Nimeti Hakiki Sahibine Verme
Bugüne kadar Cenab-ı Hakk’ın bu hizmete çok büyük lütufları oldu. İşin başlangıcında hayal dahi edemeyeceğimiz açılımlar, aklımızın köşesinden bile geçmeyen güzellikler nasip etti. Ehl-i dünya bu tür şeyleri ifade etmek için “mucize” kelimesini kullanır. Biz, dinî ölçülere muhalif düşmeme adına buna “Hizmet’in kerameti” diyebileceğimiz gibi, daha iddiasız ve selametli bir kavram olan “ikram-ı ilâhî” tabirini kullanmayı da tercih edebiliriz. Adına ne dersek diyelim, bunların sıradan işler olmadığı muhakkak. Mazhar olduğumuz bunca nimeti bizim daracık karihalarımızla, minnacık ceht ve gayretlerimizle izah etmek mümkün değil. Allah, hizmet insanlarına, mevcut konjonktürü çok iyi değerlendirme imkânı verdi. Hiç ummadıkları şahısları onların yardımına koşturdu. Hâl-i hazırda dönen bu kocaman çarkın plan ve projesinin ellide birine bile vâkıf değildik. Silsile şeklinde cereyan eden bütün gelişmeler, âdeta bir makro planın parçaları gibi gelişti.
İşin başlangıcında, yapılan hizmetler belki karınca yürüyüşü gibi bir şeydi. Fakat öyle bir gün geldi ki küheylan gibi koşmaya başladık. O günlerden bugünlere kendi kiyasetimiz, dirayetimiz ve ferasetimizle gelmedik. Bunu, falanın filanın konuşmasıyla, yazmasıyla, idare kabiliyetiyle vs. izah etmek mümkün değil. Bizleri böyle bir yola sevk eden, bizlere bir makro plan içinde sorumluluklar yükleyen ve bizleri birer figüran olarak kullanan, Allah’tı. Öyle ekstradan lütuflara mazhar olduk, başımızı aşkın öyle nimetlere nail olduk ki, bunları sahiplenmek mümkün değil. Birinin bütün bunları kendi güç ve kuvvetiyle yaptığını iddia etmesi, “Everest tepesini devirdim” demesi gibi büyük bir iddia olur. Yapılan hizmetlere kenarından köşesinden az sahip çıkan bir insanın, kalkıp büyük iddialarda bulunması Allah’a karşı saygısızlıktır. Bugüne kadar yapılan hizmetleri değerlendirirken çok dikkatli, çok hakkaniyetli olmalıyız.
Verdikleri, Vereceklerinin Teminatıdır
Cenab-ı Hak bundan sonra neler nasip edecek onları da bilemiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey var; bugüne kadar verdikleri, bundan sonra vereceklerinin en büyük teminatıdır. Allah’a güven ve itimadımızın gereği olarak, O’nun küçük kıpırdanışları bile karşılıksız bırakmayacağına inanıyor ve geleceğe hep ümitle bakıyoruz. Yeter ki biz sözümüzden caymayalım, vefa ve sadakatten ayrılmayalım, ihlâs ve samimiyetimizi kaybetmeyelim, yaş ve kıdemin altında kalmayalım, makam ve mansıba takılmayalım. Dahası, bunca lütuf ve nimeti kendimizden bilerek kesintiye uğratmayalım. Sadece hizmeti düşünelim. Geriye dönüşünü düşünmeden iyilik yapıp denize atalım. Nasıl olsa Hak Teâlâ yapılan her şeye vâkıf ve nigehban değil mi! Şayet O, teyit ve yardımını; hasbiliğe, mahviyete, tevazua, kendini sıradan insan görmeye bağlamışsa, bize düşen vazife de bu kıvamı elde etmek ve korumaktır.
Eğer biz bu kıvamımızı koruyabilirsek, kim bilir belki de bundan sonra dünya çapında öyle büyük inkişaflar yaşanır, Cenab-ı Hak mevsimi gelince fedakâr ruhlara öyle işler yaptırır ki ortaya çıkan güzellikler karşısında, Fetih suresinin sonunda da ifade edildiği üzere, ayrı bir şaşkınlık ve bir hayret daha yaşarız. Ektiğimiz tohumlar öyle rüşeymler oluşturur, öyle başağa yürür, öyle güçlü dal budak salar, öyle semereler verir ki, tohumu toprağa saçan bile böyle bir tablo karşısında kendinden geçer, hayretten hayrete girer. Kalbindeki inanma istidadını kaybetmiş, insanlık adına faydalı olan bütün güzel faaliyetlere karşı içinde cibilli düşmanlık hisleri taşıyan nankör ve zalimler ise böyle bir manzara karşısında gayzlarından çatlayacak hâle gelir. Bütün çabalarına rağmen meydana gelen güzelliklerin önünü alamadıkları için hafakanlar geçirirler.
