Tevazu kanatları yerde mükemmelliğin peşinde
Soru: Mü’minin bir taraftan iradesini son kertesine kadar kullanması ve sürekli mükemmeliyetin peşinde olması fakat diğer yandan da başarılar karşısında nefis muhasebesi yapması ve tevazuu elden bırakmaması gerektiği ifade ediliyor. Bu iki hususun arası nasıl cem edilebilir?
Cevap:: Hakiki mü’min, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’a inanmış, en onulmaz hâdiseler karşısında bile ümidini yitirmeyen azim ve irade insanıdır. Bu sebeple o, bütün yolların tıkandığı durumlarda bile asla ye’se kapılmaz, hep dimdik durur ve önüne çıkan engeller karşısında kendisine yeni bir yol bulup hedefine doğru yürümeye devam eder. Zira o bilir ki Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yolsuz bırakmamıştır. Meselâ Mekke’de yaşama imkânının kalmadığı bir dönemde, Allah (celle celaluhu) Habib-i Zişan’ı için (sallallâhu aleyhi ve sellem) göklere doğru öyle bir yol açmıştır ki, enbiya-i izamın her birisi bu yolun menzillerinde O’na selâm durmuşlardır. Hatta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Cibril-i Emin dahi, “Bir adım daha atarsam mahvolurum.” demiştir.
Mükemmele talip olma ilahî ahlakla ahlaklanmanın gereği
Evet, Allah (celle celaluhu), kendi yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yol mağduru etmemiştir. En umulmadık yerlerde bile onların elinden tutmuş ve onları sahil-i selâmete çıkarmıştır. Siz, bir kuyunun dibine düşebilirsiniz. Fakat hiç beklemediğiniz bir anda birdenbire kuyuya güçlü bir ip salınıverir ve siz de ona tutunarak yukarı çıkarsınız. Yeri gelir üç beş tane kardeşin gadr, haset ve çekememezliğine uğrarsınız. Fakat bir müddet seyr u sulûk-i ruhani geçirdikten sonra bakmışsınız bir anda Cenâb-ı Hak sizin için gönüllerde tahtlar kurmuş. Bu açıdan hangi ağır şartlarla karşılaşırsa karşılaşsın Allah’ın yardım ve inayetini her zaman arkasında hisseden mü’minler büyük işlere talip olur, o büyük işleri kendi kamet-i kıymetine göre yapma adına iradelerinin hakkını vermeye gayret eder ve böylece en mükemmel eserler ortaya koymaya çalışırlar. Zira bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlere Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmayı emretmiştir. Bu konudaki ilahi ahlak, bir ayette “الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ ” (Secde Sûresi, 32/7) diğer bir ayette “الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ” (Neml Sûresi, 27/88) ifadeleriyle belirtilerek, O’nun, yaptığı her şeyi en iyi, en güzel, en sağlam, en mükemmel şekilde vücuda getirdiği beyan edilmiştir. O, ibdâ, inşâ ve ihyâ etmişse görenlere, “Dahası olmaz.” dedirtmiştir. Hazreti Pîr de, bununla ilgili olarak İmam Gazzâlî’nin şu sözünü nakletmiştir: لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Kâinatta mevcut olandan daha güzeli mümkün değildir.” Evet, kâinata kuşatıcı bir nazarla bakan ve tığını sebep-sonuç arasında götürüp getirebilen bir kimse şu itirafta bulunmak zorunda kalacaktır: “Allah, kâinatı öyle güzel yaratmıştır ki, bana bin sene ömür verilseydi ve ben, mevcudatın küçük bir parçasını inşa etmekle memur kılınsaydım, asla bunu yapamazdım.” İşte ilahî ahlak bize şunu göstermektedir: Mü’min, Allah yolunda koştururken bütün cehdini ortaya koyup işlerini en güzel ve en sağlam şekilde yapmaya çalışmalıdır.
