Heyecanla dopdolu adanmış ruhlar
Soru: Günümüz nesillerinde başkaları için yaşama aşk u heyecanını uyarmak ve bu heyecanı kalıcı hâle getirmek için neler yapılmalıdır?
Böyle bir aşk u şevkin uyarılmasının en önemli vesilelerinden biri de insanlarda tefekkür mekanizmasının harekete geçirilmesi, düşünce sisteminin derinleştirilmesidir. Tefekkür kelimesi, tekellüf ifade eder. Dolayısıyla tefekkür, insanın şakaklarını zonklatırcasına temrinle kendisini düşünmeye alıştırması neticesinde kazanılacak bir ameliyedir. Tefekkür, insanın oturup kara kara düşünmesi veya görüp duydukları karşısında sathî ve küçük münasebetler kurması demek değildir. Bilakis o, mebde ve müntehayı beraber değerlendirme; aklı, sebep-sonuç arasında âdeta bir mekik gibi getirip götürerek düşündüklerinden bir şeyler sağma, belki ruhuyla onları massetme, aynı zamanda düşündüklerini ihsaslarına mal etme, hatta ihtisas imbikleriyle onlardan yeni bir şeyler çıkarmanın ad ve unvanıdır. Bu açıdan aşk u iştiyak kazandırma adına öncelikle insanları düşünmeye, mantıklarını işletmeye alıştırmak ve onları iyi ve kötüyü doğru görecek hâle getirmek gerekir.
Hep Hakk’ı hecelemeli, O’nunla gecelemeli
Böyle bir düşünce ameliyesinde devamlılık da çok önemlidir. Öyle ki, beraber olduğumuz insanların
أَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminana kavuşur.” (Ra’d Sûresi, 13/28) ufkunda seyahat ettiğini düşünsek dahi, bu durumları itibarıyla onları yeterli görmek, daha doğrusu bizim birbirimizi yeterli görmemiz kesinlikle doğru değildir. Bu konuda birbirimize sürekli destek olmalıyız. Çağımızın büyük Mütefekkirinin ifadesiyle, kubbedeki taşlar gibi düşmemek için baş başa vermeliyiz. Onun bu sözünü sadece içtimaî yapı adına iftirak ve ihtilaflara girmeme, vifak ve ittifak içinde bulunma mânâsına anlamak eksik bir anlayış olur. Belki bu sözü, dine hizmeti hayatımızın gayesi bilme ve bu gaye-i hayalimizi gerçekleştirme yolunda hep canlı kalma mevzuunda birbirimizin destekçisi olma şeklinde anlamamız gerekir. Öyleyse yüce bir mefkûre için bir araya geldiğimiz meclislerde asla laubaliliğe girmemeli ve oraları hep sohbet-i cânanla süslemeliyiz. Evet, bir araya gelişlerimiz neticesinde:
اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّلاً وَتَسْلِيمًا وَتَفْوِيضًا وَمَعْرِفَةً وَمَحَبَّةً وَعِشْقًا وَاشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ وَعِفَّةً وَعِصْمَةً وَفَطَانَةً وَحِكْمَةً
duasında arzu edilen hususlardan acaba ne elde ettik, diye kendimizi sorgulamalıyız. Hatta dünyevî bir mesele için bir araya geldiğimiz beraberliklerde bile elimize bir fırsat geçtiğinde bir yolunu bulup sohbet-i cânan çerçevesinde değerlendirilebilecek mevzulardan bir fasıl açmalı; açıp gönüllere imanın güzelliklerinden bazı şeyler fısıldamaya çalışmalıyız.
Günümüzde olup biten hâdiseleri bilmek, bir kısım aktüel meselelere vukuf peyda etmek elbette ki her vatandaşın hakkıdır. Fakat bugün zaten bu meselelerle ilgilenen bir hayli insan varsa, zannediyorum kendisini Kur’ân’a adamış insanlar, istidatlarını, Kur’ân’a hizmeti en iyi şekilde yerine getirme istikametinde inkişaf ettirmeli ve asıl bu noktada derinleşmelidirler. Onlar için başka düşünceler tali olmalı ve onlar başka mülâhazalarla yorulmamalıdırlar. Bunun için oturup kalktıkları her yerde Hakk’ı hecelemeli ve hep O’nunla gecelemelidirler. Hulasa, insanları delice Allah’a âşık hâle getirme ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) anıldığı zaman burnunun kemikleri sızlayacak ölçüde bir muhibb-i Habibullah ufkuna yükseltme yolunda ne yapılması lazım geliyorsa onu yapmalıyız.
Evet, hizmet heyecanımızın ve adanmışlık ruhunun canlı kalabilmesi için bizim sürekli rehabiliteye ihtiyacımız var. Aslında insanın fizikî hayatında da durum bundan farklı değildir. Meselâ bir uzuv, uzun süre çalışmadığında, zamanla adaleler erir ve bir süre sonra uzuv hiçbir şey yapamaz hâle gelir. İşte ruhî ve kalbî hayatımız için de aynı husus geçerlidir. Günde beş vakit namazın veya her sene bir ay Ramazan-ı Şerif orucunun teşri kılınmasında böyle bir hikmeti görmezlikten gelemeyiz. İnanan gönüller, günde beş defa İslâm dediğimiz o menhelü’l-azbi’l-mevruda kovalarını salıyor, oradan bir şey çıkarıyor ve onunla yıkanıp arınıyorlar. Yani günde beş defa O’nu duymaya, O’nu hissetmeye ve O’nu bilmeye çalışıyorlar. İşte bizim de ibadetlerdeki bu temel espriyi kavrayarak, oturup kalkmamızı, gece ve gündüzümüzü hep O’na bağlamamız gerekiyor ki, İslâmî aşk u heyecanımız da sürekli olsun.
