Yakında uzaklığı yaşayanlar ve kesintisiz aksiyon
Soru: Büyük zatların asrında ve hatta onların yakın çevresinde neş’et ettiği hâlde onlardan istifade edemeyen insanların sayısının tarih boyu küçümsenmeyecek derecede olduğu görülüyor. Bunun sebepleri nelerdir? Böyle bir duruma dûçâr olmamak için nasıl bir tavır sergilemelidir?
Cevap: İnsan, bazen bakış açısını ayarlayamadığından, bazen bir kısım şartlanmışlık ve önyargılarından, bazen de içine düştüğü kıskançlık ruh hâlinden dolayı yanı başındaki paha biçilmez değerleri görüp takdir edemeyebilir. Hatta takdir etmek bir yana o değerlere karşı acımasız ve insafsız bir hasım kesilebilir. Siz isterseniz bunu “yakın körlüğü” olarak isimlendirebilirsiniz.
Hazımsızlık girdabında bir prototip: Ebû Leheb
Bu tür körlüğe dûçâr olan kişiler, en yüce kametlerin sürekli yanında bulunsalar, hep onlarla iç içe otursalar, birlikte yiyip içseler, beraber gezip dolaşsalar bile bakış zaviyesindeki kusurdan dolayı görmeleri gereken şeyi bir türlü göremez, onlardan istifade edemezler. Tıpkı Ebû Leheb örneğinde olduğu gibi. Ebû Leheb, malûm olduğu üzere Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) öz amcası idi. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla aynı ev ortamını paylaşmıştı. O Yüce Kamet’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) küçük yaşlarında iken nice kez kucağına alıp sevmişti. O’na sütannelik yapması için cariyesi Süveybe Hatun’a izin vermişti. (Bkz.: Buhârî, nikâh 20; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/162) Yıllarca onun evi ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evleri yan yana olmuştu. Yolları çoğu zaman aynı sokakta kesişmişti. Ebû Leheb, oğulları Utbe ve Uteybe’yi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) kerimeleri Hazreti Rukiyye ve Hazreti Ümmü Gülsüm’le nikâhlamak suretiyle de ayrı bir akrabalık bağı kurmuştu. Kısacası o, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun güzel ahlâkına her döneminde şahit olmuştu. Ama yakın körlüğüne saplanmış bu tali’siz, Efendiler Efendisi’nin peygamberliğini kabul etmemişti; kabul etmediği gibi O’nun en büyük hasımlarından biri de olmuştu. Evet, yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği Kâinatın İftihar Tablosu’nun büyüklüğünü en yakın akrabalarından birisi görmemişti/görmek istememişti.
Bu açıdan bilinmesi gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini çok büyük hizmetlerde istihdam buyurduğu kişiler de, onca takdir edilecek faaliyetlerine rağmen kimi zaman yakın çevrelerindeki bazı kimseler tarafından tahkir ve tezyif görebilirler. Hatta onların ihanet ve düşmanlığına da maruz kalabilirler. Bunun en önemli sebebi de husumet duyan o kimselerin kaderin hükmüne rıza göstermemeleri, Hakk’ın takdirini kabullenememeleri, hazımsızlık ve çekememezlik girdabına kapılıp gitmeleridir. Hâlbuki insanın mazhar olduğu bütün imkân ve kabiliyetler, Hakk’ın takdiridir. Bu mevzuda hüküm tamamen O’na aittir.
Küçüklere büyük vazifeler
Hem bazen Allah (celle celâluhu), büyük insanlara büyük işler yaptırdığı gibi bazen de çok küçük insanlara çok önemli misyonlar eda ettirip aşkın vazifeler gördürebilir. Bu mevzuda belki bir davetiye ve çağrı olarak kişinin ortaya koyması gereken husus, kalb safvetiyle O’na teveccühte bulunmak ve asla kimseyi hor-hakir görmemektir. Zira nice derbeder gibi görünen kimseler vardır ki, onların içleri define doludur. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade eder:
Hakkı, gel sırrını eyleme zâhir
Olayım der isen bu yolda mâhir
Harabât ehline hor bakma Zâkir,
Defineye mâlik viraneler var.
