Kulluk Şuuru
Soru: Hz. Bediüzzaman, “Ubûdiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır.” sözüyle nasıl bir kulluk şuuruna işaret etmiştir?
Cevap: Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken kulluk mükellefiyetinin değişik basamak ve merhalelerini ifade etmek için ibadet, ubûdiyet ve ubûdet kelimelerini kullanıyoruz. Ubûdet, ibadet u taatlerin iç dış şartlarına riayet ederek, iç enginliği ve derinliğiyle yerine getirilmesi demektir. Farklı bir ifadeyle kulluğun, kalb ve ruh yörüngesinde götürülmesidir. Bu yönüyle o, meselenin zirvesini ifade eder.
Belki bazılarımız böyle bir kulluk şuuruna hiçbir zaman ulaşamayabilir. Çünkü bu, yapılan ibadetleri tepeden tırnağa duymaya bağlıdır. Mesela namazı ele alacak olursak, hemen her mü’min şart ve rükünlerine riayet ederek, tadil-i erkâna muvaffak olarak namaz kılabilir. Fakat âdeta göklerde geziyor gibi bir miraç neşvesi içinde onu eda etmek herkese nasip olmaz. Bu, baştan sona namazın namaz olduğunu duymaya bağlıdır. İşte bu, ubûdettir. Ubûdetin berisinde olan şeylere ubûdiyet, kulluk tavrının bir gereği olarak Allah için yaptığımız belli amellere de ibadet diyoruz.
İsmine ister ibadet ister ubûdiyet isterse ubûdet diyelim, insan, Allah’a yaptığı kulluğu yeterli görmemeli, bunun neticesinde büyük şeyler elde etmesi gerektiğini düşünmemelidir. Evet, gerçekte insan ubûdiyetiyle çok şey elde edebilir. Fakat onun “Allah’ım ben ibadet adına şunları şunları yapıyorum, buna karşılık Sen de bana şunları şunları ver!” şeklinde bir beklentiye girmesi doğru değildir. Bunun yerine mü’mine yakışan tavır, kulluk adına yaptığı bütün amelleri derin bir şükür ve hamd duygusuna bağlamasıdır. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin, “Ubûdiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır.” sözü bunu ifade eder. Yani ubûdiyeti; yapıldığı takdirde ileride mükâfatı alınacak bir iş olarak görmek yerine, önceden mazhar olduğumuz nimetlerin şükrü olarak görmek doğrudur.
İbadetleri Bir Karşılığa Bağlamamak
Meseleyi biraz daha açacak olursak; diyelim ki biz namazımız, zekâtımız, orucumuz, haccımız ve daha başka salih amellerimizle Allah’a karşı kulluk mükellefiyetini yerine getirmeye çalışıyoruz. Fakat bir taraftan da yaptığımız ubûdiyet karşılığında Allah’tan dünya hayatımızın mamur olmasını, Cennet köşesi gibi sımsıcak bir yuvaya sahip olmayı, etrafımızda koşuşan cıvıl cıvıl evlâtlar vermesini, rızkımızın bol olmasını veya halk tabiriyle işlerimizin tıkırında gitmesini istiyoruz. İşte ubûdiyetin neticesi olarak bu tür beklentilere girmek doğru değildir.
Hatta bırakalım dünyevî nimetlere kavuşmak için ibadet yapmayı, yapılan ibadetlerin Cennet nimetlerinin karşılığı olduğunu düşünmek ve kullukla bu nimetlerin hak edileceği beklentisine girmek bile kulluk şuuruna bir yönüyle muhaliftir. Çünkü yarısı uykuda, diğer yarısı çoluk çocukla, kalanın büyük kısmı da dünya işleriyle geçen kısacık bir ömürle ebedî âlemlerin elde edilmesi mümkün değildir. Cennet nimetleri, yapılan amellerin karşılığı olamaz. Hiç kimse nail olacağı Cennet nimetlerini kendi amelleriyle elde edeceği bir “hak” olarak göremez.
