Hakiki ve şeklî Müslümanlık
Soru: Yazı ve sohbetlerinizde sık sık Müslümanlığın şekil ve suretten ibaret olmadığını ifade ediyorsunuz. Bu hususu biraz açabilir misiniz?
Cevap: Soruda da ifade edildiği üzere Müslümanlık sadece şekil ve suretten, görüntü ve gürültüden, lâf u güzaftan ve bir kısım formaliteleri yerine getirmekten ibaret değildir. Bilâkis Müslümanlık bir gönül işidir. Yani şeklin yanında asıl önemli olan öz ve mânâdır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” (Müslim, birr 33; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/284, 539 ) sözleriyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Anadolu’nun saf ve duru sesi Yunus Emre de bir şiirinde;
Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.
mısralarıyla şekil ve görüntüden ziyade asıl üzerinde durulması gerekli olanın gönül olduğunu vurgulamıştır.
İç dışa bir çevrilse
Bu açıdan nice Müslümanlıkta önde görülen, gürül gürül onu temsil etmeye çalışan insanlar vardır ki, hakikatte onların nezd-i ulûhiyette zerre kadar kıymet-i harbiyeleri yoktur. Evet, onlar bu dünyada Müslümanlık adına ön safta görünseler de ötede perişan ve derbeder bir vaziyette olacaklardır. Buna karşılık, burada kendisine değer atfedilmeyen, arkalarda görünen öyle insanlar da vardır ki, ötede, önlerin önüne geçmiş, mânevî hayatında evliya, asfiya, ebrar ve mukarrabînle at başı giden insanlar oldukları görülecektir. Bu açıdan dış görünüşe, ağızdan çıkan laflara, şekil ve suretlere bakarak insanlar hakkında bir yargıya varmak her zaman için bizi isabetli neticelere götürmeyebilir. Bu hakikate dikkat çeken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Nice saçı başı dağınık olan, (önemsenmediğinden ötürü) kapı kapı kovulan insanlar vardır ki şayet onlar herhangi bir hususla alâkalı yemin edecek olsalar, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.” (Buhârî, eymân 9; Müslim, birr 138, cennet 48)
Fakat sakın yanlış anlaşılmasın, bu tür yüce makam ve konumları ihraz edebilmesi için insanın ille de fakir ve hakir görülmesine gerek yoktur. Kalb selâmeti bulunduğu ve konumun hakkı verilebildiği takdirde belirli dünyevî makamlarda bulunan kimseler de Allah’ın izniyle O’nun katında kıymetler üstü kıymete ulaşabilirler. Bu konuda Hulefa-i Raşidîn efendilerimizden her biri bizim için ne güzel örnektir.
Gerçek liderlerin göz yaşartan hayatı
Bildiğiniz gibi, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, maaşından artakalan miktarı bir testi içinde biriktirmiş ve vefatı sırasında bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini istemiştir. Mesele Hazreti Ömer’e intikal ettiğinde o, “Öyle bir hayat yaşadın ki, Müslümanca hayatı bize yaşanmaz hâle getirdin.” demiştir. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186; et-Taberî,Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/354.) Müslüman olmadan önce büyük bir servet sahibi olan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, sahip olduğu bütün malı-mülkü Allah yolunda harcamış, sahip olduğu imkânların zerresini dahi kendi hesabına kullanmayı düşünmemiş, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşetmiş olduğu onca geniş imkâna rağmen öbür tarafa giderken dünyevî imkânlar adına elleri boş gitmiştir.
Hazreti Ömer Efendimiz’in hayatı ondan farklı değildir. O, devlet başkanı olduğu dönemde, halktan orta seviyedeki bir insan ne ile geçiniyorsa kendi maaşının da buna göre belirlenmesini istemiştir. Kıtlığın yaşandığı bir dönemde ise hizmetçisine, halkın en düşük seviyedeki bir ferdinin ne ile geçindiğini sormuş, ekmek ve zeytinyağı olduğunu öğrenince, “Bundan sonra bana da böyle yapmak düşer.” demiştir. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/312) O günün iki süper gücünün hakkından gelen bu büyük halife ahirete giderken ellerini silkelemiş ve dünyadan öyle ayrılmıştır. İşte dünyevî ve uhrevî muvaffakiyetin temel esası böyle bir kıvamdan geçmektedir.