Rivâyetlere göre İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Şakir ve Zâkir adında iki oğlu varmış. Zâkir sürekli Hakk’ı zikirle meşgul olan sâlih bir evlâtmış. Şakir ise o yıllar meyhaneden çıkmayan, ayık dolaşmayan biriymiş. Bir gün İbrahim Hakkı Hazretleri Zâkir’i yanına alır ve birlikte yürürler. Derken yürüdükleri yol üzerinde bir meyhanenin önünden geçerler. İbrahim Hakkı Hazretleri, oğluna dışarıda beklemesini söyleyip içeri girer. Oğlu Şakir’i masa başında sızmış olarak bulur. Mekân sahibine oğlunun ne kadar borcunun olduğunu sorar ve bütün borcunu öder. Sonra da dışarı çıkar, oğlu Zâkir’le yürümeye devam eder. Şakir ayılınca borcunu ödeyip çıkmak ister. Ama mekân sahibi, “Borcun yok, baban hepsini ödedi.” dediğinde âdeta yıkılır, içini müthiş bir hayâ duygusu kaplar. Hemen babasının peşine düşer nihayet onu kardeşiyle birlikte bir uçurumun kenarında bulur. Onların konuşmalarına şahit olur. Babası İbrahim Hakkı Hazretleri, kardeşi Zâkir’e, “Oğlum, Kırklar’dan biri vefat etti. Şu uçurumdan atla ki, onun yerine sen de onlara karışasın.” demektedir. Ama kardeşi tereddüt eder, bir türlü atlayamaz. Bu konuşmaya kulak misafiri olan Şakir, “Baba, ben atlasam olmaz mı?” der, sonra da helâllik dileyip atlar, kırkların arasına karışır. Bunun üzerine İbrahim Hakkı Hazretleri, Zâkir’in şaşkın bakışları arasında yukarıdaki meşhur şiirini seslendirir.
Menkıbelerde olayların aslına değil, faslına bakılmalıdır. Bu olay doğru veya yanlış olabilir ama ifade edilmek istenen hakikat çok önemlidir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu mânâyı ifade sadedinde, “Nice saçı-başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimseler vardır ki (herhangi bir hususla alâkalı) onlar Allah’a (celle celâluhu) yemin etseler, Allah (celle celâluhu) onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ İbn Mâlik bunlardandır.” (Tirmizî, menâkıb 54; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/66; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/331) buyurmuşlardır.
Evet, sizin küçük görüp önemsemediğiniz insanlara Allah (celle celâluhu), bazen öyle büyük işler yaptırır ki, yapılan o işin büyüklüğü karşısında dudaklarınızı ısırır kalırsınız. Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, karıncaların bir türü olan termitlere kendi boylarını çok aşkın binalar inşa ettirir, öyle de sizin karınca misali küçük ve basit gördüğünüz insanlara da devasa kuleler inşa ettirebilir. Nitekim çöl ortamından çıkıp gelen ve sade birer insan olan Hazreti Ebû Ubeyde İbn Cerrah, Hazreti Ka’ka, Hazreti Sa’d İbn Ebî Vakkas (radıyallâhu anhüm) gibi komutanlar, yıkılmaz zannedilen Bizans ve Pers imparatorluklarını çok kısa bir zaman içerisinde dize getirmiş, onlara gerçek insanlığa giden yolları göstermişlerdir.
