Uzlaşı Kültürü
Soru: Milliyetçilik ve ırkçılık duygularının, mezhep ve meşrep taassubunun her geçen gün daha da şiddetlendiği günümüz dünyasında uzlaşma ve birlikte yaşama kültürünün geliştirilmesi adına neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Çokları, küreselleşme ve çoğulculukla birlikte, ihtilaf ve çatışmaların temel kaynağı olan farklılıkların ve kırmızı çizgilerin de bertaraf edileceğini, insanların geçmiş dönemlere nispetle birbiriyle daha fazla kucaklaşacaklarını, farklı zeminlerde daha çok bir araya geleceklerini zannediyordu. Farklı din mensuplarının bazen bir camide, bazen bir kilisede, bazen de bir havrada bir araya geleceklerini veya farklı meşrep ve mezhep mensuplarının bazen bir Kadirî, bazen bir Nakşî, bazen de bir Alevî tekyesinde buluşacaklarını bekliyorlardı.
Ne var ki küreselleşmeyle birlikte tabiatlarda bulunan kimlik dürtüleri daha çok uyarıldı ve bu da “ötekine” karşı farklı farklı tepkilerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Vücudun, kendisine enjekte edilen yabancı bir maddeye tepki vermesi gibi, insanlar da duygu ve düşünceleri, hayat görüşleri itibarıyla kendilerinden farklı olan insanlara karşı tepki gösterdiler. Çünkü insanlık, küreselleşen dünyanın sorunlarıyla yüzleşmeye ve bunların üstesinden gelmeye hazır değildi.
Hâlbuki kanaat önderleri, fikir insanları, entelektüeller, filozoflar değişen dünya şartlarına ayak uydurabilme adına insanların zihinlerini hazır hâle getirmeli, birlikte yaşama kültürüne vurgu yapmalı, sulh ve barış üzerinde durmalıydılar. İnsanlığı, farklı kimliklerin, etnik ve dinî farklılıkların, mezhep telakkilerinin sebep olabileceği ayrışma ve çatışmalara karşı uyarmalı, onlarda, herkesi kendi konumunda kabul etme anlayışını geliştirmeliydiler.
Maalesef bu yapılmadı. İşin içine amatörce girildi. Âdeta, “Hele bir engin denizlere yelken açalım. Önümüze çıkan dev dalgalara nasıl karşı koyacağımızı daha sonra düşünürüz.” denildi. Bu sebeple önümüzdeki yıllarda insanlığı ne tür tehlikelerin beklediğini kestirmek zor görünüyor. İnsanlık adına yararlı işler yapmaya kendini adamış ruhların mutlaka bu konulara kafa yorması ve çözüm önerileri geliştirmesi gerek.
Mesela Hz. Bediüzzaman’ın, “Tâbiiyeti, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete tercih etme” şeklinde dile getirdiği husus, ihtilafların önüne geçme adına önemli bir ölçüdür. Bunun anlamı, önde bulunmak çok tehlikeli bir şey olduğu için, idare işini başkalarına bırakma demektir. Bu ciddi bir fedakârlık ve kahramanlıktır. Böyle bir tavır, farklı mezhep, meşrep ve mezaklar arasında ortaya çıkabilecek potansiyel ayrılıkların önüne geçme adına bir reçete olabilir. Fakat bunun, etnik problemlere çare olması zordur.
Diplomasi
Mevcut ihtilafların giderilmesi ve ortaya çıkan problemlerin bastırılması adına hemen güç ve şiddete sarılma yerine, akıl ve mantığı öne çıkarma ve diplomasiyi sonuna kadar değerlendirme de dünyanın daha yaşanılabilir bir yer olması adına önemli dinamiklerden bir diğeridir. Fakat ne yazık ki güç ve kuvvet hakkın emrine verilmeyince yanlış yerde kullanılıyor. Ortaya çıkan sıkıntıları bastırma adına hemen kaba kuvvete başvuruluyor ve insanların üzerine yürünüyor. Fakat bu, çok tehlikeli sonuçlar doğuruyor. Muvakkaten sorunlar bastırılsa bile, orada kin ve nefret ödemi oluşuyor. Bu ödem de gelecek nesillere tevarüs ediyor. Gencecik nesiller, babalarına ve dedelerine yapılan haksızlığı konuşarak büyüyor ve intikam duygularıyla oturup kalkıyorlar. Dolayısıyla da uygulanan şiddet faydadan çok zarar getiriyor.
