Allah'ın Sevdiği Bir Toplum Hangi Vasıfları Taşımalı?
'Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O'nu severler. Mü'minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.' (Mâide, 5/54)
Doğrusu bu ayet-i kerime; pek çok önemli hususu ihtiva etmektedir ki, bunların başında, mü'minler içinde irtidatlar olabileceği ve gelecekte İslam'ı temsil konumunda olan kimselerin, zamanla bu emânetin gerektirdiği hassasiyeti yerine getirmede acze düşebilecekleri ihtar edilmektedir. Nitekim, bir zaman Emeviler'in yüklendiği bu misyon, böyle bir acz ve zaaf sebebiyle Abbâsilere geçmiş.. bilahare Selçuklulara ve ondan da Osmanlı'ya intikal etmiştir. Âyet-i kerimede, Allah'ın getireceği topluluk, denilerek nekre ile ifade edilmektedir ki; bununla ayetin indiği dönemde o kavmin sahabe tarafından bilinmediği vurgulanmak istenmiştir. Dolayısıyla ayet-i kerime bir yönüyle Selçuklularla başlayan Türklerin İslamiyet'i temsiline parmak bastığı gibi, bir başka dönem itibarıyla da, sahabenin izdüşümü olacak bir topluluğa işarette bulunmaktadır, denebilir.
Burada, 'Allah, bir topluluk getirecektir' şeklinde, uzak gelecek için kullanılan 'sevfe' ile, uzak istikbalde geleceği müjdelenen bu milletin ilk vasfı, Allah'ın onları sevmiş olmasıdır. Burada büyük bir incelik vardır. Allah'la kul arasındaki sevgi, kuldan Allah'a ve mukabilinde Allah'tan kula olabileceği gibi -ki, bu müridin vasfıdır- önce Allah'tan kula ve sonra kuldan Allah'a şeklinde de olabilir. Bu ikincilere bir manada murad da denilir. Evet, Allah, din-i İslam'ı i'zaz için, din-i İslam'la da onları i'zaz için bazılarını bizzat seçer ki, peygamberler bu bizzat seçilmişlerden olduğu gibi -Abdullah bin Mesud'dan gelen bir hadiste de ifade buyurulduğu üzere[1] -İslam'a hizmet için peygamberlerin ashabı da bu bizzat seçilmişlerdendir. Bunu şöyle açabiliriz: Allah, 'Ben, bu işi -mesela- Hz. Muhammed'e (sav) ve O'nun ashabına gördüreceğim.' der. Mezkur ayetin sonunda beyan buyurulduğu gibi bu, 'Allah'ın dilediğine verdiği bir fazıl ve rahmettir.' Bir başka ayette de ifade olunduğu üzere, O'nun bu şekildeki taksimine kimsenin itiraza hakkı yoktur.
İşte Allah, nasıl Efendimiz ve ashabını, önemli bir zaman diliminde seçmiş; öyle de dine hizmet boyunduruğunun tamamen yere konduğu ve İslam kalesinin her yanıyla çepeçevre sarsıldığı bir dönemde de, bir başka topluluğu, dinini i'zaz için seçecektir. Gerçi bu seçme işi, bir manada belki ta ruhlar aleminde yapılmıştır. Öyle de olsa, Allah sevip seçtiği bazı insanlarla dinini bir defa daha i'la edecektir. Öyleyse, bu seçilmiş topluluğun vasıfları önemli olmalıdır. Bu açıdan seçilmiş bu topluluğun hangi tür hususiyetleri haiz olduğu önem arz etmektedir. İşte ayetin devamı da bu önemli hususu gözler önüne sermektedir.
Onlar, Allah'ı Severler
Önce bu topluluk, öyle nezih bir cemaattir ki, Allah'ın tedelli yoluyla kendilerini sevip seçmesine; yani cemaat halinde murad kılınmalarına mukabil, onlar da gönülden Allah'ı severler. Hem öyle severler ki, bir başka ayette ifade buyurulduğu üzere, bunlar, babaları, dedeleri, oğulları, kardeşleri ve kabileleri bile olsa, Allah'a düşmanlık yapan kimseye karşı katiyyen hakiki manasıyla alaka duymazlar. Onların bütün sevgileri yalnız ve yalnız Allah içindir: Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için alır ve Allah için verirler. Onların kalblerinde ve muamelelerinde hiçbir şey Allah sevgisinin yerine geçemez. İşte, mevsimi gelince sahabinin izdüşümü olarak zuhur edecek topluluğun birinci vasfı budur; Allah'ı sevmek ve O'nun muhabbet ve rızasını her şeyin önünde tutmak...