Kendinden bilme ve şirk alaşımlı sözler
Allah (celle celâluhu),
ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ
“İşte bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir.” (Mâide sûresi, 5/54)
buyurmuştur. Üstad’ın yaklaşımıyla nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâdır. (Bediüzzaman, Şuâlar s.424 (On Dördüncü Şuâ)) Biz, küçük insanlar olsak da Allah (celle celâluhu), sonsuz kudret ve inayetiyle bizi çok büyük hizmetlerde istihdam edebilir; bu da tamamen O’na ait bir lütuf ve ihsandır. Bu mevzuda, “Biz yaptık, biz ettik, başkaları onların rüyasını bile göremezken biz planladık.” türünden söylenecek her söz şirk işmam eder. Onun için bu tür iddialardan olabildiğine uzak durmak gerekir. Yine Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “nefy-i nefy isbattır”. (Bediüzzaman, Sözler s.228 (On Yedinci Söz, İkinci Makam)) Dolayısıyla siz kendinizi nefyetmediğiniz müddetçe bir kıymete ulaşamazsınız. Çokça tekrar edilen bir ifade ile meseleyi tavzih etmek gerekirse Sonsuz olan birdir, başka izafî sonsuzlar yoktur. Mutlak Sonsuz’un karşısında diğer varlıklara bir değer biçilecekse, onlara düşen hisse sıfırdır. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) ile insan arasındaki münasebet, sonsuz ile sıfırın münasebeti gibidir. Sonsuz olan Allah’tır, sıfır olan ise insan. Fakat sıfır, zatî bir değeri olmamakla birlikte nasıl ki rakamların sonuna geldiğinde bir kıymet kazanır; aynen öyle de insan acz ve fakrıyla Allah’a dayandığında âdeta lafza-ı celâledeki elif’in yanına konulmuş sıfırlar gibi bir iken on, yüz, hatta bin olur.
Zulüm ilelebet devam etmez
Sorudaki ikinci hususa geçecek olursak, kendilerini Allah rızası için hizmete adamış samimî ruhlar; tenâfüsü (Allah yolunda yarışı) yanlış anlayan, rekabet hissiyle hareket eden ve sonra da “Bu âlemde yalnız biz varız!” deyip kendilerinden başka hiç kimseye hayat hakkı tanımayan insafsız zâlimler tarafından iç içe daireler hâlinde bir kuşatmaya alınabilirler. Fakat bu durumun ilelebet sürüp gitmesine ihtimal vermek mümkün değildir. Zira zulüm hiçbir zaman uzun ömürlü olmamıştır. Allah, zâlimi imhal eder (mehil verir) de fakat ihmal etmez. Hadisin ifadesiyle, Allah, zâlime mehil üstüne mehil verir, bir kere de derdest etti mi, iflâhını keser onun. (Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) Evet, “Küfür devam eder ama zulüm devam etmez!” (Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/107) Küfür, mahkeme-i kübraya kalır; Allah kendi huzur-u kibriyasında onu cezalandırır; fakat zulüm umumun hukukuna tecavüz, masum insanların hukukuna tecavüz olduğundan dolayı er-geç dünyada cezasını bulur. Zulmedenler cezalarını bulurlar.
Hem bu yol, Allah yoludur ve bu yolda samimî olarak yürüyen hiç kimseyi Allah (celle celâluhu) yarı yolda bırakmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak
وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ
“Ve bu (sevinçli ve kederli) günleri, Biz, insanlar arasında döndürüp dolaştırırız.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/140)
âyet-i kerimesinde buyurduğu gibi değişik hikmetlere binaen bazen muvakkat hezimetler yaşatır, bela ve musibetlerle imtihan eder, murad-ı ilâhî istikametinde dest-i kudretiyle eşya ve hâdiseleri şekillendirir. Dolayısıyla bugün birilerine bayramsa, yarın başkalarına bayram; bugün birilerine matemse, yarın başkalarına matemdir. O hâlde, ruhlarının ilhamlarını dünya insanlığına duyurmak isteyen kahramanlar, cahillerin söyleyip ettikleriyle meşgul olmamalı, bilâkis akıl ve kalblerini, “Kur’ân’ın elmas düsturlarını, İslâmiyet’in güzelliklerini insanlara en güzel şekilde nasıl temsil edebiliriz?” mülâhazalarıyla doldurmalıdırlar. Muhatap gönüller, kendi hür iradeleriyle kabul eder ya da etmezler, netice bizi ilgilendirmez, ama bizim kendimize ait bu değerleri, en güzel ambalajlarla paket yapmamız, o değerlere lâyık en alımlı, en albenili etiket ve yazılarla süslememiz, sonra da dünya panayırlarında en cazip şekilde onları teşhir etmemiz gerekir.