Bu itibarladır ki devletler, gerek ülke içerisinde gerekse uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan sorunları çözmek için hemen kaba kuvvete sarılmamalıdır. Kaba kuvvetin olduğu yerde, en temel insanî değerler ihlâl edilir, nice zulüm ve haksızlıklar irtikâp edilir. Balyoz gibi insanların tepesine inerek, ezerek, kelle alarak bastırılan nice problem daha sonraki dönemlerde daha da büyüyerek nükseder. Çünkü içlerde ukde kalır, ödemler oluşur. Onur ve gururlar yaralanır. Kin ve nefretler arkadan gelen nesillere intikal eder. Bu da, çözüldü zannedilen problemlerin fasit daireler şeklinde devam edip gitmesine sebep olur. Geçici olarak başarı elde edildi zannedilse de problemler daha da büyümüş olarak gelecek nesillere intikal eder ve altından kalkılmaz hâle gelir.
Akıl ve mantık kullanılarak, insanî duygular gözetilerek getirilen çözümler ise kalıcı olur. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fetanet-i uzmâsının en önemli tezahürlerinden biri budur. O, atacağı adımları hiçbir falsoya sebep olmayacak şekilde atmıştır. Hayat-ı seniyyeleri boyunca ortaya koyduğu tavır ve davranışlarıyla bizlere akıllı davranmanın, diplomasiye sarılmanın, şefkat ve merhametle muamele etmenin gönülleri nasıl fethedeceğini göstermiştir.
Dünyanın dört bir yanına açılan amatör ruhların yaşadıkları tecrübeler de samimiyetin, beklentisizliğin, insanlığın ve şefkatin mevcut problemlerle baş etmede ve gönülleri kazanmada nasıl önemli birer iksir olduğunu gösterdi. Çünkü onların bu tavırları, mevcut veya muhtemel olumsuz tepkileri kırdı, reaksiyon gösterme hislerini tadil etti. Yeterince tanınmayan, kültürü hakkında bilgi sahibi olunmayan, profesyonelce hareket edilemeyen zeminlerde dahi nice gönüller kazanıldı, nice dostluk köprüleri kuruldu.
Sevgi Köprüleri
Eğer küreselleşmenin tüm hızıyla sürdüğü günümüz dünyasında birlikte yaşama kültürü geliştirmek istiyorsak, bir taraftan problemlerin çözümü adına diplomasiyi öne çıkarmalı, diğer yandan da farklı anlayışlara, kültürlere, irfanlara, değerlere saygılı olmayı öğrenmeliyiz. Sıkça dile getirdiğimiz bir ifadeyle, herkese, sinemizde oturacağı bir sandalye tahsis edebilmeliyiz ki hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmasın. İşte bu müsamaha ve şefkattir ki çok endişe duyulan korkunç öldürücü silahların önüne geçecek, birbiriyle çarpışan dev dalgaların önünde dalgakıran vazifesi görerek onları tesirsiz hale getirecektir. İşte en yakın çevreden başlayarak bütün dünyada tesis ettiğimiz bu sevgi köprüleri, sulh adacıkları, yaşanması muhtemel çatışmaları önleme adına yapılmış makul birer hamle ve hareket olacaktır.
Maalesef bugüne kadar her zaman birileri, kendinden olmayan kimseleri “öteki” olarak gördü, onlar hakkında önyargılarıyla hüküm verdi ve onları pek çok olumsuzluğun adresi gibi gösterdi. Eğer farklı dil, din, ırk ve kültür ortamlarında neş’et eden insanları, birbirleri hakkında sahip oldukları önyargılardan, yanlış algı ve kanaatlerden kurtarmak istiyorsak, onların farklı ortamlarda bir araya gelmelerini ve böylece birbirlerini daha yakından ve doğru bir şekilde tanımalarını sağlamalıyız. Evet, pek çok yanlış kanaati zihinlerden izale etmenin yolu, beraber oturup kalkmak, beraber yiyip içmek suretiyle insanlar arasındaki perdeleri, duvarları ortadan kaldırabilmektir.
Herkes fıtrî olarak kendi milletinden, mezhebinden, meşrebinden olan insanlara karşı farklı bir alaka duyabilir. Belirli bir anlayışa, hayat felsefesine, düşünce tarzına samimi bir şekilde bağlı olabilir. Fakat bu, başkalarına düşmanlık yapmayı gerektirmez. Mesela ben bir Müslüman olarak kendi yolumu yöntemimi delice severim. Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) bin canım olsa kurban ederim. “Keşke, başkaları da bu hakikat membaını tanısa, bu tatlı su kaynağına kovalarını salsa, bu kevserden kana kana içse ve susuzluklarını onunla giderse!” diyebilirim. Fakat benim bu sevgim, arzu ve isteğim, ne Hıristiyanlara ne Yahudilere ne de başka din mensuplarına düşmanlık yapmamı gerektirmez. Bilakis bana düşen, herkese karşı insanca davranmaktır.
