Nimet ve Külfet Dengesi
Bazıları İslâm davasını, nispeten rahat ve kolaylık zamanlarında üzerine alır. Daha başkaları ise şartların olabildiğince ağır ve zor olduğu dönemlerde onu sırtlanır. Önemli olan, insanın içinde bulunduğu hâle razı olması ve hâlin gereklerine göre üzerine düşen vazifeyi tam tekmil edâ etmesidir. Mesela bazıları rahat yaşadığı sürece dine hizmet eder, Allah rızası istikametinde bir hayat yaşar ve dolayısıyla Cennet’i kazandıracak ameller işler. Gel gör ki aynı kişi, ağır imtihanlara maruz kalacak olsa, kazanma kuşağında kaybedebilir.
Büyüklüğe, büyüklere, onların hâllerine özenmek güzeldir. -İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallâllahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle- en hayırlı zaman dilimi, asr-ı saadettir. İnsanlığın gördüğü göreceği en hayırlı nesil de sahabe neslidir. Buna rağmen “Keşke ben de Allah Resûlü zamanında yaşasaydım!” bile dememeli. Çünkü o dönemde yaşamanın getirileri kadar götürüleri de vardır. Nimeti kadar külfeti de söz konusudur. Zira imtihan çok ağırdı. O dönemde yaşamak öyle riskli ve tehlikeliydi ki, insan, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallâllahu aleyhi ve sellem) yanında saf tutabileceği gibi, -Allah muhafaza- O’nun karşısında da yer alabiliyordu. Zira bir insanın cahiliye döneminin tortularından kurtularak, içinde yetiştiği kültür ortamını terk ederek iman etmesi hiç de kolay değildi. Her devirde peygamber yolunun temsilcilerine tavır alanlar gibi, o gün de Efendimiz’e tavır alarak ebedî hüsrana uğrama, ihtimal dahilindeydi. O dönemde iman ettikten sonra sabit kadem kalabilmek de kolay değildi; düşman kavî, mücadele çetindi.
Hepimiz, yetiştiğimiz kültür ortamlarının çocuklarıyız. Bizler, yetiştiğimiz dönem itibarıyla zorlanmadan Allah’ı, Efendimiz’i ve İslâm’ı kabul ettik. İslâmî gelenek ve görenekler ruhumuza sindiğinden, dini kabul etmede bir zorluk yaşamadık. Bu sebeple hâlimize ne kadar şükretsek azdır. Mehmet Akif, hislerine yenik düşüp,
Gül devrini bilseydim O’nun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu!
dese de meseleye tek yönlü bakmamak lazım. Kazanç ufku kadar kaybetme dehlizlerinin de görülmesi gerekir. “Bi hasebi’l-mağrem el-mağnem (Kazanç imkanı, risk ölçüsündedir/nimet ölçüsünde külfet)” kaidesince, Asr-ı Saadet’te yaşamanın, nimetleri kadar risklerinin de olduğu unutulmamalı. O dönemin sıkıntılarına katlanabilir miydik katlanamaz mıydık, bunu hiçbirimiz bilemeyiz. Bu yüzden, hâlimize razı olmalı ve sahip olduğumuz imkânları en iyi şekilde değerlendirmeye bakmalıyız. İçinde yaşadığımız genel hava, sosyal yapı, şartlar ve sistemin Müslümanlığı yaşama ve başkalarına anlatmanın ne kadarına müsaade ettiğini ölçmeli, tartmalı ve bu çerçevede hareket etmeye çalışmalıyız.
Ne sahabenin ne tâbiînin ne tebe-i tâbiînin ne de daha sonraki dönemlerde yaşamış büyük zatların çektikleri çileleri hafife almayalım. Onların pek çoğu, hayatlarını at sırtında, cephelerde geçirmiş ve sürekli düşmanla yaka paça olmuşlar. Bir yerden başka bir yere hicret edip durmuşlar. Pek çoğu cephelerde can vermiş. Kendileri ölmüşler ama başkalarının dirilmesine vesile olmuşlar. Tabii bu arada bir kısım kimseler de dökülüp yollarda kalmış.
Bizim gibi rahata alışmış ve ciddi sıkıntı görmemiş bir neslin bu tür ağır imtihanlar karşısında sebat etmesi, tahammülfersa zorluklara katlanması kolay olmayacaktır. Bu itibarla “Allah’a hamdolsun ki bizi bu dönemde yarattı, götüremeyeceğimiz yükleri sırtımıza yüklemedi!” demeli ve hâlimize şükretmeliyiz. Gül devrinde yaşamayı istemek yerine, gül devrinin insanlarının kıvamını yakalama gaye-i hayaliyle yaşamalıyız. Önemli olan, hâlihazırda bir emanet olarak yüklendiğimiz vazifeye ihanet etmemek ve onun hakkını verebilmektir.