Evet, zulme maruz kalınan dönemler bir gece karanlığı şeklinde düşünülmeli; asla ye’se ve karamsarlığa düşülmemelidir. Zira her kışın bir baharı olduğu gibi, her gecenin de bir sabahı vardır. Dolayısıyla geceden sonra bir gündüzün geleceği unutulmamalı, gecenin karanlıklarında aydınlık bir geleceğin planı yapılmalıdır. Aynı şekilde bir gündüz yaşarken de arkasından başka bir gecenin geleceği hesaba katılmalıdır. Başka bir ifadeyle mü’min, gündüzün aydın, ferih fahur ikliminde atını mahmuzlayıp sağa sola sürerken, günün arkasında başka bir gecenin olduğunu ve o gece için de ayrı bir plan ve strateji hazırlaması gerektiğini unutmamalıdır. Zira dünya üzerinde bugüne kadar temerrütler hiç eksik olmadığı gibi bugünden sonra da kimi zaman ilhad ve küfür eksenli, kimi zaman da haset ve kıskançlık yörüngeli mütemerritler çıkacak, bin bir türlü entrika ve tuzaklarla yolları tutup bekleyeceklerdir. Bu yüzden ne gecenin karanlığına takılıp paniklemeli, ne de gündüzün aydınlığına sevinip ferih fahur yaşamalı; gecede gündüzle ilgili plan ve projeler, gündüzde de geceye dair stratejiler geliştirmelidir.
Sürekli ve kesintisiz aksiyon
Böylece inanan gönüller, ömrünün her anını daimî bir amel-i sâlih yörüngesinde değerlendirmeli; gecelere gündüz aydınlığı, kışlara bahar sıcaklığı taşımalıdır. Haddizatında iman, insana her durumda ve her şartta imkân ölçüsünde amel-i sâlih mükellefiyeti yüklemektedir.
Bu mânâdaki sürekli ve kesintisiz aksiyonu anlama adına metaftaki yürüyüşü de hatırlayabilirsiniz. Malûm olduğu üzere tavaf yapan kişi, ortam müsait olduğu zaman tavafı kısa adımlarla koşar gibi yürüyerek gerçekleştirir (remel), fakat izdiham olduğunda da kimseye eziyet etmemek için yerinde zıplar durur, her hâlükârda hareket eder, metafizik gerilimini korur. Allah’ın izni ve inayetiyle de uygun zaman ve zeminde yürüyüşüne devam eder.
Evet, durağanlık bir atalettir. Eşya tabiatı itibarıyla âtıldır, ona hareket veren ise Allah’tır (celle celâluhu). İnsan da fizik âleminin kurallarına tâbidir; yerinde durduğu ân, düşüp dağılma sürecine girer. Tıpkı meteorlar gibi bir boşluk yaşadığında, başka bir câzibe kuvvetine kapılır, sürtünmeyle aşınır, nihayet bir müddet sonra erir ve tükenir. Ama insan, Güneş, yıldızlar ve Ay gibi, bulunduğu yerde de olsa sürekli dönüp hareket ederse o zaman hem hayatiyetini devam ettirir, hem de aldığı hakikat ziyasından etrafına ışıklar neşreder.
Cenâb-ı Hakk’ın, yapılması gerekli olan ibadetleri, günün belli zaman dilimlerine taksim ederek tahmil buyurması da kesintisiz ve sürekli hareket esprisini anlama adına çarpıcı bir misaldir.
Şöyle ki,
وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ
“Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl.” (İsrâ sûresi, 17/79)
âyeti ışığında siz gecenin belli bir kısmında kalkar, Kur’ân okur ve teheccüd namazı kılarsınız. Yine seher vaktinde,
كَانُوا قَلِيلًا مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ وَبِاْلأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde de bağışlanma dilerlerdi.” (Zâriyât sûresi, 51/17-18)
âyetlerinin işaretiyle âdeta istiğfarla gürlersiniz. Sonra sabah namazı vakti girer; önce sünnetini, sonra da farzını eda edersiniz. Güneş doğup kerahet vakti çıktığında işrak namazını ve öğle vaktine yakın zamana kadar da duha namazını eda edersiniz. Öğle namazını, günlük işlerin âdeta sırtınızda olduğu bir vakitte ikame edersiniz. İkindi namazıyla Allah’ın (celle celâluhu) huzuruna koşmak suretiyle, günün daha da artmış olan o ezici yorgunluğunu âdeta ruh ufuklarında bir seyahate çevirir ve dinlenmiş olursunuz. Yine akşam ve yatsı namazlarını da aynı duygu ve düşüncelerle îfa edersiniz de ruhen herhangi bir boşluğa düşmemiş olursunuz.