Hazreti Osman Efendimiz’in de kendisine göre ayrı bir fazileti vardır. Benî Ümeyye’den gelen ve büyük bir servete sahip olan Hazreti Osman, Muktedâ-i Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), infak talebi karşısında hiç tereddüt etmeden altı yüz deveyi yüküyle birlikte vermiştir. (Tirmizî, menâkıb 18; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 5/246; et-Tayâlisî, el-Müsned s.164.) O da fevkalâde civanmertliğiyle kendinden önceki iki halifenin faziletini yakalayacak ufka ermiştir.
Keza Hazreti Ali Efendimiz, ömür boyu, eline geçen parayı, yarısını açıktan yarısını da gizli vermek suretiyle infak etmiş; sahip olabileceği onca imkâna rağmen ahirete fakir bir insan olarak yürümüştür.
Bu yüce kametler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği geniş dairedeki tasarruf haklarını, makam ve payeleriyle gelen imkânları asla kendi çıkarları istikametinde kullanmamışlardır. Onlar, kendileri adına bir menfaat peşinde koşmadıkları gibi, sahip oldukları imkânları oğulları, kızları, yakınları, tayfaları ve taraftarlarına bir şey kazandırma adına da kullanmamışlardır.
Lider müsveddeleri ve felâkete sürüklenen toplumlar
Milletin emanet verdiği imkânları kendi şahısları, eşleri, evlâtları vs. için kullanan insanlar küfre düşmüş mü olur? Elbette böyle yapan insanlar küfre düşmüş olmazlar. Fakat onların kâfir sıfatlarıyla ittisaf ettiklerinde şüphe yoktur. Hatta beş vakit namaz kılsa, her sene hacca gitse ve oruçlarını tutsalar da bu konudaki zafiyetlerini düzeltmedikleri sürece kâfir sıfatları bir mikrop gibi onların bünyelerinde barınmaya devam edecek, belki de onların tavır ve davranışlarında bir kısım inhirafların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Evet, onlar bünyelerinde tıpkı AIDS virüsü gibi bir virüs barındırdıklarından yanlış düşünecek, yanlış konuşacak, yanlış karar verecek, yanlış icraatta bulunacaklardır. Netice itibarıyla başında bulundukları insanları yanlış politikalarla felâkete sürükleyeceklerdir.
Unutmamak gerekir ki Allah (celle celâluhu), insanlar hakkında onların sahip oldukları sıfatlara göre hüküm verir. Mesela sadakat sahibi olma, başkalarının ırz ve namusuna karşı hassas davranma, iffeti ve ismetiyle yaşama, kimsenin malına-mülküne göz dikmeme, teavün düsturunu işler hâle getirme, tembelliğe karşı ilân-ı harp etme, zamanı tanzim etme, imkânları rantabl olarak değerlendirme, araştırma ve hakikat aşkıyla varlığı didik didik etme gibi gerek tekvinî gerekse teşriî emirlere ait sıfatlar birer mü’min sıfatıdır. Kim bu sıfatlara sahip olursa, Allah onu muvaffak kılacak; bu sıfatlara sahip olmayanlar ise hem bu dünyada, hem de ötede cezalandırılacaktır.
