Müslüman: Sadık ve emin insan
Soru: Bir hadis-i şerifte, Müslüman, “dilinden ve elinden emin olunan insan” vasfıyla tarif edilmektedir. Bu güzel vasfı yeniden tabiatımızın bir derinliği hâline getirebilmek için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Muteber hadis kitaplarında geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ
“Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir.” (Buhârî, iman 4; Ebû Dâvûd, cihad 2)
beyanlarıyla hakiki bir Müslümanı, dilinden ve elinden kimsenin zarar görmediği insan olarak tarif etmektedir. Sizin soruda dikkat çektiğiniz mânâ ve mazmuna kapı aralayabilmek için, öncelikle bu hadis-i şerifteki “el-müslim” kelimesi üzerinde bir nebze durmak istiyorum.
“El-müslim” kelimesinin hadis-i şerifte “lâm-ı tarifle” ifade edilmesi, burada kastedilenin ideal ve hakikî Müslüman olduğunu göstermektedir. Yani, “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” kaidesince, burada beyan buyrulan Müslüman; öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden kimse değil; Hakk’ı gönülden tasdik edip kabullenen, O’na teslim olan ve bu imanın gereklerini yerine getiren, onu hayatına hayat kılan kişi demektir. Biraz daha açacak olursak, lügat itibarıyla “silm” ve “selâmet” kökünden gelen “esleme” fiilinin ism-i faili olan “müslim” kelimesi; “kendini Hakk’a teslim eden kişi” mânâsına geldiği gibi, “selâmete erdiren, esenliğe çıkaran, karşılıklı emniyet ve barış tesis eden insan” mânâsına da gelmektedir. Bu açıdan, “Müslüman” dendiğinde, “Allah’a teslim olan, bundan dolayı O’nun emir ve nehiylerine hassasiyetle riayet eden ve böylece kendisini selamet atmosferi içinde muhafaza eden insan” mânâsı anlaşılması gerektiği gibi, “başkalarının da ondan gelecek şeyler karşısında selamet ve güven içerisinde bulunduğu, barış ve emniyetin temsilcisi, emanette emin insan” mânâsı da anlaşılmalıdır.
Müslüman ve “es-Selâm, el-Mü’min” ism-i şerifleri
Müslümanların çevrelerinde emniyet meltemleri estiren birer insan olmaları ilahî ahlâkla ahlâklanmanın bir yansımasıdır. Zira es-Selâm ve el-Mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri arasındadır. Bildiğiniz gibi Haşir Suresi’nin sonunda,
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ
“Allah’tır gerçek İlah! O’ndan başka yoktur ilah! O melik’tir, kuddûs’tür, selâm’dır, mü’min’dir, müheymin’dir, aziz’dir, cebbar’dır, mütekebbir’dir.” (Haşir Sûresi, 59/23)
buyrulmak suretiyle bu iki isim art arda zikredilmiştir. Selâm ismi, kusurlardan salim olan ve yarattığı varlıklara selâmet veren demektir. Mü’min ise, insanlarda imanı yaratan ve emniyet vaad eden, vaad ettiği şeyleri yerine getiren mânâlarına gelmektedir. Dolayısıyla Allah (celle celâluhû) kullarına karşı bir vaatte bulunmuşsa, mutlaka buna itimat edilmelidir. Esasında mü’minin taşıdığı reca duygusu da işte bu imana dayanır. O halde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya çalışan, farklı bir ifade tarzıyla Zât-ı Ulûhiyet’e ait olan ilâhi isim ve sıfatları zılliyet planında üzerinde taşımayı gaye-i hayal edinen insan da çevresindekilere hep selamet vaad etmeli, hiç kimse ondan zarar ve ziyan geleceği endişe ve korkusu içinde olmamalı; gönülden tasdikle Allah’a inanmalı ve hâl diliyle etrafındakilere emniyet telkin etmeli, güven esintileri estirmelidir. Öyle ki insanlar çok rahatlıkla en kıymetli varlıklarını getirip ona teslim etmeli, daha sonra da hiçbir endişeye kapılmaksızın ona sırtlarını dönüp gidebilmelidir.
Sıdk ve emanetin enbiya-i izâmın sıfatları arasında yer alması da meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Evet, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemalât şahikalarına çıkaran çıkaran doğruluk olduğu gibi, Müseylemetü’l-Kezzâb’ı aşağıların aşağısına atan da yalandır. Esasında küfür, inkârcıların Allah’a karşı söyledikleri büyük bir yalandır. Aynı zamanda o, kâinattaki Allah’a delalet eden bütün şahitleri yalanlamak, varlıktaki mükemmel nizam ve ahengi kavrayamamak, görmezden gelmek; kâinat ve Kur’ân arasındaki makuliyetin örtüşmesini de reddetmektir. Bu yönüyle o, öyle korkunç bir cinayettir ki, böyle büyük bir cinayetin cezası Cehennem olarak takdir edilmiştir. Buna karşılık iman ise insanı zirvelere çıkarmak suretiyle onu Cennet’e ehil hâle getirir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere bütün sahabe-i kiramı yüce mertebelere çıkaran da imanı kazandıran bu doğruluk sıfatıdır.
