İftiralar karşısında yapılması gerekenler
Soru: Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiğine göre Firavun, Hazreti Musa hakkında, “Sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” (Â’raf sûresi, 7/110) diyerek emniyet ve güven timsali Hazreti Musa’yı gizli ajandaya sahip ve iktidarı için tehlikeli bir kimse gibi göstermeye çalışmıştır. Günümüzde de mü’minlerin yaptıkları hayırlı faaliyetler hakkında benzer şüpheler oluşturabilmek için bazı odaklar tarafından sürekli iftira üretilmektedir. Bu durum karşısında mü’minlere düşen vazifeler nelerdir?
Cevap: Her şeyden önce inanan insanların, temel değerleri itibarıyla şartlara göre tavır değiştirmemeleri, rahat zamanlarda olduğu gibi, en amansız ve insafsız saldırılar karşısında da üsluplarını namusları bilerek müstakim bir çizgide sabitkadem olmaları gerekir. Öyle ki, onları anlamak ve okumak isteyen insanlar hiçbir zaman zihinlerde tereddüt oluşturabilecek bir tenakuzla yüz yüze gelmemelidirler. Aksi takdirde, inandırıcı olamaz, ruhlarının ilhamlarını başkalarına duyurmada mesafe kat edemezler.
Şiddetli fırtınalar ve devrilmeyen çınarlar
Evet, mü’min, maruz kaldığı hâdiseler karşısında, asla, rüzgârın önündeki savrulan yapraklar gibi olmamalıdır. Bilâkis o, derinliklere kök salmış ağaçlar gibi her zaman dimdik bir duruş sergilemelidir. Botanikçiler bilir, bazı ülkelerde ağaçların kökleri sağlam olmadığından, sert bir rüzgâr estiğinde veya biraz fazla kar yağdığında ağaçlar hemen devriliveriyor. Hatta bazen haricî bir tesir olmaksızın toprakların yumuşaması bile onların devrilmesi adına yeterli olabiliyor. Bazı ülkelerde ise – su bulabilmek için olsa gerek- ağaçlar yerin derinliklerine doğru birkaç metre kök salıyor ve böylece bulundukları yerde şiddetli fırtınalara rağmen sapasağlam duruyorlar. İşte inanmış bir insan böyle olmalıdır.
Yoksa şartların lehinde veya aleyhinde olmasına göre vaziyet değiştiren, her bir hâdise karşısında daima menfaati istikametinde farklı bir tavır sergileyen insanlar bir müddet sonra inandırıcılıklarını kaybederler. Kalıcı bir inandırıcılık için her zaman dimdik ayakta durmasını bilmek ve istikameti muhafazada kararlı bir duruş sergilemek gerekir. Öyle ki, yirmi sene önce sizin nabzınızı tutmuş ve kalb ritimlerinizi dinlemiş olan insanlar nasıl bir ahenkle karşılaşmışlarsa, yirmi sene sonra elli defa feleğin çemberinden geçmiş ve elli defa preslenmiş olmanıza rağmen nabzınızı tutup kalbinizi dinlediklerinde yine aynı ritimle karşılaşmalılar.
Peki, bizim hiç hissî infialimiz, hiç feveranımız yok mudur? İnsan olmamız hasebiyle elbette ki bu tür duygular zaman zaman bizim içimize de esip gelebilir. Fakat Allah insana irade verdiğine göre, bunları kontrol altına almasını ve her zaman meşru daire içinde kalmasını bilmeliyiz.
Farklı coğrafyalardaki hüsnü kabulün sırrı
Söylediklerimi müşahhas bir misalle izah etmeye çalışayım: Bildiğiniz gibi 90’lı yıllarda, çiçeği burnunda delikanlılar diplomalarını ellerine alır almaz, dünyanın dört bir tarafına açıldılar. Bu arada antrparantez şunu ifade edeyim ki, insanlar hakkında mutlak mânâda tezkiyede bulunmak doğru değildir. Çünkü sena ettiğimiz kişi, o ölçüde bir kıvama sahip değilse, ağzımızdan çıkan bu tür sözleri Allah (celle celâluhu) öbür tarafta bizim yüzümüze çarpabilir. Bu yüzden birileri hakkındaki hüsnüzan dile getirilirken denge hep korunmalıdır. Bununla birlikte ortaya konulan bu tür fedakârlıkları görmezlikten gelmek açık bir kadir-bilmezlik olduğu gibi, arkasında bir kısım menfi niyetler aramak da ayrı bir dengesizlik ve apaçık suizandır.