Evet, bir insan “dindarım” dese, Müslümanlığı kimseye bırakmasa da, eğer tembel tembel kahvede oturuyor, bu tembelliğine dedikoduyu, gıybeti, iftirayı ilâve ediyor, sadece zanlarla hareket edip başka mü’minler hakkında kötülük düşünüyor, kötülük konuşuyorsa kâfir sıfatlarla muttasıf bir hayat yaşıyor demektir. Bu sıfatlara sahip olan insan ise -muhalfarz- bir hareketiyle gökteki yıldızları yere indirse, yeryüzündekilere bir maytap şenliği yaşatsa, ışık ziyafetleri çektirse bile, Allah katında bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Belki geçici bir süre, bir göz bağcılıkla insanları aldatabilir. Fakat böyle birisi, Allah’la sağlam bir irtibat kurmadığı, mü’mince bir çizgide yürümediği ve peygamberlerin yürüdüğü yörüngeyi takip etmediği için yalancı bir ışık gibi parlar ama kısa bir müddet sonra söner gider ve peşinden gidenlere de hüsran yaşatır. Bugüne kadar niceleri böyle göz bağcılıkla bir süreliğine kitleleri arkalarında sürüklemişlerdir ama çok geçmeden arkada hiçbir iz bırakmadan çekip gitmişlerdir.
Doyma bilmez iştiha
Bu itibarla bir mü’min şekle aldanmamalı, asıl olanın öz ve ruh olduğunu unutmamalı, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamalı, bütün hareket ve hamlelerini Allah rızasıyla irtibatlandırmalı, attığı her adımda murad-ı ilâhîyi takip etmeye çalışmalıdır. Çünkü hayatını Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlere uygun olarak tanzim etmeyen bir insan, nefsinin ve şeytanın yönlendirmelerine açık hâle gelecektir. Böyle birisi fırsatını bulduğunda kendi kesesini ve banka hesaplarını dolduracak, hatta kendi ülkesinin bankaları yeterli gelmeyince yurtdışına para transferine başlayacaktır. O, akla-hayale gelmeyecek hilelerle milleti soyup soğana çevirecek, milletten gasp ettiği paralarla kendi saltanatını kurmaya çalışacaktır. Bu tür şeytanca mülâhazalarla hareket eden birisi ise mü’min görünse bile küfür yolunda yürüyor demektir.
Bir dönemde insanlar, hangi yol ve yöntemlerle belirli muvaffakiyetlere imza atmış, belirli zaferler elde etmişlerse, başka bir dönemde onun dışındaki yollarla aynı mazhariyetler elde edilemez. Bunun için onların gittikleri yolun takip edilmesi gerekir. Kat’iyen gayrimeşru yollarla meşru bir hedef yakalanamaz. Hedefin, makul, meşru ve ilâhî olması gerektiği gibi, o hedefe götüren yol ve yöntemin de aynı şekilde meşru olması gerekir. Meşru bir hedefe ulaşma adına gayrimeşru yolların kullanılabileceği şeklindeki makyavelistçe düşünce ise, başka değil şeytanın bir dürtüsüdür. Böyle bir insan, mescide gitse, alnını yere koysa bile onun meyhanedeki, puthanedeki, demhanedeki birisinden farkı yoktur.
Bir zulmü daha büyük bir zulümle örtme gayreti
İdarenin hangi kademesinde bulunursa bulunsun, milletin malını hortumlama, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet alma, bohemce bir hayat yaşama veya kendi çevresini kayırma gibi büyük günahları işleyen insanlar, bu melanetlere başkalarının muttali olmasını istemezler. Dolayısıyla kendilerinden olmayan ve işledikleri gayrimeşru işleri tasvip etmeyen temiz ve dürüst insanların, yaptıkları melânetlere muttali olabilecekleri konumlara gelmesinden rahatsızlık duyarlar. Kendilerine engel olunacağından, yaptıklarının deşifre edileceğinden, aldattıkları kitleler nezdinde kredi kaybedeceklerinden korkar, bütün bunları engelleyebilmek için dürüst ve temiz insanlara akla hayale gelmedik yollarla baskı uygularlar. Çünkü her suçlunun, cürmünü örtme ve içinde bulunduğu suçtan sıyrılma gibi bir gayreti vardır. Hatta onlar, kendilerini masum gösterme adına başkalarına atf-ı cürümde bulunmaktan da kaçınmazlar.
