zarfı mazrufa muvafık kullanması, kendisine mahsus ayrı bir beyan edebidir. Arabın en edib ve beliğleri dahi O'nu dinlerken hayranlık duyarlardı. Ebû Süfyan'ın hanımı Hind, Efendimiz'in tebliğ buyurduğu Kur'an ve onun sözlerindeki câzibedarlık ve çarpıcılık karşısında pervaneler gibi herkesin, o söz sultanına koşuşunu hayretle seyretmiş ve şöyle demişti: Hiçbir şey bilmeyen ve öğrenmeyen ümmî bir insan, etrafını sözleri ve hareketleriyle büyülüyor ve insanlar, kelebeklerin ateşe koştukları gibi O'na koşuyorlar.

Evet, bunu anlayamıyorlardı. Zira Efendimiz'in mübarek beyanına akseden her şey, feyz-i akdesten gelen esintilerdi. Bu esintiler, O'nun ruhuna çarpıyor ve beyanında nurdan kelimeler haline geliyordu. Aynı zamanda O'nda çok engin bir muhteva zenginliği de vardı. Bir gün Allah Rasulü, bu muhteva zenginliğini en tatlı, en çarpıcı ve en ölçülü kelimelerle ifade ederken, sözden çok iyi anlayan Hz. Ebu Bekir, hayran hayran Efendimiz'in yüzüne bakmış ve 'Seni bu seviyede terbiyeye kim ulaştırdı? Seni böylesine kim olgunlaştırdı?' mefhum ve manasına gelen 'Men eddebeke ya Rasûlallah?' demişti. Bu soru karşısında Allah Rasulü fahirlenmemiş, konuyu sağa sola çekmemiş, o sadıklardan sadık sıddık dostu Hz. Ebu Bekir'e şöyle cevap vermişti: 'Eddebenî Rabbî fe ahsene te'dîbî - Beni Rabbim edeplendirdi; hem en güzel şekilde edeplendirdi.' Efendimiz bu sözleriyle, hem kendisine ait güzellikleri inkar edip nankörlüğe düşmüyor -nankörlük O'ndan sera-süreyya farkıyla uzaktır- hem de o mazhariyetiyle fahirlenmiyor ve onu Allah'a havale ediyordu. Bu, üzerinde durduğumuz konunun bir yanını teşkil etmektedir.

Diğer yanına gelince; her mümin, Efendimiz'in edebinden, O'nun talim buyurduğu edep anlayışından, tabiri caizse edep felsefesinden istifade etmekle mükelleftir. Burada dikkatlerinizi ayrı bir noktaya istirham edeceğim: O Zât, sadece kulluğu talim etmek için değil, tepeden tırnağa (eskilerin ifadesiyle mine'l-bâb ile'l-mihrâb) bütün bir hayatı talim etmek üzere gelmiştir. İşte Allah Rasulü'nün talim etmiş olduğu bu esasları hayata tatbik etmek de bir manada edeptir. Mesela Efendimiz'in insanlara Allah'ı anlatmasını göz önünde bulunduralım. Bu, çok dakik bir mevzudur ve pek çok düşünür ve filozof, onca kabiliyetlerine rağmen Zât-ı Ulûhiyet, sıfat ve esmâ hakkında tenasübe riayet edememiş, bir taraftan O'nu güçlü gösterirken, diğer taraftan da O'na acz isnat edebilmişlerdir. Kadim Yunan ve Roma filozoflarından çağdaş düşünürlerin Zât-ı Uluhiyet hakkındaki beyanlarına bakıldığında çok ciddi muvazenesizliklere şâhit olunmaktadır. Efendimiz'e gelince O, bir dağın zirvesinde Allah'tan ders alan bir ümmidir; muallimi, Ezel ve Ebed Sultanı Allah olan bir ümmi. Allah Rasulü, O'nun o mübarek isimlerinden bir tanesini, suyu ağza alıp dudağa götürmek keyfiyetinden alın da, insanın ahsen-i takvime mazhar olmasına bâdi olan mübarek isim ve sıfatlarına kadar her şeyi anlatmasında ve sonra da, 'Seni hakkıyla bilemedik ey her şeyden önce bilinen Zât! Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey herkesten kulluğa müstahak olan Zât! Sana hakkıyla şükredemedik ey herkesten daha ziyade şükre layık olan Zât!' derken, esmasından sıfatlarına, sıfatlarından Zât-ı Uluhiyetine kadar öyle bir Zât-ı Ulûhiyet telakkisi ortaya koyar ki, bu telkin ve terbiyenin arkasındaki farkın; Cenab-ı Hak olduğu hemen anlaşılır. Nitekim Allah, O'nu böyle terbiye etmeseydi, O, Zât-ı Uluhiyet hakkında bir tek kelime bile söyleyemezdi.

Efendimiz'in Zât-ı Ulûhiyet anlayışı

Evet, Allah Rasulü, bize sağlam, arızasız ve kusursuz bir Zât-ı Ulûhiyet telakkisi kazandırmıştır. İslam'da pek çok mezhep ortaya çıkmış ve bu mezheplerin arkasında, ne İbn Sina'lar, ne Farabi'ler, ne İbn Miskeveyh'ler, ne İbn Rüşd'ler gibi ilim adamları, düşünürler yetişmiştir ama bu devâsâ insanlardan hiç biri, hatta onların üstadları böylesine arızasız ve kusursuz bir uluhiyet telakkisi ortaya koyamamışlardır. Farabî, ayrı bir noktada kayıp gitmiştir ki, onu İmam Gazali gibi bir Hüccetü'l-İslam, en küçük bir mümin mertebesinde dahi görmez. Çünkü o, Allah ve Rasulü hakkında yanlış telakki ve sapık düşüncelerden kurtulamamıştır. O, Medînetü'l-Fâdıla'sında Allah Rasulü'ne gelen vahyi, hayalinde kurduğu ve sonra a'yana aksettirip a'yanda temessül ettirdiği, sonra dinlediği, yani kendi konuştuğu ve kendi dinlediği şeklinde izah etmektedir ki, bir Müslüman olarak bunu kabul etmek mümkün değildir.