Cenâb-ı Hak, bazı fertlere veya toplumlara büyük olma yolunu gösterir, onlara ekstra nimetler bahşeder. Şayet onlar Allah’ın kendileri için takdir buyurduğu bu nimetlerin kadrini bilirlerse, Allah nimetini daha da artırır. Aksi takdirde sıradan insanların durduğu yerde de duramaz ve daha aşağılara inerler. Aslında bir açıdan her insan böyle bir büyüklüğe namzet olarak yaratılmıştır. Çünkü o, ahsen-i takvime mazhardır, eşref-i mahlûkattır; âdeta bütün bir varlığın hülâsası gibidir. Meleklerin kendisine secde ettiği varlıktır. Allah’ın bu ölçüde kıymet verdiği insan, şayet sahip olduğu donanım ve potansiyelin hakkını vermezse, esfel-i safiline sukut eder. İnsanın önünde üç alternatif vardır: Ya iyi işler yapacak ya kötü fiiller irtikap edecek ya da boş ve hareketsiz duracaktır. Son iki durum, onun sukutuna sebeptir. Yükselmenin ise tek yolu vardır: İyi işler yapma. Kur’ân bunu, iman etme ve amel-i salih işleme şeklinde formüle eder. Her insanın hayatında bu nimet-külfet dengesini görebiliriz. Fakat bu bazılarında daha belirgin olabilir. Bir kimse ne kadar külfete katlanmışsa, hakkında o kadar ganimet takdir edilir. Bu kaide, fıkıhta pek çok ahkâma kaynaklık etmiştir. Mesela savaşta, ölümü göze alarak düşmanla göğüs göğüse çarpışan muharibe verilen mükafatla geri hizmetlerde çalışana verilen aynı tutulmaz.
Aynı kuralı Allah’la münasebetlerimiz açısından da düşünebiliriz. Herkesin kendi kamet-i kıymetine ve kulluktaki derinliğine göre Allah’a yakınlığı söz konusudur. Bir insan kulluk yolunda katlandığı sıkıntılar ölçüsünde Allah’a yaklaşır, Allah’a yaklaştıkça mazhar olacağı nimetler artar ve tabii ki bu ölçüde sorumluluğu da fazlalaşır. Kapının önünde duranla, koridorda tutulan, salona alınanla harem odasına giren kimse aynı olmaz. Kapının önünde duran, durduğu yerin âdâbına riayet etmediği takdirde en fazla, bulunduğu yerden sokağa atılır. Harem odasına kabul edilen ise şayet konumunun hakkını vermez, mazhar olduğu iltifatlara karşı kadirşinas davranmazsa, Everest tepesinden Lût gölünün dibine düşer.
Meseleye şöyle farklı bir misalle yaklaşabiliriz: Allah, bazı kimseleri irşat ve tebliğ vazifesiyle serfirâz kılar veya onları, kitleleri yönlendiren önder ve liderler yapar. Bu durumda onlara düşen vazife, sahip oldukları itibar ve krediyi, imkân ve fırsatları çok iyi değerlendirerek insanları doğru yola sevk etmektir. Fakat onlar bunu yapmayıp, arkalarından yürüyen kalabalıkları yanıltır ve saptırırlarsa, konumlarının hakkını vermedikleri ve hatta bunu istismar ettikleri için üstlenecekleri günah yükü de çok ağır olur.
Şayet bir kişi bir konumu ihraz etmişse, onun hakkını vermekle mükelleftir. Gözünün içine bakan, beklentisi olan ve sözünü dinleyen insanları yanıltmamalıdır. Yanılmamak ve kimseyi yanıltmamak için meşveretten ayrılmamalıdır. Hisleriyle hareket etmemelidir. Kendisine, ailesine, çoluk çocuğuna ait hesapları değil, Allah’ın hesaplarını takip etmelidir. Sürekli Allah’ı ve Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ı hoşnut edecek adımlar atmalı, icraatlar yapmalıdır. Kur’ân ve Sünnet’i kendine rehber tutmalı ve onlara kilitlenmelidir ki arkasına aldığı insanları sukut-u hayale uğratmasın, onların kuvve-i maneviyelerini kırmasın ve onlara inkisar yaşatmasın.
