Muvakkat fırtınalar ve daimî meltemler
(…) Gerçi hâlâ şerlere açık o “eyyâm-ı nahisât”a [1] dâyelik yapan uğursuz günlerin gölgesi üzerlerimizde ve yer yer fırtınalar şiddetli esmeye devam ediyor; tahribe kilitlenmiş bir kısım çılgın ruhlar hız kesmeden yıkmalarını sürdürüyor ve her yanda fitne ocakları tutuşturarak inanan insanların seslerini kesmeye çalışıyorlar; ama, büyük çoğunluk itibarıyla bizler –inşâallah öyleyizdir– sürekli güzellikleri kolluyor, güzellikler arkasında koşuyor, hülyalarımızı güzelliklerle süslüyor ve neşelerimizi gıcıklayan en derin hazlarla ötedeki saadet saraylarına ait kapıların aralandığını hissediyor ve gıcırtılarını duyar gibi oluyoruz.. duyar gibi oluyor ve bulunduğumuz yerden Cennetlere atlıyormuşçasına masmavi ve aydınlık bir dünyayı temâşâ etme noktasında bulunuyor olma ruh hâletiyle dıştaki tipi-borana rağmen –zaman zaman da olsa– kendimizi bir haz zemzemesi içinde sanıyoruz. İmanın ve Hakk’a itimadın içimize saldığı nurlar sayesinde ne çevremizde oluşturulmak istenen gürültü ve velveleyle sarsılıyor ne her yanı saran toz duman karşısında panikliyor ne de üst üste üzerimize gelen zulme, zalime ve zulümâta “eyvallah” ediyoruz. Allah’a güveniyor, hikmetle donanıyor ve her yörede soluklamaya çalışıyoruz dini-diyaneti, Hak rızasını ve kendi kültür değerlerimizi.
Şimdilerde her yeni gün ve onun içindeki nevzuhur inayetler –O inayetler arkasındaki yed-i Kudret’e ruhlarımız feda olsun!– bizleri bütün dünyayı kuşatan bilmem o kaç asırlık sisten-dumandan arındırıp güzellikleri, nefaseti ve imrendiriciliğiyle hepimizi ve inanan herkesi âdeta Cennet kasırlarını hâvî bir âleme yükseltiyor gibi.. umurumuzda değil sağımızda-solumuzda kuduran kinler, nefretler ve gayzla köpürmeler. Öyle ki, herkesi korkutan, zayıf yüreklere ümitsizlik salan en korkunç fırtınaları, tayfunları, tipileri-boranları ayaklarımızın altından geçip giden ve kılımıza bile dokunmayan “ahvâl-i âdiye”den hâdiseler gibi görüyor ve yürüyoruz hız kesmeden yüce mefkûremizin tüllendiği zirvelere, her zaman ruhumuzda canlandırdığımız aydınlık günler istikametinde ve atalarımızın kalb ve ruh dünyaları iklimine doğru.
Biz inanç ve ümitlerimiz sayesinde, bir gün mutlaka kendimiz olarak dirilip kendi ayaklarımız üzerinde duracağımız imanıyla yaşadık ve her zaman yeni bir varoluşa pencerelerimizi hep açık tuttuk. En amansız dönemlerde, en imansız hâdiseler karşısında bile tâli’imizi hep tevekkül, teslim ve belki de tefvîze bağlayarak inandık vaad edilen ilâhî eyyâmın doğacağına, inayet elinin hem bu dünyayı hem de öteleri hakkımızda mamurelere çevireceğine ve burada yapılanların ötelerdeki bağ ve bahçelere döküldüğüne/döküleceğine. Biz, ilâhî lütuflar olarak inananlara bahşedilen bu ekstra ihsanların çehresinde hep zuhur edecek ilâhî ihsanlardan mesajlar aldık ve ilâhî teveccühlerin gölgeleriyle sevindik; sevindik ve o kaskatı kederleri âdeta hiç mi hiç duymadık. Dahası, hemen hepimiz kendi gönlümüzün derinliklerinde olduğu kadar yürüdüğümüz yol ve istihdam edildiğimiz işlerin çehresinde de uhrevî bir şiiri dinlediğimizi söylesek mübalağada bulunmuş sayılmayız. Gerçi böyle bir duyuş ve seziş biraz da insanların his dünyalarının enginliğinden kaynaklanmaktadır; ama, yine de her inanmış gönül o çok ulvî mefkûre ve derin hatıralarının enfes bir şiir hâline geldiğini duyar gibi olur…
Hele zamana emanet bazı hislerle köpüren tatlı gün, saat ve dakikaların insana vaad ettiği öyle mutlu anlar vardır ki, kadirşinas gönüllerce bu zaman dilimlerinin her bir parçası insan ruhuna Cennet yamaçlarının zevkini duyuracak kadar rengin ve zengin geçer. Varlık ve hâdiseleri böyle bir zevk zemzemesi içinde temâşâ eden bir aydınlık gönül, çevresindeki muhtemel kızıl kıyametleri ve en hoyratça davranışları bile ipek gibi yumuşatır, iç aydınlığında nuranî bir farklılığa ulaştırır; olumsuz hiçbir şeyle karşılaşmamış gibi geçtiği yerlere gülücüklerle boşalır ve sürekli kinle, nefretle, gayzla homurdananlara insan olma ufkunu gösteren imalarda bulunur.
