Yine O Uğursuz Düğme...
Zannediyorum, hem içeriden hem de ülke dışından bazı kimseler Türkiye’yi hep cankeş edip bir tampon gibi kullanmaya alışmışlar. Bu güç odakları, Türkiye’nin kendi olarak dirilmesini asla istemiyor; istikrardan hiç hoşlanmıyor ve demokrasi istikametindeki gelişmelerden rahatsız oluyorlar. Ne zaman ülkemizde bazı işler iyi gitse ve istikrar emareleri görülse, hemen provakatörleri kullanıyor ve muharrikleri tetikliyorlar.
Bana öyle geliyor ki, bu defa da fitne ateşi hem içten hem de dıştan tutuşturuldu. Münhasıran dıştan diyenler yanılıyorlar. İçeride kullanabilecekleri figüranlar bulamasalardı, bu kadar rahat hareket edemezlerdi. Düğmeye tek yerden basılmış gibi, birdenbire İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar hemen her yerde hiç mantığı olmayan değişik hareketler başladı. Belli ki, bazıları bu türlü kargaşa ve anarşiyle bir yere varmak istiyorlar. Fakat, öyle inanıyorum ki, kargaşa ve anarşi ile bazı devletler sarsılsa -inşallah devletimiz sarsılmaz- istikrar bir ölçüde bozulsa, hatta anti-demokratik müdahaleler olsa bile anarşistler kat’iyen umduklarına nail olamayacaklardır. Gayr-ı memnunlar, serseriler ve âsîler, bazı dönemlerde bir kısım devletlere zarar vermişlerdir; fakat, tarih boyunca onların köy ölçüsünde bir devlet kurdukları görülmemiştir. Anarşiyi çıkaranlar da, anarşiye karşı kendi başına mücadeleye kalkanlar da, devletin varlığına ve hukukun mevcudiyetine rağmen, kanun dışı bazı şeyler yapmak suretiyle bir yerlere varmak isteyenler de asla hedefledikleri noktaya varamayacaklardır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hadiselerine tekaddüm eden günlerde varamadıkları gibi, bundan sonra da, millete yaz ortasında bir kısım Şubat eyyâmı yaşatmak suretiyle aynı şeyleri yapmaya çalışsalar bile, yine maksatlarına nâil olamayacaklardır. Roma İmparatorluğu’nu sarsan Spartaküs hareketi edasıyla yola çıksalar da, anarşistler bundan sonra da hiçbir zaman bir köy kuracak kadar güce ve iktidara ulaşamayacaklardır. Fakat, bir kere daha hem içte hem de dışta düğmeye basıldığı muhakkaktır ve bu sistemli hareketlerin arkası gelecek gibi görünmektedir. İnşaallah, Anadolu’nun sağduyulu insanı bu gaileyi de en az zararla atlatır.
İşte Sezar, İşte Siz!..
Bir-kaç ay önce, nasıl tepki alacağımı bile bile "Türkiye’de hadiseler birbirini takip edecek, kan gövdeyi götürecek" demiştim... -Bağışlayın- bazı kendini bilmezler, "Sen kim oluyorsun da bu sözü söylüyorsun; nasıl oluyor da cemiyet-i sırrıyelerden bahsediyorsun?!.. Devlet hemen soruşturma açmalı ve bunun hesabını sormalı.." diyerek Meclise soru önergesi vermeye kalktılar. Bugün böyle bir mukabeleden hiç hoşlanmasam da, Anton’un dediği gibi diyeceğim: Rivayete göre; Sezar ölünce ona komplo kuranlar bile "kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; şöyle dâhiydi, böyle hatipti" diyerek Sezar’ı övüp dururlar. Bu ikiyüzlülüğe çok kızan Anton (Antonius) Sezar’ın cesedini sırtlanıp getirir ve ona medhiyeler dizenlerin önüne atar. Sonra da, "İşte Sezar, işte siz!.." der. Evet, "İşte hadiseler, işte siz!.." Bugün ülkemizde kan dökülüyor mu, dökülmüyor mu? Kargaşa var mı, yok mu? Fakat, dilerim, daha o günlerden itibaren emniyet güçleri ve istihbarat servisleri teyakkuza geçmiştir; fitneyi kendi yuvasında kıstıracak tedbirler alınmıştır. Ve inşaallah, Türkiye’ye komplo kuranların arzu ve istekleri kursaklarında kalacaktır.
Türkiye’nin şu anda içine çekilmek istendiği bu kaotik ortamda, medyanın da çok hassas ve çok titiz olması gerekmektedir. Neşredilecek haberlerin keyfî yorumlardan uzak olarak verilmesi lazımdır. Malumdur ki, her hadise pek çok yoruma açık olarak cereyan eder. Bir hadisenin yoruma açık olmasının yanı başında, onu yorumlayan insanların duygu ve düşünceleri de o hadisenin algılanış keyfiyetini değiştirebilir. Herkes meseleye kimin perspektifinden bakarsa ona göre neticeler çıkarır.