Kırık-dökük gemiyle bu denizler aşılmaz
Sürekli rehabilite adına, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ebû Zer’e tavsiye ettiği şu hususlar bana çok önemli geliyor:
جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ
وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ
“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde de ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden haberdardır.”
Evet, alınacak mesafe çok uzun, üzerinden yüzülerek geçilecek deniz çok derin olduğundan meselenin küçük bir arızaya dahi tahammülü yoktur. Zira bu yolculukta insan için her zaman batma tehlikesi vardır. Allah korusun, insan bir masiyet veya bir gaflet karşısında Titanik gibi paramparça bir hâlde, avam ifadesiyle denizin dibini boylayabilir. Eğer sefine bizim ruhî hayatımız ve kalbimizin Allah’la münasebeti ise, o hâlde onu, doğan her güneşle birlikte bir kere daha gözden geçirip yenilemeli ve sapasağlam hâle getirmeliyiz. Zira kırık dökük sefineyle, yarım yamalak bir kalble, zedelenmiş bir akıl ve mantıkla upuzun bir yolculuk yapılabilmesi mümkün değildir.
Bu lâl u güher sözün devamında, “Azığını tastamam al, çünkü sefer çok uzun.” buyruluyor. Burada alınması tavsiye edilen azık, ne yiyecek, ne içecek ne de silahtır. Bilakis o, insanın ibadet ü taatidir. Dünyada başlayıp ahirete uzanan yolculuk çok uzun olduğuna göre, burada azığın tastamam alınması gerekir. Mesela namazımız bize berzah hayatında refakat edeceği gibi orucumuz da Reyyan kapısından aşıp Cennet’e girmemize vesile olacaktır. Eğer bunlar burada bir azık olarak edinilmemişse, orada fakr u zaruret içinde kalınacaktır.
Daha sonra yokuşun çok sarp olduğu hatırlatılarak yükün hafif tutulması tavsiye ediliyor. Demek ki, altından kalkamayacağımız şekilde dünyevîliğe dalmaktan kaçınmalı, o sarp yokuşu aşacak şekilde sırtımızdaki yükü hafif tutmalıyız. Son olarak da, Hazreti Nâkid’in her an bizi gördüğü hatırlatılarak amelimizde ihlâslı olma tavsiye ediliyor.
Bu ölçüde bir hazırlık, bizim dünyada hakkı tutup kaldırma, adaleti ikame etme, milletimiz için mukadder veya muhtemel gibi gördüğümüz zirveye ulaşma istikametinde ortaya koyacağımız hizmetlerin devam ve temadisi adına önemli olduğu gibi, ahiret hayatımız adına da çok önem arz eder.
Cenâb-ı Hak da, Kur’ân’da iki yerde:
إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ
“Eğer isterse sizi götürür ve cedid bir kavim getirir.” (İbrâhim Sûresi, 14/19; Fâtır Sûresi, 35/16) buyuruyor. Burada “cedid bir kavim”den kastedilen hususu, dini i’la adına tarih sahnesine ilk defa çıkartılan yeni bir kavim olarak anlamanın yanında; eskimemiş, partallaşmamış, ülfet ve ünsiyete yenik düşmemiş, dini bütün derinliğiyle terütaze ruhunda duyan Hakk’a adanmış ruhlar ve heyecan insanları şeklinde de anlayabiliriz. Fâtır Sûresi’ndeki âyetin devamında:
وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَزِيزٍ
“Bunu yapmak, Allah’a ağır gelmez.” (Fâtır Sûresi, 35/17) buyruluyor. Çünkü O, murad buyurduğu zaman “Ol” der, hemen oluverir. Şimdiye kadar da hep böyle olmuştur. Evet, eski eşya hâline gelen, partallaşan, dinî heyecanını kaybedenler, ister enbiya-i izamın hayat-ı seniyyeleriyle, ister müçtehidin-i kiram efendilerimizin ortaya koydukları faaliyetleriyle, isterse müceddîni-i izam efendilerimizin tecditleriyle götürülüp onların yerine terütaze yeni bir kavim getirilmiştir.
İlâhî lütuf sağanakları altında dirilişe mazhar olanların aidiyet müâhazasına bağlı olarak “Biz, o kavm-i cedidiz.” demeleri gurur olur. Bu ise rahmet-i ilâhiyeden mahrumiyete sebebiyet verir ve Cenâb-ı Hakk’ın teyidini keser. İlahi inayetin devamı, iddialı olmaktan kaçınarak mahviyet ve tevazu içinde gayrete bağlıdır. Öyleyse, bize bir sorumluluk verildiğinde bir yandan “vazife cümleden âlâ” diyerek ona sahip çıkıp hakkını vermeye çalışmalı, diğer yandan da “nefis cümleden edna” diyerek her zaman kulluğumuzun farkında bulunmalıyız. İşte ancak böyle bir anlayışla bir yerde aktif bekleyiş içinde bulunurken, üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bile geçse yine de mesafelere meydan okuyup yepyeni bir heyecan ve terütaze bir adanmışlık ruhuyla geleceğe yürüyebiliriz.
- tarihinde hazırlandı.