Cibril-i Emin, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelerek beş yüz senelik ömrünü bir dağ başında Allah’a ibadet ederek geçiren bir kulun ahiretteki durumunu anlatır. Bu kul mahşer günü tekrar diriltilerek Allah’ın huzuruna çıkarılınca Allah onun için, “Kulumu rahmetimle Cennet’e koyunuz.” buyurur. Fakat o, ameliyle Cennete girmek istediğini söyler. Cenab-ı Hak tekrar, “Kulumu rahmetimle Cennet’e koyunuz.” buyurur. Fakat o yine ameliyle girmek istediğini söyler. Aynı sözler üçüncü defa tekrarlanınca Allah meleklerine şöyle buyurur: “Kulumun yaptığı ibadetle benim verdiğim nimetleri karşılaştırınız.” Bakarlar ki sadece bir göz nimeti beş yüz senelik ibadetten daha ağır geliyor, diğer nimetler ise şükrü eda edilmemiş olarak duruyor. Bunun üzerine Allah, “Onu cehenneme koyun.” buyurur. Cehenneme doğru sürüklenmeye başlayınca, “Allah’ım rahmetinle beni Cennet’e koy!” diye yalvarır. Allah’ın emriyle melekler adamı tekrar Cenab-ı Hakk’ın huzuruna getirirler. Aralarında şu muhavere cereyan eder:
– Henüz yok iken seni kim yarattı?
– Sen yarattın Ey Rabbim!
– Bu yaratmada senin dahlin var mı yoksa tamamen benim rahmetimin bir eseri mi?
– Elbette Senin rahmetinin eseri.
– Sana beş yüz sene ibadet etmek için güç kuvvet veren kimdir?
– Sensin Rabbim.
Cenab-ı Hak, ona daha başka nimetlerini de hatırlatır ve onları ihsan edenin kim olduğunu sorar. Kul da her seferinde, “Sensin Rabbim.” diye cevap verir. Sonunda Allah şöyle buyurur: “Nasıl ki bütün bunlar Benim rahmetimin bir eseriyse seni de rahmetimle Cennet’e koyacağım.” Sonra da meleklere onu Cennet’e koymalarını emreder. Kıssayı bitirince Cibril şöyle buyurur: “Ey Muhammed, her şey Allah’ın rahmetiyledir.” (Hâkim, el-Müstedrek, 4/278)
Bunu destekleyen diğer bir hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Hiç kimse ameliyle Cennet’e giremez.” Sahabe-i kiram merakla, “Ey Allah’ın Resûlü, Siz de mi?” diye sorar. Efendimiz de şu çarpıcı açıklamayı yapar: “Allah rahmet ve fazlıyla sarıp sarmalamazsa ben de giremem.” (Buhârî, merdâ 19; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 71-78)
Esasında Hazreti Üstad’ın ifade ettiği hakikat de bu tür hadislere dayanır. Buradan hareketle diyebiliriz ki Allah için yapılan ibadet ü taatlerin hedefi, ne dünyevi ne de uhrevî mutluluk olmalıdır. Ne evlad u iyal ne de mal u menâle sahip olmak için kulluk yapılmaz. Hatta yapılan ibadetlerin sebebi, Cennet nimetlerine ve ebedî saadete ulaşmak bile olmamalıdır. Sanki biz kulluğumuzu yerine getirince dünyevî ve uhrevî neticeler hâsıl olacakmış gibi bir beklentiye girilmemelidir.
Meseleye “kazanılmış bir hak” mülahazasıyla yaklaşmak Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Çünkü burada Allah’ın nimetlerini ve o nimetlerin arkasındaki rahmet elini görememe gibi bir körlük vardır. Meseleye riyazî mantık açısından yaklaşacak olursak da kısacık bir ömürde yapılan az bir ibadetle ebedî nimetlerin elde edilemeyeceği anlaşılacaktır. Bu sebeple mü’mine yakışan tavır, kulluğunu, geçmişte verilen nimetlere bir şükür olarak görmesi, dünyevî ve uhrevî kazanımları ise reca hissiyle Allah’ın rahmetinden beklemesidir.
Nimet Sağanakları
Şöyle bir etrafımıza baktığımızda, enfüsî ve âfâkî tefekküre başvurduğumuzda Allah’ın bize lütfettiği o kadar çok nimet olduğunu görürüz ki, yapılan ibadetlerin bunlara mukabil gelmesi mümkün değildir. Nitekim Kur’ân, وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ “(Allah) size, istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz. (Doğrusu) insan, çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim sûresi, 14/34) âyetiyle buna dikkat çeker.
