İnançsızlıktaki ısrarın sebepleri
Soru: İnançsızlık, insan gönlünde, derin bir boşluk ve tasa hâlinde sürekli kendini hissettiriyor olmasına rağmen, inançsızlıkta ısrar edilmesinin sebepleri nelerdir?
Cevap: Hayatı, her an her şeyin olabileceği korkunç bir kaos ve mücadele sahası, ölümü de ebedî yıkılıp gitme şeklinde gösteren inkârın hakikaten insanı kendine bağlayan, cezbeden hiçbir güzel tarafı yoktur. Aksine o, insan için sürekli bir endişe ve tehdit kaynağı, korkunç bir uçurum ve boşluktur. Fakat insanı kör ve sağır hâline getiren öyle zaaflar vardır ki, bunlara müptelâ olan insan apaçık hakikatler karşısında bile ayak diretebilir, imandan mahrum kalıp inkâra sürüklenir. Bu zaafları ana başlıklar hâlinde şu şekilde sıralayabiliriz:
Kibir
Kendisini büyük gören bir insan, Allah’a kul olmaktan uzak durabilir. Hâlbuki bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere, Cenâb-ı Hak;
اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ
“Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu derdest eder, Cehennem’e atarım.” (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26)
buyurmaktadır. Demek ki, büyüklük, sadece O’na mahsustur. Bunun karşısında insana düşen ise, Allah’a kul olmaktır. Evet, sonsuz, bir tane olduğuna göre, O’nun karşısında her şey, herkes sıfır olduğunu bilmelidir.
Hz. Pîr bu meseleyi, mânâ-i ismî ve mânâ-i harfî temsiliyle izah eder. Buna göre insana mânâ-i harfî ile bakılmalıdır. Nasıl ki, tek başına bir mânâ ifade etmeyen harfin, bir mânâ ifade etmesi için bir kelime içinde yer alması gerekiyorsa, insan da Allah’a intisap ettiği zaman gerçek kıymetine kavuşacaktır. Yoksa onun kendine mânâ-i ismiyle bakması, kendini müstakil bir varlık olarak görmesi, kendi başına bir şey ifade ettiğini zannetmesi aldanmışlıktan başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde bazılarınca dile getirilen özgüven ve benzeri mefhumlar Allah’a güvenme ile derinleştirilmedikten sonra bir kıymet ifade etmez. Esasında insanın iradesi, meyelânı ve meyelândaki tasarrufu da Allah’ın ona bir armağanıdır. Cenâb-ı Hak, kendi meşiet ve iradesinden ona bir pay, bir hisse ayırmıştır. İnsan kendi cüz’î iradesini ortaya koyduğu zaman, Allah Teâlâ da meşiet-i uzmasıyla onu teyit buyurur. İnsan kendisine böyle baktığı zaman, pek çok problem çözülecektir. Yoksa Firavun’a ait olan
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
“Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât sûresi, 79/24)
gibi mülâhazalar sadece bir kibir hırıltısıdır. Firavun’un bu sözleri açıkça şirk ve küfür olduğu gibi, “Ben kurtardım; ben yaptım; ben düzdüm; ben koştum; milleti şöyle bir badireden ben halas ettim.” şeklinde düşüncelere girmek de, zımnî dahi olsa bir nevi ulûhiyet iddiasıdır ve gizli bir şirktir. Zira aynı anda iki tane “ben” olmaz. Benlik, hakikî mânâda Zât-ı Ulûhiyet’e ait olduğuna göre, insandaki benlik Allah’ın mevcudiyetini kavrama adına ona verilen bir vahid-i kıyasîden/bir ölçü biriminden ibarettir. Yani insan, iradesiyle O’nun iradesini, meşietiyle O’nun meşietini, azıcık ilimciğiyle O’nun sonsuz ilmini, küçük basarcığıyla O’nun her şeyi kuşatan basarını anlamaya çalışacaktır.
Diğer taraftan insandaki duyuların eksikliği, sınırlılığı, darlığı ve ihata edilebilirliği, O’na ait olan şeylerin ihata edilmezliğini duyup hissetmesine bir vesiledir.
وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ
“Mahlûklar, O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şeyi kuşatamazlar.” (Bakara Sûresi, 2/255)
âyet-i kerimesi de insandaki bu sınırlılığa işaret etmektedir. Çünkü muhit, muhit olduğu aynı anda muhat olamaz. Muhit, Allah’tır. Yani O, her şeyi ilim, irade, meşiet ve kudretiyle kuşatmıştır. Bizler ise O’nun tarafından kuşatılmışız. Eğer insan bu mevzuda kendisini olması gerekli olan konuma sağlam oturtamamışsa, imandan mahrumiyet yaşar. İşte büyük çoğunluğu itibarıyla insanların imansızlığının arkasında kibre dayalı böyle bir firavunca mülâhaza vardır.
Zulüm
İmana mâni engellerden ikincisi de haddini bilmeme ve sınır tanımamadır. Bunun bir mânâda zulüm olduğunda şüphe yoktur. Bütün tiran ve zalimlerin imansızlıklarının arkasında bu vardır. Onlar meydana gelen hâdiseleri kendi güç ve kuvvetlerinden bildiklerinden dolayı kaybetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de resmedilen Karun prototipi bu duruma çarpıcı bir misal teşkil eder. Kur’ân, onun hâlini şöyle beyan etmiştir:
قَالَ إِنَّمَۤا أُوتيتُهُ عَلَٰى عِلْمٍ عِنْدِي أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِنْ قَبْلِهِ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا
“Bu imkânlara ben, ilmim ve irfanım sayesinde kavuştum, dedi. Bilmez mi ki o, gerçekten Allah, kendisinden önceki kuşaklardan kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmiştir.” (Kasas sûresi, 28/78)
Âyet-i kerimede de ifade edildiği üzere Allah (celle celâluhu) nice güçlü toplulukları, dağları yerinden söküp atacak insanları, hadlerini bilmediklerinden dolayı derdest edip yerin dibine geçirmiştir.
Bakış inhirafı
İnsanların inançsızlığına sebep olan faktörlerden bir diğeri de bakış inhirafıdır. Bilindiği üzere Hz. Bediüzzaman niyet ve nazar mevzuuna çok önem vermiştir. Öyle ki o, kırk senelik ömründe, otuz senelik tahsil hayatında dört kelimeyle dört kelâm öğrendiğini, niyet ve nazarın da bu dört kelimeden ikisi olduğunu ifade etmiştir. Çünkü bakış, eşya ve hâdiseleri anlama ve yorumlamada çok önemli bir faktördür. Şayet bakış açısını ayarlayamamışsanız, görmeniz gerekeni ya hiç göremez ya da doğru göremezsiniz. Çalışma ve araştırmalarınız sizi belli bir yere kadar götürse de, Zât-ı Ulûhiyet hakikatine ulaşamadan gider bir yerde takılır kalırsınız.
Hem bakışta esas olan, bakılan şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle görebilmektir. Yani bir şey hakikatte ne ise, onu o keyfiyette görebilme gayretidir. Dolayısıyla bakılacak şeye, doğru bakmak gerekir. Ayrıca bakışta görme hedef alınmalıdır. Mesela siz çok sayıda kitabın bulunduğu bir kitaplığa bakarsınız ama bakışınızda bir maksat yoksa karşınızdaki kitapların isimlerini, renklerini göremezsiniz. Onun için derler ki, bakma başkadır, görme başkadır. Bu ikisinin birbirine karıştırılmaması gerekir.
Kur’ân-ı Kerim, Firavun’un bakış inhirafını gösterme adına onun şu ifadelerini bize nakleder:
يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ أَسْبَابَ السَّمَاوَاتِ فَأَطَّلِعَ إِلَى إِلهِ مُوسَى
“Ey Hâmân! Benim için bir kule yap. Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın ilâhına ulaşırım.” (Gâfir Sûresi, 40/36-37)
Çağımızda aynı çarpık bakışa maruz birisi de buna benzer bir ifadeyle, küre-i arzın etrafında dolaştığını fakat bir ilâha rastlamadığını söylediğinde, Üstad Necip Fazıl kendine mahsus sesiyle onun bu sözlerine şöyle mukabelede bulunmuştu: “A be ahmak! Allah’ın -hâşâ ve kellâ- fezada bir balon olduğunu sana kim söyledi!” İşte zamandan, mekândan, maddeden münezzeh Yüce Yaratıcı’yı -hâşâ- maddî bir nesneymiş gibi arayıp bulmaya çalışma bir bakış inhirafıdır. Bazıları böyle bir bataklığa saplanıp kaldığından dolayı da bir türlü imanı bulamamışlardır.