Önemli konumları ihraz eden insanların, konumlarının hakkını vermeleri durumunda elde edecekleri mükâfat büyük olacağı gibi, konum hainliği yapanların maruz kalacakları ceza da bu nispette büyük olur. Bu sebepledir ki Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar: إِنَّ أَحَبَّ النَّاسِ إِلَى اللَّهِ يَوْمَ القِيَامَةِ وَأَدْنَاهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ عَادِلٌ، وَأَبْغَضَ النَّاسِ إِلَى اللَّهِ وَأَبْعَدَهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ جَائِرٌ “Kıyamet günü insanlar arasında Allah’ın en sevdiği ve O’na en yakın olan kişi, adil sultan; Allah nazarında en menfur ve O’ndan en uzak olan kişi ise zalim sultandır.” (Tirmizî, ahkâm 4)
Evet, üzerine aldığı ağır sorumluluğun gereklerini bihakkın edâ eden, her hak sahibinin hakkına ulaşmasını sağlayan adaletli yöneticilerin Allah katında mükâfatı tasavvurlarımızı aşkın olduğu gibi, emanet olarak üstlendiği vazifeye ihanet eden, sorumluluğunu aldığı insanlara âdil davranmayan, Allah’ın kendisine verdiği imkânları gerektiği gibi kullanmayan zalim yöneticilerin veballeri de çok ağır olacaktır. Evet, elde edilecek mükâfatlar ölçüsünde, karşılaşılması muhtemel sıkıntılar da büyük olur. O büyük ganimeti elde edebilmek için ceremesine katlanmak gerekir. Talip olunan kazanç ne kadar çoksa riski de o kadar büyük olur.
Şayet Cenâb-ı Hak, gözünüzü belli ölçüde hakikate açmış, salih insanlarla birlikte hareket etme imkânı bahşetmişse, size düşen, konumunuzun hakkını vermektir. İçinde bulunduğunuz şartları sürekli göz önünde bulundurarak devamlı, “Bu durumda ne yapsam, acaba nasıl bir yol takip etsem?” demelisiniz. Eğer ne yapacağınıza kendi aklınız yetmiyorsa, müşterek akla başvurarak işin doğrusunu bulmaya çalışmalısınız. Bazen siz konumunuzun hakkını verme adına hangi sebeplere müracaat edeceğinizi araştırırken, Cenâb-ı Hak, fevkaladeden lütuflarda bulunur ve sevk-i sübhânîsiyle sizi hayırlı bir yola sevk ediverir. Esasen günümüzde nâil olduğumuz bunca nimeti başka türlü değerlendirmek hata olur.
Öte yandan, konumun hakkını vermek süreklilik ister. İhlas kulesinin zirvesine çıkmak çok zor olsa da sürekli orada kalabilmek ondan da zordur. İhlas kulesine tırmanmak için bir birimlik bir gayrete ihtiyaç varsa, orada kalabilmek için on birimliğine ihtiyaç vardır. Allah muhafaza buyursun, oradan düşen bir insan, Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla derin bir çukura düşer. Çıktığı kule ne kadar yüksekse, düştüğü çukur da o nispette derin olur. Bu sebeple, istikametin korunabilmesi için sürekli tahkim ve tebşire ihtiyaç vardır. Bir taraftan kimsenin kuvve-i maneviyesini kırmamaya özen göstermeli fakat diğer yandan herkesin kendisini sorgulamasını sağlamalıyız. Allah’la münasebetimizi sağlam tutabilme ve konumumuzun hakkını verebilme adına sürekli birbirimize hayırhahlık yapmalıyız. Manevî beslenmeyi, okumayı, düşünmeyi, müzakereyi, derinleşmeyi ihmal etmemeliyiz ki kıvamımızı koruyabilelim.
Bunların yanı sıra Allah bazen bize farklı imkânlar bahşeder. Mesela güçlü medya kuruluşlarına, en çok satan gazetelere, en çok izlenen televizyonlara, en güzel eğitim müesseselerine sahip olursunuz. Bu durumda bunların da kendine göre bir şükür isteyeceğini, bu nimetlerin de hakkının verilmesi gerektiğini unutmamanız gerekir. Müşterek akla müracaat ederek elinizdeki imkânları en rantabl şekilde nasıl değerlendireceğiniz noktasında beyninizi zonklatmanız icap eder. Bir taraftan vermek istediğiniz mesajı doğru belirlemeli ve bunu da doğru bir üslupla sunmalı, diğer yandan da önünüzü kesmek isteyen bir kısım muhalif ve düşmanlara fırsat vermemelisiniz. Aksi takdirde Allah bunların hesabını sorar.
Bu yazı, 26 Haziran 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlandı.
- tarihinde hazırlandı.