Biz, ademde (yoklukta) kalmadık, vücuda geldik (varlık sahasına çıktık). Allah’ın bizi varlık âlemine çıkarması başlı başına bir mazhariyettir. Hayalinizde az derinleşirseniz ademin nasıl bir zulmet kuyusu, vücudun (varlığın) ise nasıl büyük bir nimet olduğunu görürsünüz. Sonra vücudda da kalmamış hayat sahibi bir canlı olmuşuz. Sonra herhangi bir hayvan olarak da kalmamış, bir üst basamağa çıkmışız; akıl ve şuur sahibi bir insan olmuşuz. Allah’ın ilm-i muhit-i ilâhisinden bize lütfettiği akıl, irade ve bilgimizle kâinata şekil verebiliyor, eşyaya müdahale edebiliyoruz. Burada da kalmamış iman nimetiyle serfiraz olmuşuz.
Mazhar olduğumuz iç içe nimetleri düşünecek olursak, Allah’a karşı nasıl bir şükür borcumuzun olduğunu daha iyi anlarız. İşte Allah’a karşı ibadet ederken bütün bunları derinden duymaya çalışmalıyız. Dönüp arkamıza baktığımızda nerelerden geçerek içinde bulunduğumuz halete mazhar olduğumuzu tefekkür etmeli, ne gibi nimetlerle serfiraz olduğumuzu göz önünde bulundurmalı ve bu şuurla ubûdiyet vazifemizi eda etmeliyiz. Yaptığımız ve yapacağımız ibadetlerin ancak bize verilmiş nimetlerin şükrü olabileceğini düşünmeliyiz. Kaldı ki şükür vazifesini bile hakkıyla yerine getirmemiz mümkün değildir. Fakat en azından bu şuuru kazanmak çok önemlidir.
Amelini Büyük Görme, Sukût Vesilesidir
İnsanın, “Allah bana sayısız nimetler lütfettiği için ona kulluk yapmakla mükellefim. Keşke imkânım olsa da selef-i salihinden bazı zatların yaptığı gibi her gece Allah için bin rekât namaz kılabilsem.” diyebilmesi önemli bir ufuktur. Bunu dedikten sonra da kırık testi hikayesinde olduğu gibi ellerimizi açar şöyle dua ederiz: “Allah’ım gedaya gedalık, sultana da sultanlık yakışır.” Bizim bu kadarcık ibadetimize bile Allah’ın mukabelesinin çok farklı olacağı ümidini taşırız.
Bu sözlerimizden Cennet’in istenmemesi veya Cehennem’den Allah’a sığınılmaması gerektiği anlaşılmamalıdır. Bilakis biz, namazlarımızdan sonra yaptığımız dualarda sürekli Cennet’i talep ediyor, Cehennem’den de Allah’a sığınıyoruz. Esasında bunu da ibadet ufkunda söylüyor ve kulluğumuzun bir gereği görüyoruz. Bunları da Allah’ın lütfundan ve rahmetinden istiyoruz.
Efendimiz’in yolunda ilerleyen ve O’nu kendisine üsve-i hasene edinen bir insan, Allah’tan kendisini Cennet’le serfiraz kılmasını ve Cenehennem’den de uzak tutmasını ister. Bu, aynı zamanda insan tabiatında olan bir şeydir. Olmaması gereken, yapılan ibadetlerin, Cennet’e girme veya Cehennem’den kurtulma adına birer ille-i gaye haline getirilmesi ve bunlara bağlanılmasıdır. Bizim için en önemli gaye, rıza-ı ilahinin elde edilmesidir. Bütün bunlar rıza-ı ilahinin yanında küçük şeyler kalır. Bu sebeple ubûdiyet, emr-i ilahiye bakar, neticesi rıza-ı ilahidir, semeresi de uhrevîdir. Ne var ki bu semerenin Allah’ın lütuf ve fazlına bağlı olduğu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır.
Meseleye böyle bakılırsa insan gurur ve bencillikten de kurtulmuş ve -hâşâ- Allah’la pazarlık yapma gibi çirkin bir tavırdan sıyrılmış olur. Yaptığı ibadetleri sürekli küçük görür ve kulluk adına gözü hep yukarılarda olur. Bütün gecelerini ibadetle geçirse, gündüzleri sürekli oruç tutsa, sahip olduğu tüm serveti Allah yolunda harcasa dahi hiçbir zaman kulluğun hakkını verdiğini düşünmez. İbadetini büyük görme, sukût vesilesidir. Ne yaparsak yapalım onun hakikat-i halde küçük olduğunu bilmeliyiz. Bu küçükleri lütuf ve keremiyle büyütecek olan ve onlar karşılığında bizi ebedî nimetlerle serfiraz kılacak olan Allah’tır, O’nun engin rahmetidir.
Bu yazı 13 Şubat 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.
- tarihinde hazırlandı.