Onlar başkalarının kendi günahlarına muttali olmasını istemedikleri gibi, daldıkları bataklıkta rahatça hareket edebilme adına çevrelerini de kendilerine benzetmeye çalışırlar. Çünkü aynı mesavi ve suçları irtikâp eden insanlar birbirleriyle rahat anlaşırlar. Onlar, hem eleştiri almamış olur hem de yaptıkları işten vicdan rahatsızlıklarını susturmaya çalışırlar.
Bütün bunların yanı sıra onlar, konumlarını, makamlarını ve geleceklerini garanti altına alabilmek için kendilerine muhalif gördükleri insanları uydurdukları bir kısım ad ve unvanlarla karalamaya ve itibarsızlaştırmaya çalışırlar; bunun da ötesinde bütün kapıları onların yüzüne kapamaya ve bulundukları yerlerden tecrit etmeye gayret ederler. Fakat asla unutulmamalı ki bütün bu fiil ve sıfatlar bir mü’minde bulunsa bile kâfirce muamele ve sıfatlardır.
Hakta sebat, problemleri çözmede âlicenaplık
Her şeye rağmen hakikî mü’minlere düşen vazife, bir taraftan tiranların güç ve baskılarına boyun eğmemek, hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam etmek, diğer taraftan da “İyilikle kötülük bir olmaz. O hâlde sen, kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.” (Fussılet sûresi, 41/34) âyet-i kerimesi mucebince kendilerine kötülük yapan insanlara bile bir iyilik yolu bularak onları kötülükten alıkoymaya çalışmaktır. Hani Hazreti Mevlâna’nın, “Bir ayağım dinin merkezinde, diğer ayağım yetmiş iki milletin içinde.” veya “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol yine gel! Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!” şeklinde sözlerinden rahatsız olan hoca kılığındaki bir adam onun karşısına dikilerek ağzına ne geliyorsa söyler. “Zındıksın, fâsıksın, insanları baştan çıkarıyorsun. Herkese kucak açarak Yahudi’ye, Hıristiyan’a, Mecusî’ye yahşi çekiyorsun.” gibi laflar söyler. İçindeki bütün karbondioksiti boşaltır. Bu arada Hazreti Mevlâna, onun söylediklerini kemal-i samimiyet ve kemal-i tevazu ile dinler. Söyleyecek bir sözü kalmayınca Hazret, “Söyleyeceklerin bitti mi?” der. “Evet.” cevabını alınca da “Bu bağrım sana da açıktır. Sen de gel!” der.
Evet, birileri farklı gerekçeler uydurarak bütün kapıları sizin yüzünüze kapatabilir, asgari temel hak ve hürriyetleri bile size çok görebilirler. Hatta dünyanın ta öbür ucundaki hayırlı bir kısım hizmetlerinize dahi engel olmak isteyebilirler. Buna karşılık siz, size düşeni yapmalı, “Allah bize yeter!” deyip, doğru bildiğiniz yolda salih amel işlemeye devam etmelisiniz. Kötülüklerle mücadele ederken de asla mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesinde bulunmamalısınız. Evet, yapılan bir kötülüğe karşı aynıyla mukabelede bulunmak zalimce bir kaidedir.
Vâkıa Yüce Allah, “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) beyan-ı sübhanisiyle buna müsaade etmiştir. Fakat aynı âyet-i kerimenin devamında, “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” buyurmak suretiyle âbide şahsiyetlerin sabır ve af yolunu tutması gerektiğine işaret etmiştir. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca kendisine her türlü kötülüğü reva görenlere karşı hep afv u safh (af ve müsamaha) ile mukabelede bulunmuştur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke fethi sırasında, böyle bir imkânı kendisine bahşeden Allah’a karşı tevazuun bir gereği olarak mübarek başı bineğinin eğerinin kaşına değecek şekilde iki büklüm oraya girmiş; o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapmış insanların endişe ve korkuyla haklarında verilecek hükmü beklediği esnada kendisinden birkaç bin sene önce Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi, “Bugün size ayıplama ve kınama yoktur. Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” (Yûsuf sûresi, 12/92) demiştir. (el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118) İşte civanmertlik ve âlicenaplık budur! Günümüzdeki peygamber vârislerinin takip etmesi gereken yol da budur!..
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.