Doğrulukla beraber Peygamberlerin serfiraz oldukları diğer bir sıfat da emanettir. Onların her birisi hayatları boyunca birer emniyet insanı olarak hareket etmiş ve başkaları üzerinde hep güven duygusu uyarmışlardır. En Emin İnsan, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâl ve tavırlarıyla öyle bir güven telkin etmişti ki, insanlar bir yere giderken kızlarını ve hanımlarını birisine emanet etmek istediklerinde, akıllarından geçen ilk kişi O olurdu. Zira onlar, Hz. Sadık u Masduk’un başını kaldırıp onların yüzüne bakmayacağından emindiler. Aynı zamanda O, tam bir edep abidesiydi. Hz. Hatice Validemiz kendisine üstü kapalı evlilik teklifinde bulunduğunda, Habib-i Edib Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buram buram ter dökmüştü. Evet, emniyet duygusu adeta onun mahiyetine işlemişti. Tepeden tırnağa böyle bir emniyet duygusuyla dolu olduğundan dolayı da Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), herkesin güvenini kazanmıştı.
Güven kredisi
O’nun ümmeti olarak aynı durum bugün bizim için de geçerli olmalıdır. Özellikle hayatını Allah ve Resûlü’nü sevdirmeye adamış mefkûre kahramanları, çevrelerinde hep emniyet meltemleri estirmeli ve kendilerine karşı herkeste bir güven duygusu oluşturmalıdır. Öyle ki insanlar çok rahat onlara sırtlarını dönebilmeli ve onlar hakkında çok rahat bir şekilde, “O diyorsa doğrudur. Onun sözüne itimat edilir.” diyebilmelidir. Esasında eğer bugün insanlar şöyle böyle size teveccüh ediyor, sizin arkanızdan geliyor ve size destek oluyorlarsa bilinmelidir ki bunun temelinde işte bu güven duygusu vardır.
Evet, insanlar belki tecessüse girmeden, üzerinize mercek koymadan işin tabi seyri içinde sizi o kadar çok test eder ki, en sonunda, “Bu insana güvenilir.” derler. Mesela siz yurt içi veya yurt dışı ihtiyaç duyulan yerlerde kurban kesmek istediğinizi söylediğinizde hiç tereddüt etmeden getirir elli tane, yüz tane kurbanlarını size teslim ederler. İşte kılı kırk yararcasına bir hassasiyet ve doğrulukla bu güveni kazanma ve devam ettirme çok önemlidir.
Eğer günümüzün adanmış ruhları, bugüne kadar estirdikleri güven meltemini devam ettirebilirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bugünden sonra da onlarla tanışan, onlara güvenen ve kendileriyle temasa geçen insanlar yanılmadıklarını görür ve geriye dönmezler. Bu itibarla mefkûre muhacirleri, en ağır şartlara rağmen bulundukları konumun hakkını vermeli, durdukları yerde dimdik durmalı ve hep temel disiplinlere bağlı yaşamalıdır. Dünyayı tercih etmek suretiyle -Rabbim muhafaza buyursun-
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآَخِرَةَ
“Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terkedip durursunuz.” (Kıyâme Sûresi, 75/20-21);
اسْتَحَبُّوا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآَخِرَةِ
“Onlar dünya hayatını bilerek ahiret hayatına tercih ettiler.” (Nahl Sûresi, 16/107)
âyetlerinin tokadına müstahak olmadan korkmalıdırlar. Dünyaya dünyanın faniliği kadar, ahirete de ahiretin sonsuzluğu kadar değer vermelidirler. Esasında ahirete kendi kıymet-i harbiyesi ölçüsünde değer atfettiğiniz zaman, dünyanın da kıymetini arttırmış olursunuz. Zira hayatlarını bu denge üzerinde götüren insanlar, öyle samimi olur, öyle bir vefa sergiler ve öyle emniyet ve güvenle hareket ederler ki, onların elinde her şey rantabl olarak değerlendirilir. Hiçbir şey zayi edilmez. Dolayısıyla dünya da mamur hale gelmiş olur. Evet, kat’iyen şüpheniz olmasın, kendilerini ahirete ve Allah’ın rızasına adamış emanette emin insanlar, bir devirde Endülüs’ü, Devlet-i Âliye döneminde de dört beş asır bulundukları bölgeyi mamur kıldıkları gibi, azmettikleri takdirde günümüzün dünyasını da yeniden mamur hale getirebilirler.