Terör Kanunu ve Yorumlar
Mesela; bugün yeni çıkacak bir terör kanunundan bahsedilmektedir. Yeni yasaya göre, bir insanın tek başına da olsa terörist sayılabileceği söylenmektedir. Aslında, hiçbir hukuk devletinde böyle bir şey söz konusu olmamıştır/olamaz. Gerçi, belli bir dönemde dinî düşünce ve kanaat hürriyeti cami çerçevesine hapsedilmiş ve orada da bazı sınırlamalar getirilmişti. Hususiyle 163. maddenin hayatta olduğu zaman diliminde, camilerin dışında, herhangi bir dinî kanaati belirtmek bile, çoğu hukukçular tarafından, "dînî esaslara dayalı devlet kurma maksadıyla propaganda yapma" kategorisi içine sokulmuştu. Yani, o günkü anlayışa göre siz şu anda, bu safiyâne sohbet içinde bir cemiyetin manevî unsurları sayılırdınız. Biri konuşuyor, siz de dinliyorsunuz. Aynı duygu ve aynı düşünce etrafında biraraya gelme unsurları tamam.. öyleyse, cemiyet teşekkül etmiştir. Dolayısıyla, hepinizin, 163’ün birinci fıkrasına göre, iki seneden yedi seneye kadar tecziye edilmeniz gerekirdi. Böyle bir tahditin sosyal bir hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayacağı açıktır. Fakat, bir dönemde kanunlar bu türlü şahsî yorumlarla uygulanmıştır. İşte, bazıları meseleleri yorumlarken konuya bu zaviyeden bakar ve der ki, "Bir dönemde, Turgut Özal’ın gayretleriyle, onca zahmet ve meşakkatle kaldırılan 163. madde yeniden ihya ediliyor.. Allah onu kaldıranı firdevsiyle sevindirsin; onun imâte ettiği bir şeyi ihyâ etmeye çalışanlar varsa, Erzurumluların tabiriyle, Allah onları da gorbagor (kötü duruma düşmüş, kabrin sıkıntılarına maruz kalmış) etsin." Şimdi bu bir yorumdur.
Bazıları da 163. madde gibi bir kanunun çıkmasını gönülden ister ve meseleyi o isteğine göre değerlendirir. "Şayet, bu terör kanunu, silahsız ve yalnız başına bir adamı bile terörist sayabilecek ve üç insan biraraya geldiği zaman devleti yıkacak bir cemiyet teşekkül etmiş olduğunu kabul edebilecek bir muhteva ile çıkmazsa meselenin kökünü kazımak mümkün değil. Öyleyse, bu yasa en sert haliyle bir an önce çıkarılmalıdır." İşte, bu da bir yorumdur.
Bu türlü yanlış yorumların nasıl bir komploya dönüştüğünü o Haziran fırtınasında açıkça görmüştüm. Bir kısım ses bantları başından sonundan kesilerek çok farklı kalıplara sokulmuştu. Bazıları değişik montajlarla elde ettikleri hilaf-ı vâki ve uydurma sözleri neşrederken sıkılmamışlardı. Maksatlı yorumlarla ve su-i te’villerle milleti aldatmışlardı. O hadise tamamen bir komplo ve bir yargısız infazdı. Bu açıdan, medya hiç olmazsa şu günlerde ciddi bir sorumluluk duygusuyla hareket etmeli, hadiseleri olduğu gibi yansıtmalı, meseleleri şahsî ve keyfî te’villerin eline terk etmemeli ve asla kışkırtıcı bir üslup kullanmamalıdır. Tiraj ve reyting uğruna Türkiye’nin geleceğinin karartılmasına alet olmamalı; terörle mücadele bahanesiyle hak ve hürriyetlerin ihlaline, demokratikleşme gayretlerinin inkıtâına sebebiyet vermemelidir.
Cepheleşmeye Meydan Verilmemeli
Son bir husus da, bazı duygu ve düşünceleri tetikleyebilecek mülahazaları yeniden gündeme getirmemenin lüzumudur. Mesela, Kürt-Türk meselesinin gündeme getirilmesi son derece büyük bir yanlışlıktır. "Falanların içinde bir kısım eşkıya var" deyip umum hakkında hükümler vermek doğru değildir. Bir dönemde, "Ben Türk’üm" diyen insanların içinden de "Mao, Mao" diye bağıranlar çıkmadı mı? Bugün ulusalcı olduğunu belirtenlerden bazıları bir zamanlar Lenin’in, Stalin’in arkasından koşmuyorlar mıydı? Bizim içimizden bir kısım eğri-büğrü düşünen, şâz kimseler çıktığı gibi, elbette başkalarının arasından da yaramazlar çıkabilir. Emniyet güçleri onları bulmalı, yargıya teslim etmeli ve şayet cezayı gerektiren yanları varsa, hukuk onları cezalandırmalıdır. Fakat, bu mevzuya şöyle-böyle yorumlar getirerek, toplumun farklı kesimleri arasında değişik cephelerin oluşmasına sebebiyet verecek şekilde bir üslup kullanmaktan kat’î surette uzak durulmalıdır.
- tarihinde hazırlandı.