Ataları körü körüne taklit
Ataları taklit etme de inanmamanın sebeplerinden bir diğeridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimesinde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela Bakara Sûre-i Celilesi’nde şöyle buyrulmaktadır:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا
“Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara Sûresi, 2/170)
Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâ yüs’el”dir. Yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok önemli hususlardan biridir.
Sineğin ısırmasından kaçarken…
Yukarıda sayılan bütün bu engellere bakıldığında, küfrün temelinde aklî, mantıkî ve fikrî bir dayanak bulabilmek mümkün değildir. İnanmamaya sebep olarak gösterilen bu faktörlere, mesnet demek de doğru değildir. Çünkü mesnet, ciddî bir dayanak demektir. Bu yüzden inanmayan insanlar, mesnet vehmedilen şeylere dayanarak inançsızlıklarını devam ettirmektedirler ki, esasında bunun da insana vaat ettiği hiçbir olumlu ve güzel tarafı yoktur. Bu durumdaki insanlar sadece muvakkat bazı tesellilerle kendilerini avutmayı tercih ederler. Kendilerince mükellefiyetten kaçma ve rahat etme yolunu iman dairesi içine girmemekte bulurlar. Çünkü iman veya din denildiğinde arkadan diyanet yani amele dair mükellefiyet ve sorumluluklar gelecektir. Zira iman sadece nazarî bir mesele değildir. İmanın bir gereği olarak bir kısım mükellefiyetlerin yerine getirilmesi ve bazı yasaklardan da uzak durulması gerekir. Farklı bir ifadeyle, “inandım” demekle iş bitmiyor. Arkasından amel-i salih olarak isimlendirilen bir kısım emirlerin yerine getirilmesi ve münkerat, bağy ve fahşâ olarak görülen pek çok kötü fiilin de terk edilmesi gerekiyor. İşte bazıları bütün bunları hayattan kâm almanın önünde bir engel olarak vehmettiklerinden iman dairesine girmemekte ısrar ederler. Böylece insan, Üstad Hazretleri’nin ifadeleri içinde, “inkâr vasıtasıyla, gâyet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubûdiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.” Hem, burada teselli olarak görülen bütün bu hususların, kabrin öbür tarafında insana hiçbir faydası, hiçbir desteği yoktur.
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, mü’minler, inançsızlığa sebep olan bütün bu engelleri aşarak iman dairesine girmiş olsalar da, bu zaafların kendileri için de her zaman potansiyel birer tehlike arz ettiğinin şuurunda olmaları gerekir. Çünkü yukarıda sayılan bütün bu faktörler iman dairesi içine girmeye mâni oldukları gibi -hafizanallah- imandan çıkmaya da birer sebep olabilir. Zira bu hastalık ve zaaflar belli ölçüde, insanın duygu ve düşüncesi üzerinde hâkimiyet kurduklarında; vicdanı baskı altına alıp onda delikler, çatlaklar ve kırıklar meydana getirdiklerinde, insan hiç farkına varmaksızın iman dairesinin dışına savrulabilir. Mesela kibirle alâkalı olarak, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ أَحَدٌ في قَلْبِه مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ كِبْرٍ
“Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet’e giremez.” (Müslim, îmân 147)
buyurmak suretiyle, bu öldürücü virüslerden birisine dikkat çekmiştir. Bu açıdan insan sürekli kendisiyle yüzleşmeli, sürekli üzerindeki Allah’ın nimetlerini görmeli, bu nimetlere hamd ü senada bulunmalı ve aynı zamanda bunların birer istidraç sebebi olabileceğini de asla hatırdan çıkarmamalıdır.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.