Bizler, geleceğin dünyasında herkese kucak açmak, insanlar arasında diyalog köprüleri kurmak, paylaşma duygusunu hâkim kılmak, bir sulh ve hoşgörü atmosferi tesis etmek istiyoruz. İstiyoruz ama şunu da unutmuyoruz: Bunlar, güçlü ordularla, büyük organizasyonlarla başarılacak işler değildir. Bunları gerçekleştirecek olan Allah’tır. Öte yandan biz hepimiz sıradan insanlarız. Hiçbir iddiamız yok. En büyük kredimiz, Allah’a karşı aczimizin, fakrımızın farkında olmamız. Bizler inanıyoruz ki, Allah bazen büyüklüğünü gösterme adına çok küçük şeylerden çok büyük neticeler çıkarır. Bunun tabiî hadiselerde olduğu gibi sosyal hayatta da sayısız örnekleri vardır. Koskocaman kâinatları küçücük partiküllerden yaratan, zayıf ve yumuşak köklere sert kayaları parçalatan Allah, bazen küçük bir insanın yaptığı işi dünyaya mâl eder. Aynen öyle de bir bakarsınız, bizim minnacık gayret ve himmetlerimizden baş döndürücü güzellikler meydana getirmiş.
Kendini Nazara Verme Marazı
Bir kere daha hatırlatalım ki bütün bunlar, Cenab-ı Hakk’ın sevkiyle olan şeylerdir. Dolayısıyla bunları Mün’im-i Hakiki’den gelen nimetler bilmeli, nail olunan bu nimetleri birer ikram-ı ilâhî görmeli ve meseleye sevk-i ilâhî nazarıyla bakmalıyız. Bizi tevhidden uzaklaştıracak, Allah’tan koparacak tüm mülahazaları elimizin tersiyle itmeliyiz. Aksi takdirde farkına vararak veya varmayarak kendimizi nazara verir, ortaya çıkan güzellikleri kendi karihamıza, kendi kabiliyetimize, kendi başarılarımıza bağlarız. Bazen tavırlarımızla, bazen sözlerimizle, bazen mimiklerimizle kendimizi ifade eder, her şeyin merkezine kendimizi oturturuz. Yaptığımız işlerden bir iki misal vermek için sürekli fırsat kollar ve olup biten şeylerin bize atfedilmesini sağlamaya çalışırız.
Diyelim ki inkişaf etmiş hizmetlerden bahsediliyor. Söz kendi alanımızla ilgili işlere geldiğinde hemen orada öksürür, boğazımızı temizler ve bir şekilde dikkatleri üzerimize çekmeye çalışırız. Hatta bazen kendimizi nazara verme adına daha ustaca yollara başvururuz. Nazarları meşgul olduğumuz sahaya çeker ve “Şunlar şunlar yapılıyor” deriz. Nasıl olsa orada bulunanlar bu işlerin kimin tarafından yapıldığından haberdardır. Dolayısıyla da takdir ve iltifatların yöneleceği yer bellidir. Bu da şeytanın ayrı bir oyunudur. Şeytan ve nefsin bu tür oyunlarına gelmek, nimetlerin kesilmesine sebep olur.
Kendini ifade etme, önde gözükme, takdir ve iltifata çalışma gibi şeyler insan tabiatında mevcut birer zaaftır. Nefis, her güzel şeyden kendine pay çıkarmak ister. “Hak ve hakikat ifade edilsin ama ben de unutulmayayım” der. Bir mecmuada iki satırlık yazı yazarak, bir gazetede bir köşe tutarak, bir televizyonda üç beş kelimelik de olsa bir konuşma fırsatı bularak bir şekilde kendini ifade etmek ister. Şeytan da nefsin kendi hesabına değerlendirdiği bu işleri hayra matufmuş gibi gösterebilir. Ona, “Ben de bazı şeyler biliyorum. Bunları neden anlatmayayım ki! Anlatıp neden insanlara faydalı olmayayım ki! Öyleyse bana da bir imkân ve fırsat tanınmalı, ortam hazırlanmalı, yol verilmeli değil mi?” dedirtir.