Daha önce farklı münasebetlerle bir düşüncemi dile getirmiş ve şöyle demiştim: Keşke müşterek bahçesi olan cami, kilise ve havralar inşa edebilsek. Veya aynı avlu içerisinde camiyle cemevleri yapabilsek. Mabetlerinden çıkan insanlar aynı bahçede bir araya gelebilse, beraber çay içseler, yemek yeseler ve böylece birbirlerini daha yakından tanıma imkânı bulsalar. Önyargılarından sıyrılsa ve birbirlerini yemediklerini görseler. Öyle bir atmosfer oluştursalar ki, herkes çok rahatlıkla kendi düşüncelerini dile getirebilse, birbirine tebessüm edebilse, birbiriyle kucaklaşabilse. Birbirimize karşı bu şekilde insanca tavırlar ortaya koymaya şiddetle ihtiyaç var.
Maalesef uzun yıllar önce yaptığımız bu teklif ve girişimler havada kaldı. Demek ki insanlık henüz böyle bir seyahate muktedir değilmiş. Türkiye’nin genel atmosferi, insanların dünya görüşleri ve hayat felsefeleri böyle bir şeyi yapmaya müsait değilmiş. Fakat bundan vazgeçmemeliyiz. Böyle bir ufku yakalama adına her fırsatı değerlendirmeliyiz. En azından biz kapımızı, soframızı, gönlümüzü her meşrepten, her anlayıştan insana açık tutmalıyız. Kendimize de onların sofralarında yer aramalıyız. Onları aramıza aldığımız gibi biz de onların zeminlerinde, ortamlarında bulunmalıyız. İlahî ahlâk da bunu gerektirir. Zira Allah, “Kulum Bana doğru bir adım atarsa, Ben ikim adım atarım. O bana yürüyerek gelirse Ben koşarak gelirim.” buyuruyor.
Civanmertlik bekliyorsak önce biz civanmertlikte bulunmalıyız. Teveccüh bekliyorsak önce biz teveccüh göstermeliyiz. Âlemin bizden beklediği, bizim âlemden beklediğimizdir. Günümüzde buna empati diyorlar. İnsanın kendini başka birinin yerine koyarak olaylara onun gözüyle de bakabilmesi. Farklı bir ifadeyle, muhatap olduğu insanların beklentilerini, duygu ve düşüncelerini, heyecanlarını ve saygı duyduğu değerleri göz önünde bulundurabilmesi. Zannediyorum lokal olarak bu meseleyi hallettiğimiz ölçüde, zamanla daireyi genişleterek dünya çapında da benzer güzelliklerin ortaya çıkmasına vesile olabiliriz. Belki de bu, dünyayı sürüklendiği su-i akıbetten kurtarma adına önemli bir adım olur. Bize düşen de iyiliklerin temsilcisi olmak ve ortaya çıkması muhtemel fitneleri göğüsleyebilmektir.
Selçuklu devletinin son zamanlarında, hercümercin hâkim olduğu, her şeyin künde künde üstüne devrildiği kritik bir dönemde yaşamış olan Hz. Mevlâna, öyle bir sevgi atmosferi oluşturmuş ki etkisi günümüze kadar gelmiş; hatta Batı’ya bile ciddi tesir etmiştir. O, bir ayağının kendi değerlerinin göbeğinde, diğerinin ise yetmiş iki milletle beraber olduğunu söylüyor. Bu, gerçekten derince bir mülahazadır. Günümüzde ihtiyacımız olan şey de bu ruh ve manadır. İsterseniz buna “Mesihiyet ruhu” diyebilir ve bunu ahir zamanda Hz. Mesih’in nüzulüyle da irtibatlandırabilirsiniz. Şayet böyle bir sevgi atmosferi, böyle bir uzlaşı kültürü oluşturulabilirse herkes kendi yuvasına, kendi dünyasına çekilir.
Önemli olan, dar alanlı da olsa böyle bir kucaklaşma başlatıp yavaş yavaş çevreye yayabilmektir.
Not: Bu yazı, 31 Ekim 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.
- tarihinde hazırlandı.