Îsâr ruhu
Soru: İnsanlığa ait problemlerin çözümünde îsâr hasletinin yeri ve önemi nedir? Îsâr hasleti nasıl kazanılabilir?
Cevap: Başkalarını kendisine tercih etme mânâsına gelen îsâr, yitirdiğimiz en önemli değerlerimizden biridir. Bugün fert ve toplumlar arasında yaşanan herc ü mercin, ihtilâf ve iftirakların, insanların birbirini kabul edememesinin ve sindirememesinin arkasında îsâr ruhunun ölümü vardır. Bu ruhun ölmesinin sebebi ise kalbe ait değerlerin bozulmaya yüz tutmasıdır. Çünkü kalb fesada uğrayınca bütün insanî değerler, insandaki ahsen-i takvime ait yazılar ve tuğralar silinip gider ve şeytan da insanın düşünce dünyası üzerinde daha rahat oyununu oynar. Bu açıdan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ “Helâller bellidir haramlar da bellidir.” şeklinde başlayan hadis-i şerifin sonunda şöyle buyurmuştur: أَلَا وإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِي الْقَلْبُ “Dikkat edin! Cesette öyle bir et parçası vardır ki, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. Aklınızı başınıza alın! İşte o, kalbdir!” (Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkât 107)
Demek ki insanın, kalbini her türlü toz ve kirden temiz tutması, her gün birkaç defa onu gözden geçirmesi mânevî hayatının korunması adına çok önemli bir faktördür. Bu konuda insanın çok dikkatli olması ve çok dua etmesi gerekir. Öyle ki, kalbde çirkin bir kısım izler bırakabilecek olumsuz hayal ve düşüncelerden bile insan uzak durmalıdır. Çünkü hadisin de ifadesiyle, Allah (celle celâluhu, insanın kalbine bakar ve onu kalbine göre değerlendirir. (Bkz.: Müslim, birr 32-33; İbn Mâce, zühd 9) Cenâb-ı Hak, bir insanın kilosuna, rengine, boyuna posuna, neş’et ettiği kültür ortamına göre değil, kalbinin safvet ve nezahetine göre muamelede bulunur. Öbür tarafta mizanda da kalbin ağırlığına bakılır; kalb ne kadar O’na teveccüh etmiş ve ne kadar O’nun için çarpmışsa insana o ölçüde değer verilir. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/88-89)
Îsâr ruhunun altın çağı: Asr-ı Saâdet
Kalbi pak ve temiz olan kişiler aynı zamanda insanlığa karşı re’fet ve şefkat hisleriyle dolu olacak ve yaşamadan daha çok yaşatmayı düşüneceklerdir. Esasen îsâr ruhu da buna bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim, îsâr hasletine şu ifadeleriyle dikkat çekmiştir: وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, muhtaç olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşir sûresi, 59/9) Asr-ı Saâdet’te bu ruh ve düşünce çok ileri seviyedeydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), karnı aç olan bir misafirini hane-i saâdetinde doyurmak istemiş, kendi mübarek hanesinde sudan başka bir şey bulunmadığı söylenince onu bir sahabiye göndermişti. Onun da evinde sadece bir kişiye yetecek kadar yemek bulunduğundan, karı-koca çocukları uyutmuş, ışığı söndürmüş, kendileri kaşıklarını tabağa boş getirip götürmüşlerdi. Böylece kendileri aç kalmıştı ama gelen misafir karnını doyurabilmişti. (Buhârî, menakıbu’l-ensar 10, tefsîru sûre (59) 6; Müslim, eşribe 172, 173)