Asıl konumuza dönecek olursak, evet, adanmış ruhlar, yirmi yılı aşkın süredir gönüllerinin ilhamlarını başkalarına duyurmak için dünyanın farklı coğrafyalarına açıldılar ve açılmaya da devam ediyorlar. Her ne kadar birkaç ülkede bir kısım problemler yaşanmış olsa da bugün gidilen ülke sayısı 170’in üzerindedir. Bu açıdan, 2-3 ülkede yaşanan problemi çok görmemek gerekir. Devlet-i Aliyye döneminde bile bu ölçüde geniş bir coğrafyaya açılım olmamıştır. Ekonomik ölçekte ortanın altında bir ülke olduğumuz, birçok insanın aleyhimizde çalıştığı, hakkımızda düşmanlıkların, gammazlamaların, hasetlerin, hiss-i rekâbetlerin bulunduğu nazar-ı itibara alınacak olursa, dünyanın 170 ülkesine açılabilmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zaten insafla meseleye bakanlar bunu anlıyor ve takdirle yâd ediyorlar.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle dünyanın dört bir yanına açılan insanların hüsn-ü kabul görmesinde, kanaatimce onların hep aynı çizgide tavır ve davranış sergilemesinin önemli rolü vardır. Evet, sık sık onların nabızlarını tutanlar, kalblerine kulak verenler ritmin hep aynı attığını görmüş ve “Biz bu insanları senelerden beri dinliyoruz. Ajandalarında insanlığa hizmetten başka bir şey olduğuna şahit olmadık. Bunlar sadece insanlık solukluyorlar.” demişlerdir.
Aslında 170 ülke demek, 170 farklı kültür ortamı demektir. Oralara giden adanmış ruhlar, gittikleri kültür ortamının hususiyetlerine dair herhangi bir eğitim ve herhangi bir seminer alma imkânı da bulamamışlardı. Fakat onlar, bütün insanlığı kucaklayacak ölçüde engin bir vicdana sahiptiler. Yani onlar, Yunus Emre’lerin, Mevlâna’ların, Ahmed Yesevî’lerin, Hazreti Pîr-i Mugân’ların sahip olduğu bir engin duygunun peşinden gidiyorlardı. Peki, neydi bu duygu? O, bütün insanlığı sahil-i selâmete çıkarma duygusuydu. Onlar böyle bir duyguya sahip olduklarından ve aynı zamanda bütün işlerini insanî değerlere bağlı götürdüklerinden gittikleri yerlerde de Allah’ın izniyle hüsn-ü kabul gördü ve gönüllere girdiler.
Göz yaşartan açılım kıvama emanet
Bugün değişik belgesel ve programlarla yurtdışına açılma sürecinde yaşanan tecrübeler ekranlara taşınıyor. Onların serencameleri, hikâyeleri anlatılıyor. Fakat bunların hiçbirisi yaşananları aynıyla aksettiremez, gerçek derinlik ve enginliğiyle yaşanan o günkü duygu ve düşünceleri yansıtamaz. Zira adanmışlar öyle bir samimiyetle, öyle bir beklentisizlikle yollara düşmüşlerdi ki, kendilerine destek veren Türkiye’deki gönüllülerin imkânları müsait olmadığından gittikleri yerlerde bazen aylarca maaş alamamış, ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçüde bir burs miktarıyla idare etmişlerdi. Yeri gelmiş gurbet ellerde işçilik yapmış, bir ırgat gibi çalışmış ve öyle geçinmişlerdi. İşte muhatap oldukları insanlar onların bu hâlisane tavırlarını görmüş ve onlara yürekten inanmışlardı. Allah bugün de onları imanda, ihlâsta, samimiyette ve vefada sabitkadem eylesin! Zira ciddî bir sadakat, ciddî bir ihlâs ve ciddî bir vefa ile başlayan böyle bir hareketin geleceğe yürümesi, kıvamın korunmasına bağlıdır. Allah korusun, bazen kurulan bir sistemin ahenk içinde işlemesi, sistem körlüğü hâsıl edebilir. Evet, bazen elde edilen başarı ve muvaffakiyetler insanı gurura sevk edebilir ve onun kendini rahat ve rehavete salmasına sebebiyet verebilir. Bazen de insan, zahiri sebepler açısından kendi tavır ve davranışları neticesinde ortaya çıkan güzellikleri, kendi istidat ve kabiliyetine, hikmet donanımlı düşüncelerine ve üstün fetanetine verebilir. Oysaki bütün bunlar bünyeye giren öldürücü birer virüs gibidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu virüsler bünyeyi yere serebilir.
