Biz Kendimizi Değiştirmediğimiz Müddetçe Allah da Bizi Değiştirmeyecektir
Allah'ın üzerimize sağanak sağanak yağdırdığı rahmetini 'tahdis-i nimet' olarak sık sık zikrediyoruz.. zikretmeliyiz de. Nasıl zikretmeyelim ki, bizler bir damla yağmura hasret kaldığımız günlerin, maneviyat adına kurumuş, çatlamış çorak yerlerin ve bir çorak dönemin insanlarıyız. O günlerden Rabbim, bizlere inayet ve lütufda bulunup bu günlere eriştirdi. Ne var ki, Allah'ın inayet kerem ve lütfunun bizi kuşatması ayrı bir mes'ele, bunların temâdisi de ayrı bir mes'eledir.
Kanaat-i âcizânemce bu nimetlerin devam ve temâdisi adına yapacağımız ilk iş, mevcut halin geriye tek adım bile atılmaksızın, istikamet üzere korunmasıdır. Bir misal verecek olursak; radyoda kanal ayarlaması yaparken evvela aradığımız kanalı bulur, sonra da bulduğumuz kanalda sabit kalıp artık diğer kanallar üzerinde ibreyi gezdirmeyiz. Belki, kanal üzerinde ibreyi hafif sağa-sola oynatıp en net dalgayı yakalamaya çalışırız. Aynen bunun gibi, sebepler plânında bu nimetlerin bize gelmesine vesile olan ızdırap, dua, aksiyon gibi özellikleri, onları muhafazanın yanında daha da ileri götürmeliyiz ki, üzerimizdeki lütuf ve ihsanların devamı adına ilk adımı atmış olalım.
Bir diğer nokta da, yaptığımız işlerde en halisaneyi, en müttakiyaneyi, en zahidaneyi, en veliyyaneyi bulmaya çalışmalıyız. Hem de bir ömür boyu bunun arkasında olma kaydıyla. Aksi takdirde, aksiyon ruhunun dumûra uğradığı an, 'Hücümat-ı Sitte'deki gailelerin hemen çepeçevre bizi kuşatacağı kaçınılmaz olur. İşte o zaman birbiriyle çok irtibatlı ve biri diğeri hesabına işleyen fâsit dairelere götürücü olan bu gailelerden birinin ağına düşüp helâk olabiliriz. Zira bu öldürücü virüsler arasında öyle enteresan bir haber ağı vardır ki, biri bünyeye girip vücudun mukavemetini kırınca, hemen diğer virüslere 'sen de gel' sinyali gönderir. Böylece bu virüsler birbirlerine telgraf çeker gibi manevî bir irtibat kurmak ve bir fâsit daire teşekkül ettirmek suretiyle içine girdikleri bünyeyi yıkmaya başlarlar. Biraz daha açacak olursak; ferdin bünyesine giren korku virüsü, tenperverlik virüsünü çağırabilir. Vücudun mukavemeti biraz daha kırılınca, sinyali alan şöhret bir hamlede içeri dalabilir... En sonunda vücud bir daha da iflah olmaz bir hale gelir ki, Allah'tan inayet ola..! Evet, şayet hususî bir lütuf, inayet olmazsa bu kerteden sonra onun için ayağa kalkmak mümkün olmayacaktır.
O halde bir yandan Rabbimizin lütuflarına mazhariyetimizi muhafaza ederken, diğer yandan da 'daha yok mu?' dercesine, daha yüksek mertebelere tırmanma gayreti içinde olmalıyız ki, bu gaileler başımıza gelmesin.
Evet, her lütuf kendi cinsinden şükür ister. Şayet Rabbimiz bize imâna uyanmayı ve aynı zamanda başkalarını da uyandırma şuurunu lütfetmişse, hatta bizi, hayatımızın gayesi bu olduğuna sık sık ihtarlarda bulunmuşsa, bu nimet de yine aynı cinsten bir şükür ister. İşte bu şükür ve şükrün devamıdır ki, lütfun devamına sebep olacaktır. Allah (cc) 'Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Ama nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir'(İbrahim, 14/7) buyuruyor. Dikkat edecek olursanız burada 'nankörlük ederseniz, nankörlüğünüzü artırırım' demiyor. 'Nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir' buyurmak suretiyle, bir taraftan bizi müstakim bir çizgiye çağırıyor, diğer taraftan azaptan korunma ve lütfa mazhar olmanın yoluna işaret ediyor. İşte biz de, böyle bir imâna uyanma nimetine karşı, başkalarının imâna uyanmasına sebep olma şükrüyle mukabelede bulunuyor ve yeni yeni nimetlere mazhariyet bekliyoruz. İnşâallah bu sayede yakînimiz daha da ziyadeleşiyor ve Rabbimizi daha da yakından hissediyoruz... Üstadımız 'Kendilerine verdiğimiz şeylerde infak ederler'(Bakara, 2/3) âyetinin tefsirini yaparken, umumîliğe gidiyor ve şu açıklamayı yapıyor; 'Malın zekâtı olduğu gibi bedenin, zekânın, hafızanın, muhakemenin, hatta nutkun da kendine göre zekâtı vardır.' Her şeye hakkını vermek gerekir. O halde bize gelen bu lütufların temâdisi için aynı cinsten şükürle mukabelede bulunmamız şarttır ve elzemdir.
Bu hususta takip edilmesi gereken bir başka metot da; birbirimize karşı açık kapı siyaseti izlemek suretiyle iç kontrolü temin etmektir. Tıpkı Sahabe-i kiram gibi. Az Asr-ı Saâdet'e gidecek olursak, orada Ashab-ı kiram efendilerimizin birbirlerine karşı söyledikleri dobra dobra pek çok mertçe sözlere şahid oluruz. Bu sözleri bir numune olarak nazar-ı itibara alınca, biz de bunu kametimize göre kendi içimizde tatbik edebiliriz. Yani, 'Arkadaş! Eğer bir mes'elede düştüğümü görürsen, elimden tutup kaldır.' 'Neydi yahu o halin?' diyerek beni ikaz et. 'Bu hususta temerrüd etmeyeceğim' diye karşı tarafa bir hak ve selahiyet tanıyarak, eğrildiğimizde belimizi doğrultacak bir arkadaş seçebiliriz. Yalnız burada önemli olan husus, Üstad'ın, 'perdeyi yırtmamak' tabiriyle dile getirdiği ölçünün iyi ayarlanmasıdır. Evet bence 'Allah'ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle baş başa bırakma' diye dua dua yalvaran şahsın bu kapıyı arkadaşlarına açması ve yapılan ikazları 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' olarak kabul etmesi gerekir. Selahaddin-i Eyyûbî veya Nureddin-i Zengî bir şahsın, Yavuz Zenbilli'nin, Kanunî Ebussuud Efendi'nin ikazları karşısında dize gelmiş ve 'Allah senden razı olsun, yoksa başımı almış gidiyordum' demişlerdir. O halde biz kim oluyoruz da, böyle ikazlara karşı kapımızı kapatıyor, hatalarımızı gösteren insanlara karşı tavır alıyoruz?
Hâsılı; biz kendimizi değiştirmedikçe Rabbimiz bizi değiştirmeyecektir. Ama kendi kendimizi değiştirmemizin temini hususunda nesf-i emmaremize karşı bize yardımcı olacak ve bizi kendi halimize terk etmeyecek vefakâr dostlara da çok ihtiyacımız var.
- tarihinde hazırlandı.