Mehmet Akif, îsâra ait bu yüce ruhu Yermuk Muharebesi vesilesiyle gözümüzün önüne sermiştir. Bu savaşta sahabe efendilerimizden Hâris İbn Hişam, İkrime İbn Ebî Cehil ve Ayyâş İbn Ebî Rebîa (radıyallâhu anhum) ölümcül yara almıştı. Şehadetleri beklenirken onlardan Hazreti Hâris su istemiş, hemen bir sahabî efendimiz matarayı eline alıp onun imdadına koşmuştu. O, son anlarını yaşamaktaydı. Belki de sadece bir kelime söylemeye gücü vardı. Tam matarayı dudağına götüreceği sırada Hazreti İkrime’nin su istediğini duymuş, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî suyu ona götürmüş, o da tam matarayı dudağına götüreceği esnada bu sefer de Hazreti Ayyâş su istemişti. Hazreti İkrime, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî, Hazreti Ayyâş’a matarayı götürdüğünde onun şehit olduğunu görmüştü. Diğerlerine suyu yetiştireyim diye yanlarına vardığında onların da çoktan şehit olduklarını anlamıştı. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)
Buca kampındayken hiç unutmadığım buna benzer bir hâdise yaşanmıştı. Yemek yerken tabağıma bir et parçası düşmüştü. Ben de onu hemen yanımda oturan misafir bir hocanın önüne itmiştim. O da yanındakine itti; derken et parçası belki on iki tane insanın önünde dolaştıktan sonra yine onun tabağına gelmişti. Nüktedan bir insan olan hoca da, Yûsuf Sûresi’nde geçen bir âyet-i kerimeyi okuyarak, بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا “Bidâa döndü dolaştı ve bizi buldu.” (Yusuf sûresi, 12/65) demişti. İşte insanlar arasında bu duygu ve düşüncenin yaygınlaşması toplumun huzuru, kardeşlik ruhunun tesisi adına çok önemlidir.
Makam ve mansıpta kardeşini tercih
Bütün bunlar îsâr adına önemli misaller olsa da, îsârı sadece yeme-içme, giyme gibi hususlardan ibaret görmemek gerekir. Belli bir makam, mansıp ve paye elde etme söz konusu olduğunda kardeşini kendine tercih etme de îsâr adına çok önemlidir. Bu konuda Hazreti Ömer’in şu tavrı ne kadar çarpıcı ve güzel bir misaldir: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, vahdet-i ruhiye bozulmasın ve İslâm toplumu dağılmasın diye sahabe hemen bir imam etrafında ittifak etmek üzere bir araya toplanmışlardı. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’in faziletlerini anlatarak ona biat etmek istediğini ve onun halife seçilmesi gerektiğini ifade etmişti. Ama Hazreti Ömer hemen Hazreti Ebû Bekir’in elini tutmuş ve “Allah Resûlü’nden sonra başa geçecek birisi varsa o da Ebû Bekir’dir.” diyerek ona biat etmişti. İşte, âmirlikte, önde bulunmada kendini geriye çekip kardeşini ileriye sürmek îsârın çok önemli bir çeşididir. (Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 5, cenâiz 3, meğâzî 83; Nesâî, cenâiz 11; İbn Mâce, cenâiz 65)
Bu arada şunu ifade edeyim ki, biz, Hazreti Ebû Bekir’le Hazreti Ömer Efendilerimizin büyüklüklerini kıyas edebilecek durumda değiliz. Çünkü elimizde onların kendi kamet-i kıymetlerine göre ağırlıklarını tartacak bir kantar yok. Zannediyorum ahiretteki mizan bile Ebû Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi (radıyallâhu anhüm) sevaplarıyla tartmaya kalksa, kırılır. Onların hepsi birbirinden kıymetlidir. Hatta onlar, öyle at başı gitmişler ki, bir paye olarak önlerinde sadece peygamberlik kalmış, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra peygamberlik olmadığı için bu payeyi ihraz edememişler. Eğer İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra bir peygamber gelecek olsaydı, onlar olurdu.
Evet, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’i halifeliğe lâyık görürken, o da diğerini lâyık görmüştü. Katiyen hiçbiri “Ben bu işi daha iyi beceririm. Falan parmaklarıyla beni işaret etti.” dememişti. İşte maddî menfaatlerin yanında belirli makamları elde etme söz konusu olduğunda başkalarını kendine tercih edebilme, belki maddî menfaatlerin ötesinde bir îsâr hasletidir.