Özellikle kıdemle birlikte insanlarda kendini ifade etme marazı da zuhur eder. Buna bir çeşit yaşlılık hastalığı da diyebilirsiniz. Ve bu, kurtulması çok zor bir hastalıktır. Bundan kurtulmak için sürekli iradenin hakkını vermek gerekir. İnsan, kendi çıkarıyla alakalı içinde beliren ne kadar mülahaza varsa bunların hepsine karşı ciddi bir isyan düşüncesiyle karşı koymalıdır. Nefsinin “Ben dedim, ben yaptım, ben başardım…” şeklindeki hırıltılarına karşı kendini “hayır” demeye alıştırmalıdır. Bütün “ben”lerin başına bir balyoz indirmeli ve her şeyi Allah’a vermelidir. Dolaylı yollarla, ima ve işaretlerle bile olsa, kendisine ait başarıları gündeme getiren ne kadar laf-ı güzaf varsa şu veya bu şekilde bunların hepsinin hakkından gelmesini bilmelidir.
Nefisle Mücadele
Eğer bir insan, tezkiye-i nefs edememiş, hakiki tevhide ulaşamamış ve gerçekten Allah’a teslim olmamışsa kendisiyle ilgili mülahazaların nefsin ve şeytanın telkinleri olabileceğini göz ardı etmemelidir. Dolayısıyla da hayvaniyetten çıkacağı, cismaniyeti bırakacağı âna kadar olup biten her şeye “sevk-i ilâhî” deyip işin içinden sıyrılmaya, nefsinin hırıltılarını iradesiyle bastırmaya çalışmalıdır.
Biz inanıyoruz ki bütün güzellikler Allah’tandır. Piyanonun tuşlarına dokunan biz olsak da piyanoya ses çıkarma kabiliyetini, bize de hareket kabiliyetini veren, bizi oraya yönlendiren ve sesi çıkaran Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb’dır. Ne var ki bir kişinin işin bidayetinde bütün bunları anlaması, hissetmesi, duyması kolay olmayabilir. Bu itibarla insanın böyle bir şuura ulaşacağı âna kadar iradesini zorlaması ve her meseleyi Allah’a bağlaması çok önemlidir. Şayet temrin yapa yapa her meseleyi Allah’la irtibatlandırmayı bir alışkanlık, bir tabiat hâline getirirse, bırakın kendisinin yapmasını, bir başkasının meseleleri ona bağlamasından bile tiksinti duyacaktır.
Bütün bunları aşabilme, nefsin bu tür oyun ve hilelerinin üstesinden gelebilme ise marifetullaha, Allah’la münasebetteki derinliğe bağlıdır. Zira böyle bir derinliğe ulaşan insan, fiiller âleminde cereyan eden bütün işleri esmâ-i ilâhiyenin tezahürlerinden ibaret görecektir. Bu konuda daha da ileri giden biri, “Bütün bunlar sıfât-ı sübhaniyenin tecellilerinden ibaret” diyecektir. Bunun bir sonraki adımı ise sıfât ve esmânın da hafızadan silinip gitmesi ve maddî dünyada cereyan eden her şeyin itibârât ve şe’n-i rububiyetin gereği olarak görülmesidir. Ne var ki böyle bir ufka ulaşmak hiç de kolay değildir. Ciddi bir mücahede ve mücadele ister.
İşte insan böyle bir ufku ihraz edinceye, bu konuda gerçek tevhid ve ihlası kazanıncaya kadar kendini biraz zorlamalı, belki kendi iradesine terettüp eden şeyleri bile görmezden gelmelidir. Mazhar olunan nimetlere dışarıda bir fail aramak suretiyle nimetin kaynağına onu kurutacak civa akıtmamalıdır. Bilakis onları gerçek sahibinden bilmeli, şükür ve hamd ile Allah’a yönelmelidir. Ta ki nimetler kesintiye uğramadan devam edip gitsin. Tıpkı zemzem kuyusu gibi çektikçe altından fışkırıp dursun. Milyonlarca insan ondan su içse, ihtiyacını görse de kaynağı kurumasın. Nasıl kurur ki! Onun menbaı, hazineleri “la tenfed” olan (hiç tükenmeyen) Allah’ın elindedir.
***
Not: Bu yazı, 2 Haziran 2007 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.
- tarihinde hazırlandı.