Bu açıdan bir taraftan keyfiyeti muhafaza etmeye çalışılmalı; diğer yandan da, “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dininde sabitleyip perçinle!” (Tirmizî, kader 7; İbn mâce, duâ 2); “Ey kalbleri hâlden hâle koyan Allah’ım, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” (Müslim, kader 17; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s. 137) gibi ifadelerle kaymama, yanılmama ve yanlış yollara girmeme adına Allah’a çok dua edilmelidir.
Peygamberlik makamı Hâtemü’l-Enbiya Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuştur. O’ndan sonra hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir, asla düşünülemez. Fakat insan peygamberâne bir çizgide, fevkalâde bir sadakat, fevkalâde bir ismet, fevkalâde bir iffet, fevkalâde bir hikmet ve fevkalâde bir fetanetle O’nun yolunda olmalı, peygamberlik ufkunu adım adım takip etmeye çalışmalıdır. Esasında ortaya konulan böyle bir kıvamla başkalarının hakkımızda yanlış bir kısım yorumlara girmesinin de önü alınmış olacaktır.
Beklenti esarettir
Öte yandan, her fırsatta sık sık Allah rızasından başka hiçbir beklentimiz olmadığını hem ifade etmeli, hem de tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymalıyız. Eğer kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adayan insanlar, yapmış oldukları hizmetleri belli dünyevî beklentilere bağlarlarsa, diyet ödeme mecburiyetinde kalır ve kendi hareket alanlarını daraltmış olurlar. Zira her beklenti, insanın hürriyetinden bazı şeyleri koparıp götürür.
Bu açıdan adanmış ruhlar, hürriyete sınır getirebilecek bütün beklentilerden uzak durmasını bilmeli ve aynı zamanda herhangi bir angajmanlığa girmeme konusunda kararlı olmalıdırlar. Onlar, elbette ki ülke ve millet için maslahat gördükleri istikamette siyasî bir tercih ortaya koyabilirler. Bu, bila kayd u şart bir partiye bağlanmak demek değildir. Ülke menfaatleri için uygun gördükleri bir tercihte bulunurken hiçbir zaman iradelerini bir siyasi organizasyona teslim etmemeli, asla hür iradelerine ve hürriyetlerine dokundurtmamalıdırlar. Hürriyeti korumanın en sırlı anahtarı ise Allah’a kulluktur. Allah’a kulluğa kilitlenmiş bir insan, tam hürriyetini elde etmiş, kula kulluktan kurtulmuş demektir. Başka mülâhazalara girenler ise, hürriyetlerini kırmış, çatlatmış olurlar.
Hatta bırakalım dünyevî beklentileri, mefkûre kahramanları Cennet beklentisi içine bile girmemeli, bilâkis onu Allah’ın fazlından istemelidirler. Çünkü ubudiyet, Hazreti Pîr’in ifadesiyle mukaddime-i mükafat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sabıkadır. Bu açıdan insan sadece Allah’ı talep etmeli ve onun dışındaki bütün istekleri sonsuz karşısında sıfırı talep etme gibi görmelidir.
Fakat bu kıstaslara göre hareket edilmesine rağmen, yine de, belli imkânları ellerine geçiren ve hastalık ölçüsünde bir paranoya yaşayan insanlar, adanmış ruhların alanlarını daraltmaya çalışabilirler. Onlar, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla meseleye dinî bir kılıf da geçirerek elde ettikleri bütün imkânları kendi havuzlarını doldurma istikametinde kullanmak ve sürekli kendileri adına stok yapmak isteyebilirler. Çok sağlam inanmış gibi görünen ve hatta hayatının büyük bir bölümünü tekke ve zaviyede geçiren insanlar bile bu tür küçük ve basit menfaatlerin arkasına takılabilirler. Evet, elde ettiklerini kaybetme korkusuyla paranoya yaşayanlar, tamamıyla kendi çıkar ve menfaatlerine odaklandıklarından, güvercinlerin bile bir yerde toplanmasını kendileri adına bir tehdit sayabilir, bundan endişe duyup “Acaba bunların belli yerlerde gözleri mi var?” gibi düşüncelere girebilirler.