Bu haslete sahip bir insan yaşamayı değil, yaşatmayı tercih edecek ve “Gerekirse ben ölüp gideyim, önemli olan âlemin yaşamasıdır. Eğer bir milletin ayakta durması benim kurban edilmeme bağlıysa, Cenâb-ı Hak tez elden bunu bana nasip etsin!” diyecek kadar yürekli davranacaktır. Bunun aksine kendisini arzın altındaki öküz gibi farz eden, kendisi çekildiğinde yerin yıkılacağını, kıyametin kopacağını vehmeden insanlar ise bu ruhtan nasipsiz bedbahtlardır.
Cennet’in kapısının önünde bile
Îsâr hasletinin nereye kadar ulaşabileceğini göstermesi açısından ahirete ait şu tablo ne kadar dikkat çekicidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm zenginler ile âlimlerin Cennet kapısında karşılaşmalarını gayb-bîn gözüyle görerek bize haber vermiştir. Buna göre -biraz açarak ifade etmek gerekirse- âlimler zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkânları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla öncelik hakkı size aittir. Buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat cömert zenginler, “Aslında biz size borçluyuz; çünkü eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helâlinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarf edemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve cömert zenginlerle ard arda Cennet’e dâhil olacaklar.
Âlimlerle cömert zenginler arasındaki bu konuşmayı sadece ileride vuku bulacak bir hâdisenin nakledilmesi şeklinde anlamamak gerekir. Bilâkis burada aynı zamanda îsârın enginliği de anlatılmaktadır. Düşünün ki, Cennet’in kapısının önüne gelinceye kadar o insanların arkada bıraktıkları ağır hesaplar ve zor geçilen bir köprü vardır. Önlerinde ise gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir hatıra gelemeyen Cennet’in cezbedici ve baş döndüren güzellikleri vardır. İnsan o güzellikleri gördüğünde âdeta zevkten başı dönüp bayılacak hâle gelir. Düşünün ki, böyle bir manzara karşısında bile îsâr ruhu sergilenmektedir. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çizmiş olduğu bu resimle bize îsâr ruhunun bu noktaya kadar yolu olduğunu göstermektedir.
Çağımızın nadide fıtratı ve peygamber varisi olan zatın, “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum; ömrüm hep, harp meydanlarında, esaret zindanlarında ve çeşitli çilehanelerde geçti. Çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı… Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur…” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller)) sözlerini duyan bir insan, bu ses ve soluğun âdeta on dört asır öteden geldiğini zanneder. Zannediyorum toplumumuzun havadan ve sudan ziyade böyle engin bir îsâr ruhuna ihtiyacı vardır.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç yolculuğunda görülmezleri görmesi, erilmezlere ermesi, aşılmazları aşmasından sonra tekrar bu mihnet yurduna dönmesi îsâr ufkunun ulaşabileceği son noktayı anlama adına çok önemlidir. Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yolculuğunda Hazreti Mesih, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Âdem (aleyhimüsselâm) ile karşılaşmış, bu mübarek zatlar tarafından teşrif, tekrim ve tebcil edilmiş, sonra Cennet’e girerek oranın baş döndüren güzelliklerini görmüştü. (Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264) Ardından da Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede buyurmuştu. Kim bilir insan ruhu Müşahedetullah’ı nasıl duyuyor ve nasıl hissediyordur! Bed’ü’l-emâlî’de, Rü’yetullah’la müşerref olan mü’minlerin Cennet nimetlerini bile unutacakları söylenmiştir. (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.41) Yani bu esnada Cennet’in bütün köşk ve yalıları, bir tanesinin bile cemâlinin dünyaya aksetmesiyle bütün dünyanın nura gark olacağı huriler, meyveler, yiyecekler vs. hepsi görülmez hâle geliyor. İşte bütün bunlara mazhar olan ve vücûp ve imkân arası bir noktaya ulaşan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüğü, duyduğu ve hissettiği nimetleri ümmetine de duyurmak için gözü kamaşmadan tekrar insanlığın içine dönmüştür.