İkinci olarak, bu cemaat, mü'minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere indirecek kadar mahviyet içindedirler ve her ferdiyle birer tevazu kahramanıdırlar. Burada Hz. Üstad'ın, 'Bedevilere karşı galebe cebr ile, medenilere karşı ise ikna iledir.' tespitine dayanarak, farklı açıdan şöyle bir değerlendirme yapmak da mümkündür:
Sahabe asrında, onların karşılarındaki düşman cephesi bedevilerden müteşekkildi ve dolayısıyla, onlara karşı zafer, galebe ve caydırma bir bakıma zoru gerektiriyordu. Ayrıca, iman ve İslam'ın neticesinde ailelerde bile bölünmeler meydana gelmişti ve 'cahiliye asabiyeti' denilen kavim ve kabilecilik, toplumu birleştirmede önemli bir unsurdu. İşte böyle bir zamanda, ehl-i ilhad ve küfre karşı şiddetli olmak, kendi şartları içinde ehemmiyet arz ediyordu. Hatta bu hususa ince bir remiz olarak, kaderî programın Hz. Ebu Bekir'i öne çıkarmasının ardından, kafire karşı şiddetiyle meşhur Hz. Ömer'in ikincilik tahtına oturmasına bu işaret ve remiz açısından bakılabilir.
Medenilere Galebe İkna İledir
Ne var ki bugün, dünya eskisine nazaran kısmen medenileşmiş durumdadır; dolayısıyla da bugünkü galebe şiddetten ziyade ikna ile, ilimle ve sözle olacaktır. Buna karşılık, ferdiyetçilik çok ön plana çıktığı ve insanlar arasındaki birleştirici bağlar gevşediği ve artık devir, şahıslardan, ferd-i feridlerden ziyade, cemaat ve kolektif şuur devri olduğu için, mü'minlere karşı -merhametli olmanın da ötesinde- mütezellilane davranma ve dövene elsiz, sövene dilsiz olma; hatta mü'minlerin ayaklarının altına baş koyma; münkirlere, mülhidlere karşı olması, bulunması düşünülen şiddetin çok çok önünde olmalıdır. Zaten bu hizmet-i medeniyede vifak ve gelişmenin en birinci şartı da -Allah rızası ve O'nun muhabbetinden sonra- aramızda te'sis etmemiz gereken böyle bir tezellül atmosferidir; yani birbirimize karşı mütevaziyane iki büklüm olma halidir ki bu hususta ne kadar tahşidat yapılsa değer. İhlas ve uhuvvet risalelerinin ehemmiyetine ve neden lâakal onbeş günde bir okunması gerektiğine bu açıdan da bakabiliriz. İhtimal, bizim en büyük imtihanımız da, kendi aramızda ve birbirimize karşı kardeşlik münasebetleriyle alakalı olacak.