Kirlenmiş olanlar çevrelerinde temiz insan istemezler!
Bu halet-i ruhiyenin sonucunda onlar, çevrelerinde iffetli, namuslu ve müstağni insanları görmek istemez, onların mevcudiyetinden dahi rahatsızlık duymaya başlarlar. Onlar, bir iş yaparken, bir çevre oluştururken hep kendileriyle aynı zihniyete sahip olan insanları tercih eder ve böylece kendilerini güvene almak isterler. Onlara göre çevrelerinde hep kendileri gibi düşünen insanlar bulunmalıdır ki yarın, öbür gün ayıpları görülmesin ve mesavîleri başkaları tarafından bilinmesin. Onlar, hırsızlık ve haramîliklerinin gizli kalmasını arzuladıklarından mesavîi mesavî olarak gören insanların içlerinde bulunmasına asla tahammül edemezler. Efendimiz’in beyanları içinde, temiz insanlar temizlikleri etrafında bir araya gelirken, kirli insanlar da kendi kirlilikleri etrafında bir araya gelirler. Evet, kirliler, ismet ve iffetleriyle yaşayan, sadakat ve fedakârlıktan ayrılmayan, her daim nezahetlerini koruyan insanları çevrelerinde istemezler.
Ancak, bu tür zulüm ve tecavüzler karşısında bile adanmış ruhlar sırat-ı müstakimden ayrılmamalı, duygu ve düşüncede hep dengeli davranmalıdırlar. Onlar kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye gibi duygularda dengeli oldukları gibi, haset, hırs, kin ve nefrete maruz kaldıklarında ortaya koyacakları mücadele tarzında da dengeyi muhafaza etmelidirler.
Dengesizler karşısında dengeyi muhafaza
Çünkü asıl hüner, başkalarının dengesizlikleri karşısında dengeyi koruyabilmektir. Mesela birileri haset ve çekememezlik duygusuyla sizin üzerinize gelebilirler. Gelecekte, bir kısım imkânların ellerinden kaçıp gitmesi korkusuyla size karşı kin ve nefret duygularıyla köpürebilirler. İşte burada bile aynıyla mukabelede bulunmama, imkânı varsa kortekste bu tür olumsuzluklara hiç yer vermeme, onların nöronlara bulaşmasına fırsat tanımama ve geldikleri gibi onları kapı dışarı etme çok önemlidir. Esasen el âlem sizi sevip alkışladığı zaman onlara karşı saygı duymak marifet değildir. Marifet odur ki sizi kabul etmeyen, mevcudiyetinizden rahatsızlık duyan insanlar hakkında bile, “Allah’ım, bana nâşâd olsun diyenler şâd olsun, nâmurad olsun diyenler bermurad olsun.” diyebilmektir. Hele bu kadar dengesizliğin bulunduğu günümüz dünyasında, dengeli olmak daha bir önem arz eder.
Kur’ân-ı Kerim, “Bir kavmin size karşı tecavüz ve saldırıları, sizi adaletsizliğe, haksız yere onlara saldırmaya sevk etmesin.” (Mâide sûresi, 5/8) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlere akla hayale gelmedik zulümlerin yapıldığı Mekke döneminde nâzil olmuştur. Böylece mü’minlere, bütün bu olup bitenleri engin vicdanlarıyla sabırla karşılamaları ve aynıyla mukabelede bulunmamaları emredilmiştir. Dolayısıyla birilerinin nâseza nâbeca tavır ve davranışları, mü’minleri hak ve adalet duygusundan ayırmamalıdır. Başkalarının adaletsizlik yapması, sizin adaletsizlik yapmanızı asla meşru kılmaz. Siz, inanan gönüller olarak her zaman âdil olma mecburiyetindesiniz.
Eğer bir karalama kampanyası başlatılmış, yapılan zulümler sürekli hâle getirilmiş, hiç durmadan sabah akşam zift gibi yalan ve iftira püskürtülüyorsa, bu durumda yerine göre tavzih, tashih, tekzipte bulunulabilir ve tazminat hakları kullanılabilir. Fakat bu hakları kullanırken bile, kendimize yaraşır ve yakışır şekilde, kendi karakterimizin gereğini sergilememiz gerekir. Evet, “Herkes kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ sûresi, 17/84.) Bize düşen de her hâlükârda kendi karakterimizin gereğine göre hareket etmektir.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.