Vâkıa, bazı ahvâlde bu seviye yakalanamayabilir, bazen de kendi hamlığımıza bağlı çevreyi sisli-dumanlı görebiliriz.. bazı hâl ve hâdiselerin bir kısım bulantılara sebebiyet verdiği de olur.. ne var ki, bunların hiçbiri kalıcı değildir; gönüllerde iman, teslim, tevekkül tamsa, bütün bunlar geldikleri gibi gider ve bize yeni bir mukavemet ruhu armağan ederler. Aslında bu tür seviye insanları için hayat her gün bir kere daha taptaze duyulmakta, tabiî ahvâle karşı olduğu gibi sürprizlere de açık bulunmakta ve ağlamalar içinde gülmeler, elemler arasında lezzetler ve ızdıraplar arkasında daimî hazlar var etmektedir. Böyle olunca da hemen her zaman mü’minin ufkunda yazlar tıpkı baharlar gibi diriliş naraları atmakta, sonbahar ve kışlar da yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt” muştusuyla gurublara tulû boyası çalmakta, mevsimler farklı birer saadet vaadiyle birbirini takip etmekte ve bu atmosferde âdeta her zaman bir sevinç ve ferah heyecanı çağlamaktadır.
Öyle ki bu iklimde sabahlar, sürekli bir haşr ü neşr neşvesi içinde gelir; gündüzler, her yanda farklı bir lezzetle kendini hissettirir; akşamlar, ufuk ötesine panjurlar aralar; geceler, ruh ve kalbin dilini çözen birer büyü ile her yanı sarar; sarar da saat, dakika ve saniyelere en katı gönülleri bile yumuşatıp rikkate getirecek bir nuraniyet ve bir semavîlik ifâza eder. Herkes istidadına göre bu mânevî atmosferde kim bilir ne dâhiyâne mülâhazalara girer ne söylenemeyecek şeyleri mırıldanmaya durur ne derin hülyalara dalar ve ne mâverâî ufuklara yönelir; geçmişin semavîliklerine kanatlandığı aynı anda geleceğin en tatlı rüyalarında dolaşır ve ötelerin el değmemiş mülâhaza bağ ve bahçelerinden neler ve neler derer.
Evet, bizler, o derin inanç ve ümitlerimiz, o engin nazar ve teveccühlerimiz sayesinde O’nunla münasebetlerimizi sürekli derinleştirir, çok defa tasavvurlarımızı aşkın şeyler duymaya başlar, bulunduğumuz atmosferin âdeta uhrevîliklerle tüllenmeye durduğunu ve dört bir yandan şefkatle kuşatıldığımızı hisseder gibi olur ve bulunduğumuz yeri ahiretin bir koridoru sanırız; iç âlemimize göre şekillenen bu hususî dünya olabildiğine büyülü bir diyara dönüşür ve bize ötelerin nuranîliğini duyurur.
Bu itibarladır ki bizim ufkumuz hiçbir zaman bütün bütün kararmaz; üst üste zulmetler her yanı sarsa da, kalb gözlerimiz çok defa ötelerin ziyasıyla par par parıldar; bulunduğumuz yerin hakkını verip o ezelî ufkumuza müteveccih olduğumuz sürece asla gurbet yaşamayız. O’nun ekstra inayetleri sayesinde her zaman bir “rükn-ü şedîd”e [2] yaslanır ve en dev dalgalara bile meydan okuyabiliriz. Bazen ters gibi görünen bir kısım insafsız hâdiselerle zamanın önümüzü kestiği hatta bazılarımızın ruhî rabıtalarını sarstığı da olur ama gelip sinelerimize çarpan hortumlar, tayfunlar bizim mukavemet sistemimizi güçlendirir, geldikleri gibi gider ve bize biz olmanın hususiyetleriyle alâkalı ne armağanlar ne armağanlar bırakırlar. Böylece, gam gider, kederler lezzetlere inkılâp eder; “hayhuy”ların yerini “Elhamdülillah”lar alır ve çevremizdeki hâdiseler âdeta bir saadet vaadiyle tüllenmeye başlar.
Şimdiye kadar iman, ümit ve Hakk’a teveccühümüz sayesinde her şeyi böyle görüp böyle değerlendirdik. Bundan sonra da durduğumuz yerde böyle durup, her şeyi böyle yorumlayacağımız ümidini taşıyoruz.
Öyle ise, ey o her zaman kinle, nefretle esen muhalif rüzgâr! Artık ne taraftan esersen es!.. Yakında sana da diyecektir o Kudret-i Kâhire: Yetişir ey küstâh, gayri hırıltını kes..!
[1] “Eyyâm-ı nahisât”, fırtınalara, kasırgalara gebe uğursuz günler demektir; bu ifadeyle, (Fussilet sûresi, 41/16) âyetine atıfta bulunulmaktadır.
[2] “Rükn-ü şedîd”, yıkılmaz bir dayanak, sağlam bir kale ve güvenilir bir yer mânâlarına gelmektedir; bu tabirle, (Hûd sûresi, 11/80) âyeti ima edilmektedir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.