Sonra, 'mülhid ve mütecavizlere karşı, çetin ve onurludurlar' deniliyor ki, bu da bizim anladığımız şekliyle şiddetin altında bir şeydir. Yukarıda arz edildiği gibi, günümüzde hasmâne düşüncelere karşı galebe, şiddetten ziyade ikna ile olduğundan, onlar karşısında İslam'ın izzet ve onurunu taşımak bize kafi gelecektir. Ayetin devamındaki, Allah yolunda cihad ve kınayanın kınamasından korkmama vasıflarının da yine bu mülahaza ile irtibatı vardır. Hepinizin bildiği gibi, bir zaman mü'minler hep horlanmış ve hakir görülmüş ve 'Müslüman'ım' demek adeta horlanma sebebi sayılmıştır. Bu yüzden, dünden bugüne hizmetimizde, mesleği, makamı, üniformayı, malı, serveti değil de; ancak Müslüman olmayı yegane izzet sebebi saymamız yeğlenmiştir. İzzet, Allah'ın, O'nun Rasulü'nün ve mü'minlerindir. Şu halde, inanmayanlar karşısında aşağılık duygusuna kapılmamak; aksine onların karşılarında iç alemimiz itibarıyla İslam'ın izzetini duymak; dolayısıyla onlara karşı irşad vazifemizi evde-mektepte, çarşı-pazarda, nerede olursak olalım her zaman dinimizi temsil ve tebliğde, kınayanların kınamasından çekinmeme esasına göre sürdürmeliyiz. Kur'ân, bu cemaatin vasıflarını sayarken, işarî olarak ve mefhum-u muhalifiyle, günümüzde cereyan eden bir kısım hadiseleri de mucizevi bir şekilde ortaya koymaktadır. Evet, bu ayet, sadece bu noktadan ele alındığında dahi pek çok manalara açık olduğu görülecektir.
Allah'ın İstediği Toplum
Ayrıca bu ayet-i kerimenin bir de gaybı ihbar buudu var ki, başlı başına bir konu teşkil eder. Ayet hangi hadise münasebetiyle nazil olursa olsun, Kur'ân-ı Kerim'de bulunan pek çok emsali ayetler gibi, bunun hükmü de umumidir.. ve müminlere, onlarda ürperti hasıl eden bir üslupla önemli bir mevzu ihtar edilmek istenmiştir. İhtar edilen bu konu, dallı-budaklı, çok şubeli olmanın yanında aynı zamanda her dönemin Müslümanlarını titretecek ölçüde yaygındır da. Hem öyle bir yaygındır ki, Esved-i Ansi'nin başını çektiği Benî Müdlic irtidadından, Müseyleme'nin serkârlığında gerçekleştirilen Benî Hanife ilhadına, Tuleyha ibni Huveylid'in azdırdığı Benî Esed'in tuğyanından Hz. Ebu Bekir döneminde baş gösteren Fezâre, Gatafan, Benû Selim, Benû Yerbû', Temim'in bir bölümü, Kinde, Benî Bekir, Gassan'a kadar pek çok kabile ve bölge bu talihsizlikten nasibini almıştır. Hatta izafi planda Emeviler de, Abbasiler de, Osmanlılara kadar arkadan gelenler de ve daha sonraki dönemler de bundan hisselerini almış ve belli ölçüde mutlaka onu tatmışlardır.
Bu itibarla ayet, İslam ümmetinin başına geçen herkese: Ey iman topluluğu! İçinden kim tamamen veya kısmen dinden dönerse, bilsin ki Allah onları geriye çekip bugün sahnede olmayan, yerleri meçhul, zamanları meçhul; ama evsafı malum öyle yüce bir topluluk getirecektir ki, Allah onları, onlar da Allah'ı, hem de aşık-maşuk münasebeti ölçüsünde sever; onlar mü'minlere karşı fevkalade tevazu, mahviyet ve hacalet içinde; mülhid, mütemerrid ve mütecaviz inkarcılar karşısında ise olabildiğine izzetli, onurlu, kararlı ve muvazenede hakim bir unsur haline gelme peşindedirler; rıza-i İlahi hedefleri, i'la-yı kelimetullah vazifeleri Allah yolunda mücahede eder dururlar; eder dururlar da, şunun bunun hatırına-gönlüne, kınamasına-ayıplamasına bakmaz, hep yüksek bir performansla vazifelerini yerine getirmeye çalışırlar. Bu bir mazhariyettir ve bu mazhariyet de Allah'ın onlara hususi bir fazlı ve ihsanıdır.
Bu umumi tevcihten anlaşılıyor ki, ne irtidat vakaları ne de bu kabil dinden dönüşler veya daha başka saiklerle meydana gelen tarihi tekerrürler devr-i daimi, olanlara münhasır kalmayacak; bir bir tarih sahnesinde yerlerini alanlar, ettikleriyle bir bir silinip gidecek; geriye hep O ve O'nun tutup kaldırdığı dostları kalacaktır.
[1] Ebû Nuaym, Hilye, 1/375
- tarihinde hazırlandı.