Zikir - itminan münasebeti
Soru: Ra’d Sûresi’nde meâlen “Onlar iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle huzur bulan kimselerdir. İyi biliniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle oturaklaşır ve huzura erer.” (Ra’d Sûresi, 13/28) buyruluyor. Kalbleri itminana sevk eden zikrin hususiyetleri nelerdir?
Âyet-i kerimede, kalblerin itminana ermesi zikrullaha bağlanmıştır. O halde öncelikle, genel hatlarıyla da olsa, zikrin ne olduğu üzerinde durulması gerekir.
Esasında zikir, namazdan hacca, ondan cihada bütün ibadetlerde yer alan ve onların içlerinde deveran edip duran bir can, bir kan gibidir. Ayrıca ne zaman ne de hal itibarıyla zikre herhangi bir tahdit konulmamıştır. Dolayısıyla onun alanı çok geniştir.
En büyük zikir: Kur’an
İbadetlerin özünü teşkil eden zikrin en âlâsı, en yücesi ise Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü o, bize hem onu getiren Cibril-i Emin’i, hem yeryüzünün en Emini’ni, hem de Allah’ı hatırlatıyor. Evet, Kur’ân-ı Kerim, Mü’min’den emin bir elle, yerde en emin bir Zat’a teslim edilen mukaddes bir emanettir.
Öte yandan Kur’ân’ın muhtevasına açılıp onun vadilerinde dolaştığınızda o yüce beyan, size çok şey hatırlatacaktır. Meselâ bir Fatiha-i Şerif içine girdiğiniz zaman nelerle karşı karşıya geliyorsunuz, bir düşünün: Daha başta Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini görüyor, hamdle geriliyor ve terbiyegerdesi bulunduğunuz Allah karşısında ürperiyorsunuz. Böyle bir dehşet yaşarken Rahmân ve Rahim isimleri imdadınıza yetişiyor ve siz de bunun karşısında, kulluğunuzu sadece Allah’a yaptığınızı ve yardımı da sadece O’ndan istediğinizi hemen ilan ve itiraf ediyorsunuz. İçine girip yürüdüğünüz yolun çok emin bir yol olduğunu görünce de istianeyi hemen sırat-ı müstakime hidayete bağlıyorsunuz. Yani diyorsunuz ki, “Allah’ım! Yüce dergâhından ilk talepte bulunduğum yardım; itidal, istikamet, hak, adalet ve her meselede dengeyi korumaktır.” O yolu bulduktan sonra da, potansiyel itibarıyla her zaman sallantıda olduğunuzu hatırlıyor, kayabilirim endişesiyle, bu sefer de, gazaba uğramış, dalâlete sapmış insanların yoluna düşmemeyi talep ediyorsunuz. Dolayısıyla Fatiha’nın her bir kelimesi, her zaman O’na ihtiyaç duyan ve hep O’nu hatırlama zarureti içinde bulunan bizim gibi acz u fakr içindeki insanları çok ciddi alakadar etmektedir. İşte siz Fatiha’dan Nâs Suresi’ne kadar mana ve mazmununu anlamaya çalışarak Kur’ân-ı Kerim içinde dolaştığınız ve onun her bir âyetini size hitap ediyor gibi okuduğunuz takdirde, o yüce beyanın baştan sona nasıl büyük bir zikir olduğunu ve bütün âyetleriyle insan karakterine, insan mantığına, insan düşüncesine, insan psikolojisine, hâsılı bütün buud ve derinlikleriyle insana hitap ettiğini görürsünüz.
Kur’an’dan kâinatın zikrini dinlemek
Tekvinî emirleri Kur’ân-ı Kerim’in içinde temaşa etmeye çalışma da ayrı bir zikirdir. Hz. Pir, “Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” ifadeleriyle, Kur’ân’ın, kâinat kitabını şerh ettiğini söylemiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerim kâinatın çehresine kendi ziyasını neşretmeseydi, bu kâinat bir kısım kaoslardan, korkunç kâbuslardan ve dehşet veren hadiselerden ibaret kalacaktı. Biz her şeyin gerçek yüzünü, her bir varlığın Cenâb-ı Hakk’ın pırıl pırıl bir sanatı olduğunu Kur’ân’ın kainat çehresine çaldığı ziya sayesinde gördük ve öğrendik. Vahyin aydınlatıcı tayfları sayesinde, bazen insanın içinde bu tür duygular depreşince, ağaçtan ota, ottan ağaca koşup, onlara sarılıp, onları öpüp, “Sen de O’nun eserisin.” diyesi geliyor. Recâizâde Ekrem’in ifadesiyle, “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât. Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” Hz. Pir de, kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların mele-i âlâdan insana gönderilmiş birer mektup ve name olduğuna dikkatleri çekiyor. Yani bu kâinatın sayfa ve satırları arasında gezen, onun kelimelerini kaldıran, harflerini yoklayan bir kimse onların manasının hep “Allah” diye haykırdığını görecek ve kendisi de Allah diyecektir. Çünkü böyle mükemmel bir sistemin başka bir şeye nispeti mümkün değildir. Gökleri ve yeri yaratıp onlarda mükemmel bir nizam kuran Allah olduğu gibi, insan mahiyetinde ve insan fizyolojisindeki ahengi temin eden de Allah’tır (celle celaluhu). İşte kâinattaki her bir eşya ve hadisenin O’nu hatırlatması da zikrin diğer bir çeşididir.