Amellerinizi Allah’a ve Resûlüne arz ediyor gibi yapın
Mü’minin Allah rızası yolunda yaptığı işlerde mükemmele talip olmasıyla alakalı Tevbe Sûresi’nde ise şöyle buyrulmuştur:
اِعْمَلُوا فَسَيَرَى اللهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
"Amel edin: Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecekler. Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.” (Tevbe sûresi, 9/105)
Cenâb-ı Hak, burada bir fiil ortaya koyma manasına gelen اِفْعَلُوا fiilini kullanmamış, bunun yerine اِعْمَلُوا buyurmak suretiyle mü’minlere amelde bulunmalarını emretmiştir. Amel etme ise –başka âyet-i kerimelerde sıkça “salih amel” ifadesiyle nazara verildiğinden anlaşılacağı üzere– neticesini hesap ederek belirli bir plan dâhilinde pozitif ve arızasız iş yapma demektir.
Âyet-i kerimenin devamında, amellerin Allah’ın, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin teftişine arz etme mülâhazası içinde yerine getirilmesi emredilmiştir. Yani bir mü’min öyle bir amel ortaya koymalıdır ki Allah, “Bu iş, işte böyle olur.” buyursun, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Barekallah benim ümmetime!” desin, mü’minler de yapılan amele baktıklarında, “Keşke biz de böyle güzel bir iş yapmaya muvaffak olsaydık!” desinler.
Söz buraya gelmişken, asıl konumuz olmasa da bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Yaptığı amellerde mükemmelliğin peşinde olan bir mü’minin amacı, başkalarının beğeni duygusunu harekete geçirip onu gıptaya sevk etmek değildir. Bilâkis o, yapılan işin hakkını vermek suretiyle rıza-i ilâhiyi tahsil etmeye çalışır. Bu açıdan böyle birisine imrenmek, ona benzemeye çalışmak, uhrevî güzellikleri elde etme noktasında ondan geri kalmamak için gayret etmek gibi düşünceler makbul olsa da, kıskançlık ve rekâbet duygusuyla meseleye yaklaşmak asla bir mü’min sıfatı olamaz.
Melekler bizim için ne güzel örnek!
Kur’ân-ı Kerim, melekler hakkında, لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَۤا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ "Onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam olarak yerine getirirler.” (Tahrîm sûresi, 66/6) buyurmuştur. Yani onlar, Allah’ın her bir emrini kılı kırk yararcasına yerine getirir ve bir milim ölçüsünde bile O’nun emirlerine muhalefet etmezler. Bu özellikleri itibarıyla onlar bizim için önemli birer örnektir. Dolayısıyla mü’minler de işlerini, Cebrail (aleyhisselam) çizgisinde dengeli, yerinde ve takdir-i ilâhiye mazhar olacak şekilde yerine getirmelidirler. Gerekirse Allah’ın kendilerine ihsan buyurduğu iradenin hakkını verme ve sorumlu oldukları vazifeleri mükemmel bir şekilde yerine getirme adına göbeklerini çatlatmalı, şakaklarını zonklatmalı ve öz beyinlerini burunlarından kusmalıdırlar. Zira güzel bir sözde ifade buyrulduğu gibi, kim bir işin arkasına düşer, onu yerine getirme adına bütün ceht ve gayretini ortaya koyarsa, Allah da ona istediğini lütfeder.
Başarıyla gelen ağır imtihan
Bu ölçüde bir cehd u gayret ortaya koyan bir insan Allah’ın izni ve inayetiyle hakikaten çok güzel neticelere muvaffak olabilir. Belki binler, yüz binler böyle güzel bir faaliyet etrafında kümelenerek onu yapana teşekkürler, medh u senalar yağdırabilir. İşte insan için en büyük imtihan da bu noktada başlamaktadır. Şahıs, ortaya çıkan neticeleri kendinden mi bilecek yoksa hakiki sahibine mi verecektir? Başarılar onda şükür duygularını mı tetikleyecek yoksa baş dönmesine, bakış bulanmasına mı yol açacak? Bu ağır imtihanı başarıyla geçen, nefsini terbiye istikametinde onun başına sürekli balyozlar indirip duran, mahviyet ve tevazu mülahazasına kilitlenmiş gönül erleridir. Onlar kazanma kuşağında insana kayıplar yaşatacak böyle kritik bir noktada hadlerini bilirler. Nasıl ki işin başında iradenin hakkı verildiyse, burada da vicdanlarının hakkını verir ve durması gerekli olan yeri doğru tayin ederler. Bu bakış açısına göre onlar, asla nefislerine pay çıkarmaz, “Yapan O’ydu, eden O’ydu, eyleyen O’ydu!..” der, yılandan-çıyandan kaçar gibi gurur, kendini beğenme gibi zaaflardan kaçar, yapıp ettiklerini beğenmek bir yana kendi muhasebe ufukları açısından işin eksik kalan taraflarını görür, onlara üzülür ve daha mükemmelini ortaya koyamamanın ızdırabını yaşarlar.