Günlük ibadet hayatımız, nasıl Cenâb-ı Hak tarafından böyle bir takvime bağlanmış, bir boşluk bırakılmamışsa; insanlık yolunda yapılacak hizmetlerde de haftalar, aylar, mevsimler ve hatta seneler böyle bir aksiyon anlayışıyla taksim edilmelidir. Bu mevzuda, her mü’min âdeta bir strateji uzmanı gibi çalışmalı; kendisi, ailesi ve yaşadığı toplumu adına yapabileceği işleri belirlemelidir. Böylece o, kendi hayatiyet ve üretkenliğini de korumuş olacaktır. Zira atalarımız “İşleyen demir ışıldar.” demişlerdir. O hâlde paslanıp küflenmeden daima parlak kalabilmenin yolu, sürekli faaliyettir.
Kur’ân-ı Kerim, iman edenlerden bahsettiği hemen her âyette
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
“Sâlih amel işlerler.” (Bakara Sûresi, 2/25)
ifadesini de kullanır, onların aksiyon yönüne dikkat çeker. “Sâlih amel”, arızasız ve kusursuz yapılan iş demektir. Namaz örneğinde olduğu gibi; onun kâmil mânâda eda edilebilmesi için, nasıl iç ve dış rükünlerinin yanında huşûuna yani Cenâb-ı Hak’la münasebeti aksettiren iç derinliğine de dikkat edilmesi gerekiyorsa, aynı şekilde mü’minin yaptığı bütün işleri, dâhilî ve haricî şartlara riayet ederek yapması gerekir. Böylece mü’min, Allah’a iman edip emin bir insan olma vasfını tescil ettirdikten sonra inancını nazarîde bırakmayacak, onu aksiyonuyla da teyit edecektir.
Râşid Halifeler dönemi başta olmak üzere Selçuklu ve Osmanlıların da ilk dönemlerinde olduğu gibi, işlerini gece-gündüz sürekli hareket esprisi çerçevesinde yürüten fert ve toplumlar, Allah’ın izni ve inayetiyle devrilmeden, yürüdükleri yolda sabitkadem olmuşlardır. Fakat -şanlı ecdadımıza ta’n ve teşnide bulunma anlamında söylemiyorum, zira onların en küçüğü bile benim başımın tacıdır- bir etemmiyet ve ekmeliyet mülâhazasına bağlı olarak denebilir ki, ne zaman fikir ve aksiyon planında boşluklar yaşanmışsa işte o zaman idareciler ordunun başında sefere çıkmamışlar, ihtişamlı ve debdebeli saraylarda hayat sürmeye başlamışlardır. Tabiî buna muhazî olarak halk da kendini rahat ve rehavete salmış, yüce bir mefkûre uğrunda koşturup durmayı unutmuş, sıcak döşek arzusuna düşmüştür. Böylelikle kendilerini dünyevîliğin pençesine salanlar, kendi arzularının gadrine uğramış, dünyevî istek ve bedenî arzularının ağında eriyip gitmişlerdir. Toplum anlayışının bütünüyle eksen kayması yaşadığı böyle bir dönemde, her şeye rağmen kendilerinden beklenen duruşun farkında olan Genç Osman ve Dördüncü Murat gibi kimi idarecilerin ise ihtimal devrin iç ve dış mihrakları tarafından çeşitli usûllerle iflahları kesilmiştir.
Hâsılı, kendilerini, dünyevî hayatın ve cismaniyetin rahat ve rehavetine salanlar, hiç farkına varmadan o rahat ve rehavetin gadrine uğramış, onların kurbanı olup gitmişlerdir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.