Kehkeşanlar tesbih tanesi
Bir de, Hazreti Allah’ın bize ihsan ettiği nimetleri mülahazaya alarak, “Allah’ım! Zerrat-ı kâinat adedince Seni tesbih u takdis ediyoruz. Allah’ım! Eğer bizim kâinatın zerreleri adedince ağızlarımız ve ifade kabiliyetimiz olsaydı, bunların tamamıyla Seni tesbih edecektik.” demek suretiyle yerine getirilen zikir vardır. Nitekim müminler günde beş kere namazlarından sonra otuz üçer defa, “Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahuekber” diyorlar. Her ne kadar müminlere çok külfet olmaması için zikir meselesi böyle küçük rakamlara bağlanmış olsa da, her zaman bunu daha da genişletip büyütmek mümkündür.
Hz. Pir’in has talebelerinden, sadık hizmetkârlarından birisinden dinlemiştim. Hz. Pir; Hasan Şazilî, Abdülkadir Geylanî, Mustafa Sıddıki’l-Bekrî, Ahmed Rifaî, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî, Mevlana Halid-i Bağdadî gibi büyüklerin, tesbihin her tanesine dokunduklarında bütün zerrat-ı kâinat adedince Cenab-ı Hakk’ı tesbih ettiklerini ve bunu vicdanlarının enginliğinde duyduklarını ifade ediyor. Allah hakkının büyüklüğü karşısında bir tesbihin O’nu ifade etmeyeceğini düşünen bu zatlar, tesbihlerini, denizlerin kumlarına, yağmurların damlalarına ve mahlûkatın soluklarına bağlıyor, öyle söylüyorlar. Hz. Pîr, onların bu durumuna imreniyor ve onlar gibi bir tesbih tanesine dokunduğunda trilyon adet tesbihlerin içine akmasını duymak istiyor. Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru bir gün bu has hizmetkârına diyor ki, “Kardeşim, Allah’a hamd olsun. Ben de artık Hasan Şazilî ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi “Sübhanallah” dediğim zaman bütün zerrat-ı kâinatı birden duyuyor gibi oluyorum.”
Evet, zikir bizim vazifemiz; Allah’ın da hakkıdır. O hakkı birle eda etmekle iktifa etmeyerek, trilyon trilyon adetlerle eda etmenin peşinde olmak lazım. Bir insan, sırf lafzen “Sübhanallah, Sübhanallah…” diyerek tesbihini çektiğinde de vazifesini yapmış olur. Bu ayrı bir meseledir. Fakat niye trilyon sevabı almanın bahis mevzuu olduğu bir yerde bir sevapla iktifa edelim ki! Trilyonlarla O’na kurbiyet kazanmak, O’nun maiyyetine ermek, O’nun teveccüh tayflarıyla serfiraz kılınmak varken niye bire kanaat edelim ki!
İsimsiz müsemmâ döneminde zikir
İsimli müsemmanın canlı yaşandığı dönemlerde tekkelerde “La ilahe illallah”, “Estağfirullah” gibi zikirler belki yüzer bin defa söylenmişler. İnsan, vaziyetinin müsaade etmesine göre değişik kelimelerle Allah’ı zikredebilir. Mesela arabaya bindi ve altı saatlik bir yola gidecek. Eğer insan bu yolculuğunu zikirle değerlendirebilse belki yüz bin tane “La ilahe illallah” diyebilir. Şuurun peşinde olma esas olsa da, bunların hepsini şuurlu söyleyip söyleyememe meselesine de takılmamak gerekir. Fakat duyarak söylemeye gayret etmelidir. İnsan, zikri, kemmiyet açısından böyle bir enginliğe bağlamazsa, onu derinlemesine duyarak eda etmeye hiçbir zaman muvaffak olamaz.