Biraz daha açacak olursak, hayatın değişik birimlerinde görev yapan insanlar, vazifeli oldukları alanla ilgili farklı başarılara imza atabilirler. Yaptıkları her işin üzerine mele-i alânın sakinlerinde hayranlık uyaracak ölçüde güzellik mühürleri basabilirler. Kimisi yaptığı konuşmalarla, kimisi yazdığı yazılarla, kimisi sevk ve idare kabiliyetiyle, kimisi de sanat kabiliyetiyle mükemmel işler ortaya koyabilirler. Fakat bütün bu muvaffakiyet ve zaferler karşısında hakiki mü’min, “Benim yerimde aklı başı yerinde ve vicdanı engin bir başkası olsaydı, muhtemelen çok daha mükemmel ve verimli iş ortaya çıkarırdı” der, demelidir.
Hatta farz-ı muhal onun bir parmak işaretiyle, ay ikiye yarılsa, güneşin yörüngesi değiştirilse, dünyadaki bütün insanlar yüce bir hakikat etrafında bir araya getirilse, Cibril-i Emin’in ameli ölçüsünde bir başarı sergilense yine de vicdanın sesi şunu söylemelidir: “Benim yerimde bir başkası olsaydı, kim bilir bu işi nasıl daha sağlam ve güzel yapardı! İşin doğrusu bu işler benim kirli elimden ortaya çıktığı için olması gereken yerin oldukça gerisinde, perişan, derbeder ve güdük kaldı.”
Kıyamet ve kendini kınayan nefis
Mü’minin nefsini bu ölçüde yerden yere vurması niçin bu kadar önemlidir? Zira, işin sonunda kazanma kuşağında en büyük kaybı yaşama vardır. Bakın Cenâb-ı Hak, Yüce Beyan’ında
لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
"Kıyamet gününe kasem ediyorum. Nefs-i levvameye kasem ediyorum.” (Kıyâme sûresi, 75/1-2)
buyurmak suretiyle kıyamet gününe yemin ettikten sonra, nefs-i levvâmeye yemin etmiştir. Bilindiği üzere önem verilen, kıymetli olan şeylere yemin edilir. Kıyamet günü önemlidir. Çünkü o gün, insanların gözlerinde büyüttükleri bütün kehkeşanlar, samanyolları, güneş sistemleri Allah’ın ilm-i muhiti, irade-i müthişesi ve tasarrufat-ı azimesi karşısında herc ü merc olacaktır. O gün, her şey adeta bir saman çöpü gibi savrulup hallaç edilecektir. İşte burada kıyamet gününe yemin edilerek Allah’ın bu tasarrufat-ı sübhaniyesinin çok büyük bir hâdise olduğu nazara veriliyor.
Bunun arkasından ise nefs-i levvâmeye yemin ediliyor. Nefs-i levvâme ise, yaptığı işleri beğenmeyen, sürekli kendisini sorgulayan ve kınayan nefis demektir. Bu yönüyle o, nefis yoluyla terakkide ilk basamaktır. Bu basamağı çıkamayan bir insanın nefs-i mülhemeye, nefs-i mutmainneye, onun iki farklı kanadı olan nefs-i radiye ve mardiyyeye, hele nefs-i sâfiye veya nefs-i zâkiyeye ulaşması mümkün değildir. Nefs-i levvâme, insanı bu nefis mertebelerine ulaştıracak bir merdiven, bir helezon ve bir asansör gibidir. Bu sebepledir ki, insanın sürekli kendisiyle yüzleşmesi, meydana gelen olumsuzlukları kendisinden bilmesi, her zaman kendisini kınaması çok önemlidir.