Bu itibarla eğer bir insan kendini hakka hizmete adamış ise, lüksten her zaman uzak durmalı, sade, basit bir hayat yaşamalı, evi buna uygun olmalı, hatta vefat ettiği esnada arkadaşları bir kefen parasını bulabilmek için sağa sola koşuşturmalıdır. Zira hizmete adanmış bir insan, ne servete, ne dünyaya, ne makama, ne de rahata ipotek edilemez. O, gönlünü sadece hizmete verdiğinden ve sadece Allah’ın kulu olduğundan dolayı başka hiçbir şey onun boynuna tasma, ayağına pranga vuramaz. İşi ticaret olan ve meşru dairede kazanıp vermek suretiyle bu yolla hizmet etmek isteyen insanlar elbette vardır ve olmalıdır. Bu, ayrı bir meseledir; işi sadece hizmet etmek olan insanların göstermeleri gereken hassasiyet ise ayrı bir mesele.
İdarecilerdeki temsil gücü
Adanmış insanlar, kendi hizmet arkadaşlarına karşı da hep güven vaad edici olmalıdır. Onlar, arkadaşlarını güvensizlik duygusuna itebilecek tavır ve davranışlardan her zaman uzak durmalıdır. Arkadaşlarında şüphe uyarabilecek ve onları endişeye sürükleyecek kapalı bir kısım işler yapmaktan sakınmalı ve hep şeffaf hareket etmelidir. Bu mevzuda öyle hassas ve temkinli olmalıdırlar ki, onların etrafındaki hiç kimse kendisinin bazı şeylerden mahrum bırakıldığı veya hareket alanının daraltıldığı gibi bir kısım olumsuz mülahazalara kapılmamalıdır.
Bu sebepledir ki, beraber yürüdüğümüz insanlara karşı her zaman açık olmalı, her meseleyi meşveret ederek karara bağlamalı, mütehakkimane tavır ve davranışlardan kaçınmalı ve çevremizdeki insanların duygu ve düşüncelerini mutlaka hesaba katmalıyız. Aynı şekilde yüklediğimiz vazifelerin onların istidat ve kapasitelerine uygun olmasına dikkat etmeli ve mesailerini de buna göre tanzim etmeliyiz. Bu konuda etrafımızdaki insanlarda öyle bir güven duygusu oluşturmalıyız ki, bir yere tavzif edilen insanlar, üstlerindeki insanların hüsn-ü niyetle hareket ettiklerinden ve maslahatın gereğini yaptıklarından her zaman emin olmalıdır. Ayrıca teklif edilen vazifeye ısınmaları, alışmaları ve onu içselleştirmeleri için insanlar ciddî bir rehabiliteden geçirilmelidir. Kısaca işlerin taksiminde, mesai tanziminde ve vazife tevdiinde bulunurken öyle şeffaf ve hassas hareket edilmelidir ki, hiç kimsede “Bana itimat edilmiyor; ben emin bir insan olarak görülmüyorum.” duyguları uyarılmamalı ve güvensizlik duygusu oluşturulmamalıdır.
Hz. Ömer’in Halid b. Velid’i vazifeden aldığında ve yine Hz. Osman’ın Ebu Zerr’i Rebeze’ye gönderdiğinde onların kendi haklarında verilen bu karara hiç itiraz etmeyerek derhal emre itaat etmelerinin altında işte bu güven duygusu vardır. Eğer siz sorumlu olduğunuz insanlara o güne kadar ortaya koyduğunuz hâl ve tavırlarınızla güven telkin edebilmiş, fikrî, hissî, aklî ve mantıkî ismet ve iffetinizi koruyabilmiş iseniz, onlar hakkında vereceğiniz kararlar da hüsn-ü kabul görecektir. İnsanlar yeni bir vazifeyle başka bir yere gönderildiğinde hiç tereddüt etmeden gideceklerdir. Mesela siz onlara, “Şuradan şuraya git.” deseniz, onlar, “Hakkımda bu kararı veren insanlar benim için isabetli olanı düşünmüşlerdir.” diyecek ve gittikleri yerde onca mahrumiyete katlanmayı göze alacaklardır. Hatta onlara, “Sen şimdilik şu hücre gibi yerde otur.” deseniz, onlar böyle bir vazife tevdiinde değişik maslahatların gözetildiğini düşünecek ve gerekeni yapacaklardır. Yani siz ne kadar emin ve güvenilir bir idareci iseniz, istek ve teklifleriniz o ölçüde çevrenizdeki insanlar tarafından kabul görecektir. Zira insanların kalb kapılarını açmanın en önemli yol ve yöntemi, sadık olduğunuzu ortaya koymak, güven telkin etmektir. Bu konuda insanlar size öyle inanmalı ve itimat etmeli ki çok rahatlıkla, “Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’nin içinde nerede olursa olsun bana bir vazife terettüp ederse, mutlaka murad-ı ilahi bu istikamettedir.” diyebilmelidir. Bu da hiç şüphesiz idareci konumunda bulunanların kılı kırk yararcasına ortaya koydukları temsil gücüyle gerçekleşecektir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.