Bir dönemde Hakk’a teveccühler isimsiz müsemma idi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi. Bir dönem geldi ona isim katan insanlar oldu ve zamanla o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve isim müsemma birliği oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. Evet, bir dönem isim müsemma at başı gidiyordu. Ne var ki bir gün de geldi, bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. El elden üzüldü yar elden gitti, o menhelü’l-azbi’l-mevrud da kurumaya durdu. Öz ve ruh gitti, mesele artık nesep/veraset yoluna girdi. Dilerim ben, hakikî manada kıvamını bulmuş kalb ve ruh ufkunun kahramanları o meseleye yeniden kıvamını kazandırırlar. Bir kere daha ism-i mahzayı müsemma ile buluşturarak bize yeniden bir gül devri yaşatırlar. Bazı kimseler de, Akif’in ifadesiyle, o gül devrine erdiklerinden dolayı bülbül kesilirler.
Hazreti İbrahim’in itminan-ı kalb talebi
Mezkûr âyetten sonraki âyet-i kerimede ise الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ “Müjdeler olsun iman edip de makbul ve güzel işler yapanlara! Onlar için kendilerini memnun edecek bir sonuç vardır.” (Ra’d Sûresi, 13/29) buyrulmaktadır. Böylece zikrin faydasının sadece bu dünyaya münhasır olmadığı, zikir kahramanlarını ahirette de hüsn-ü akıbetin beklediği haber veriliyor. Fakat zikir sayesinde kalblerin huzur ve itminana ulaşması dünya cihetiyle de çok önemli bir mesele olduğundan, enbiya-i izam Allah Teâlâ’dan bunu da istemişlerdir. Meselâ “hıllet” şerefiyle şereflenmiş ve -bir menkıbede anlatıldığına göre- Nemrut tarafından ateşe atılırken bile ateşe müekkel meleğin yardım etmek istemesi karşısında, “Benim ateşe atıldığımı Allah bilmiyor mu!” diyerek Allah’a itimadını ortaya koyup, tek başına oradaki mütemerritlere meydan okuyacak kadar iman ve itminan-ı kalb kahramanı olan Hz. İbrahim’in Cenâb-ı Hak’tan itminan-ı kalb istediğini görüyoruz. Çünkü, haber, gözle görmek gibi değildir.
Hz. İbrahim, öyle bir marifet dersi almıştı ki, o dersin tesiriyle tepeden tırnağa ürpermiş, Allah karşısında tir tir titremiş, hudu ve haşyetle iki büklüm olmuştu. Fakat yine de “hel min mezid” demiş, aldığı marifet dersiyle daha bir şahlanmış, bu aşk u iştiyakla bir başka mecliste başka bir hakikate gözlerini açmıştı. Oradan da alacağını almış ama yine doyma bilmemişti. Çünkü namütenahî istikametinde yapılan seyr u sülûk-i ruhanî sonsuzdur. Allah’a giden yolda sona ermek mümkün değildir. Allah namütenahî olduğuna göre, O’nun esmâ ve sıfât-ı sübhaniyesi de nâmütenahîdir. Bunların her birisinin insana bahşedeceği bir kısım varidâtlar vardır. Bu meselenin zirvesi ise Hakk’ın şehadetidir. İşte Hz. İbrahim o kudret-i baliğa, irade-i bahire ve meşiet-i sübhaniyeyi, bir de gözüyle görerek marifetini Hakk’ın şehadeti ile taçlandırmak için رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِـي الْمَوْتَى “Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?” diyerek talebini ifade etmişti. Cenâb-ı Hakk’ın, أَوَلَمْ تُؤْمِن “Yoksa buna inanmadın mı?” kavl-i sübhanisine ise şöyle cevap vermişti: بَلَى وَلَـكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي “Elbette inandım, lâkin sırf kalbim mutmain olsun diye bunu istedim.” (Bakara Sûresi, 2/260) Hz. İbrahim öyle bir itminan-ı kalbe ulaşmak istiyordu ki, bu itminan sayesinde hayatının hiçbir saat, hiçbir dakika, hiçbir saniyesinde gerek taakkul gerek tasavvur gerekse tahayyül seviyesinde herhangi negatif bir düşünce bulunmasın. En canhıraş durumlarda bile “of” deme yerine hep “oh” diyerek oturup kalksın. Böyle bir talep karşısında Cenab-ı Hak da kendi şehadetini orada ortaya koymuş ve kudret-i kahiresi, irade-i bahiresi ve meşiet-i sübhaniyesiyle ölmüş kuşlara can vermişti. Hz. İbrahim bu olağanüstü hadiseyi ihsas ve ihtisas ufkunda nasıl müşahede etti, onu iliklerine kadar nasıl duyup ürperdi ve haşyet saygısıyla nasıl asa gibi iki büklüm oldu, biz bunları bilemiyoruz. Fakat açılan bu pencereden kendi idrak ve kabiliyet ufkumuza göre itminanın izini sürebilir, o itminan-ı kalbin izdüşümünü iç dünyamızda yaşayabiliriz. Bu ise, hayatımızın her anı ve her safhasını, disiplinli, kesintisiz ve süreklilik arz eden bir çizgide zikrullahla aydınlatıp ihya etmeye bağlıdır.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.