Günahlardan temizlenmenin en emin yolu
Zafer ve başarılar sonucunda ortaya çıkacak nefsanî tuzaklar karşısında nasıl bir mücadele sergilenmesi gerektiğine dair Hazreti Pîr’in yaklaşımı da oldukça dikkat çekicidir. O, bir yerde âdeta nefsini karşısına alır ve ona şöyle hitap eder: “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. إِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyit ve takviye eder.’ (Buhâri, cihad 182; Abdurrezzak, el-Musannef 5/270) sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” (Bediüzzaman, Sözler s. 515 (Yirmi Altıncı Söz, Dördüncü Mebhas)) Onun nefsin tezkiye edilmesi adına ortaya koyduğu disiplin ise, nefsin tezkiye ve tebrie edilmemesidir. Buna göre kendisini kirli görmeyen, arınmaya ihtiyacı olduğunu düşünmeyen bir insan nefsini tezkiye etmiş olmayacağından müzekka da olmaz. Müzekka olmadığından dolayı da nefsin, bütün olumsuz ve negatif şeyleri kendinden bilmesi gerekir.
Eksik ve kusurları insan kendinden bilirse ne olur? Böyle bir kişi Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve O’ndan hidayet talebinde bulunur. Aynı zamanda Allah (celle celaluhu) onun bu tür mülâhazalarını, bir iç nedamet ve tevbe olarak kabul buyurur ve ona affa giden yolları açar. Bu tür mülâhazaları olmayan bir insan ise hiç farkına varmadan elli türlü hata işler ama yine de kendisini bir şey zanneder. Tıpkı günümüzün pek çok insanının lâ şey (hiçbir şey) oldukları halde kendilerini bir şey zannetmeleri gibi.
Düşünün ki, kendi dönemindeki süper güçleri dize getiren, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar Allah karşısında el pençe divan duran, sürekli kemerbeste-i ubudiyet içinde O’na inkıyatta bulunan ve aynı zamanda günahın semt-i nasutiyetine sokulamadığı bir insan olan Hazreti Ömer, kuraklık olduğu bir dönemde bir harabenin içinde başını yere koymuş ve “Allah’ım, ne olur benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammedi mahvetme!” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Başka bir gün kendisine, “Ey Emire’l-mü’minin, bir yağmur duasına çıksan!” dediklerinde, muhtemelen kendi kendine, “Ben kim, el kaldırıp Allah’tan yağmur istemek kim!” demiş ve böyle bir mülahazayla Hazreti Abbas’ın elinden tutup onunla bir tepeye çıkmıştır. Daha sonra da onun elini yukarı kaldırıp, “Allah’ım, bu senin Habibi’nin amcasının elidir. Bunun hürmetine bize yağmur ver!” diyerek kendini nefyedip Hazreti Abbas’ı şefaatçi kılarak isteyeceğini istemiştir. Siyer kaynakları diyor ki, bunun üzerine şakır şakır yağmur yağmaya başladı.
İşte kâmil insanın tavrı bu olmalıdır. O, yaptığı işleri mükemmel yapmanın, her zaman işin en mükemmeline talip olmanın ve iradesini son kertesine kadar kullanmanın yanı başında, yaptığı işlerde kendine göre türlü türlü eksiklikler görmeli ve sürekli kendisini sorgulamalıdır. Hazreti Ömer’e nisbet edilen bir sözde yer aldığı üzere o, sîgaya çekilecek gün gelmeden önce kendisini sürekli sîgaya çekmelidir.
Hâsılı, Zat-ı Ulûhiyet’e arz edildiğinde bir mahcubiyet duymayacağı ölçüde mükemmel iş yapan bir insanın aynı zamanda kendi kusurlarını görmesi ve “Bu işleri bir başkası daha iyi yapardı. Ben ise bunu elime yüzüme bulaştırdım.” mülâhazasıyla oturup kalkması, Allah’ın izni ve inayetiyle tepeden tırnağa onun bütün kusurlarını âdeta âb-ı hayatla, zemzemle yıkanıp arınmış hâle getirecektir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.