Efendimiz'in Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki anlayışı, tarz-ı telakkisine gelince o, çok derindir. Zaten O, bize bunu talim etmek için gelmiştir. İnsan, ışık hızıyla trilyon seneler ötelerdeki mekanları, bir insanın kalbinin atışlarıyla beraber idare eden Allah'ı tasavvur edemez. Cenab-ı Hak öyle bir Zâttır ki, Allah Rasulü, O'nun sadece emirlerinin infaz mevkii olan Arş hakkında mübarek düşüncelerini beyan ederken, 'Bütün kevn ü mekanlar O'nun Arşına nisbeten çöle atılmış bir halka gibi kalır.' der. Bu, ulûhiyet hakikati, keyfiyet ve kemmiyet ötesi bir büyüklük ifade eder demektir. Yani meseleyi, bizim keyfî ve kemmî ölçülerimiz içinde ele almamak gerekir. Çünkü mevzu, kemmiyetsiz ve keyfiyetsiz bir büyüklük ifade etmektedir. Allah budur ve biz onu katiyen tasavvur edemeyiz.

O, her konuda rehberdir

Allah Rasulü, muamelatta da biricik rehberdir. O bize alış-verişi de talim etmiştir. Günümüzün insanını ticaret ve iktisatta kıskıvrak sıkıştıran, perişan ve derbeder eden problemlere karşı çıkış yollarını gösteren ve ilk talebelerinin şahsında bütün çağlara bir şeyler söyleyen dün kadar bugünün de müşküllerini halleden bir Üstad-ı Kül'dür. Bunların yanında ve belki her şeyin önünde Allah'a karşı nasıl kulluk yapılması gerektiğini de yine O talim etmiştir. Esasen bu da bir edeptir. Her mümin, O'nun talim buyurduğu daire içinde şöyle bir duygu ve düşünce içinde olmalıdır: Ya Rasulallah! Ben, ancak Sen'in talim buyurduğun şekilde Allah'a kulluk yapabilirim. Sen tarif etmeseydin benim ne yapacağım belli değildi. Çünkü Sen'in irşad nurundan istifade edemeyen, Sen'den evvelki pek çok akıllı kimseler geldi-geçti ama hiçbiri sadre şifa verici bir uluhiyyet ve kulluk anlayışı koyamadılar; ne ilim adamları, ne filozoflar, ne saf kalbli büyük hanif Hz. Ömer'in amcası Zeyd gibi kimseler. O, henüz cahiliyenin hükümferma olduğu bir dönemde yeğeni Seyyidina Hz. Ömer dahil kendi evlatlarına ve yakınlarına son sözlerini söylerken şu manaya gelen irşadda bulunuyordu: 'Ufukta bir nur görüyorum. Onun zuhurunun çok yakın olduğunu sanıyorum. Bu nur, bütün kâinatı aydınlatacak ve hepiniz bu aydınlığı göreceksiniz.' Daha sonra Zeyd, derin bir inkisar içinde gözlerini sonsuzluğa çevirir ve şöyle der: Yıldızların seyrinde, zeminin şu tavrında kendisini sezip duyduğum ama adını bilemediğim, her şeyi yarattığına inandığım ama 'Sen şusun' diyemediğim Rabbim! Seni bilseydim ve arzuna muttali olsaydım, Sana o yolda sonuna kadar kullukta bulunacaktım.

Evet, biz kulluğu da Aleyhissalâtü vesselam'dan öğrendik. Namazda metafizik gerilime geçmeyi O'nun arkasında bulunmakla elde ettik. Elde edemeyeceği şeyleri ancak dualarıyla elde eden insan, dua sayesinde öylesine gerilir ve öylesine Allah'tan ister ki, her matlub ona musahhar olur. İşte bütün bunları bize öğreten Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselam)'dır. Bunun gibi Allah Rasulü'nün, yatarken sağ elini başının altına koyup yatmasına kadar hayatın her ünitesiyle alakalı düsturları bizim için birer örnektir. O, bize bütün bir hayatı soluklamış ve bu soluklar, nefes nefes O'ndan gelip bizim ruhumuzu sarmış ve inananların sinelerinde makes bulmuştur. Rabbim, O'nun hayatı ve soluklarıyla canlanma ve dirilmeye bizleri muvaffak kılsın.

İşte bu geniş dairede, Efendimiz'in talim buyurduğu her şey edeptir. Buna riayet etmemek ise Allah'a, Rasulüllah'a, sonra da Kur'an'a karşı saygısızlık demektir. Mümin, bütün bunlara riayet etmeli ve edep içinde yaşamalıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi günümüzde edep; farzı, vacibi ve Efendimiz'in umumi talimini bir tarafa bırakarak, daha ziyade küçük şeylerdeki; mesela, bıyık kesmenin, saçları taramanın, urba giymenin ve yürümenin edebi gibi meselelere münhasır görülmüş ve bir manada her şey daraltılarak dinin ruhuna kastedilmiştir.

Son söz olarak, edebin olması gerekli olan tarifini yapıp mevzuu noktalayalım: Edep, O Edep İnsanı'nın temsil buyurduğu Din-i Mübin'in emirleriyle temessül edip karşımıza çıkan şeylerin bütünüdür.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.