Abdülkuddus, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir yolculuktan geriye dönüşünü anlattıktan sonra, “Vallahi, billâhi ben o makamlara erseydim, geriye dönmezdim.” demiştir. Başka birisi de onun bu sözüne şu yorumu yapmıştır: “İşte Peygamberle en büyük veli arasındaki makam farkı budur.” Evet, Peygamberler tamamen yaşatmak için vardır. Veliler ise bir yönüyle yükselmeyi ve mânevî zevklere ulaşmayı isteyebilir.
Ayrıca, daha dünyada iken böyle bir ufka ulaşan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin elinden tutmak için yine onların arasına döndüğü gibi ahirette de ümmetinden Cehennem’e gidenlerin çığlıklarını duyduğu zaman, kim bilir, onun kenarına kadar gidecek, onlara el uzatacak ve onları Cehennem’den çıkarmak isteyecektir. Bunların hepsi peygamber ufkunda îsârın değişik tecelli dalga boyundaki zuhurlarıdır.
Çatışma ve vuruşmaların panzehiri
İmanla, kalbî hayatla, Allah’a yakın olmakla, şefkatle, yaşatma duygusuyla çok yakından irtibatı bulunan îsâr ruhuna bugün çok ihtiyacımız vardır. Evet, günümüzde heva ve hevese bakan yönü itibarıyla dünyayı içindekilerle birlikte elinin tersiyle itebilecek, sadece yaşatmak için yaşayacak ve “Allah’ım! Başkalarını yaşatmaya vesile olacaksam yaşamamın bir kıymet-i harbiyesi olabilir. Yoksa ben başkalarına bir yararı olmayan ve onlarda bir diriliş duygusu hâsıl etmeyen bu anlamsız hayattan tiksinti duyuyor, Sana sığınıyorum. Beni bu ağır vebal altından kurtar.” diyecek babayiğitlere ihtiyacımız var.
Çünkü “ben” diyen ve her şeyi benlik ve egoizmaya bağlayan kişiler, hep insanları birbiriyle vuruşturmuş, hasetleri, kıskançlıkları, çekememezlikleri ve rekâbetleri harekete geçirmiş ve toplumu yaşanmaz hâle getirmişlerdir. Oysaki falanın, filanın yapacağı işleri yapacak binlerce insan vardır. Ne olurdu azıcık Allah’a itimat olsaydı; ne olurdu sahabe ve peygamberden bahsederken azıcık onların yolunda yürümeye karar verilseydi; ne olurdu yeri geldiğinde bir adım geri atılsa ve “Al bu işi biraz da sen götür.” denilseydi! İşte birbirinden kopmuş ve parçalanmış toplumu yeniden bir araya getirecek olan bir iksir varsa, o da gönüllerde yeniden yeşerecek olan bu îsâr ruhudur.
Yoksa günümüzdeki problemlerin tam olarak ne diplomasi, ne siyasî oyunlar, ne ayak oyunları, ne de think tank kuruluşlarının stratejileriyle çözülebilmesi mümkün değildir. Çözülseydi dünden bugüne değişik inkılaplar ve metamorfozlar yaşamış toplum şimdiye kadar çoktan ileri bir ufka adım atmış olurdu. Ama görüldüğü üzere hâlâ canavarlık devam ediyor ve hâlâ insanlar tıpkı yamyamlar gibi birbirlerini yiyor. Allah aşkına, insanların üzerine bomba yağdırmanın, zehirli gaz kullanmanın, başkalarına hayat hakkı tanımamanın, İslâm-fobya ile hareket etmenin, cemaat fobisiyle türlü zulümler yapmanın yamyamlıktan ne farkı var! Bunların hepsi değişik türde canavarlıktan başka bir şey değildir. Bütün bunları bertaraf etmenin yolu ise, yeniden insan olmaya yönelmek ve îsâr ruhuyla ahsen-i takvime mazhariyetin gereklerini yerine getirmeye çalışmaktır.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.