Hâbil ile Kabil Bize Ne Diyor?
Soru: Hazreti Âdem’in oğulları Hâbil ile Kabil arasında geçen olayda mü’minlere verilmek istenen mesajlar nelerdir?
Cevap: Sorunun cevabına geçmeden önce genel bir prensibe temas etmek istiyorum. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan her bir olayın mutlaka bizi alakadar eden bir yönü vardır. Günümüze bakan yanlarını bulmak ve onlardan dersler çıkarmaktır. Kur’ân, geçmişte yaşanan vakalardan, sadece tarihî bilgi vermek için bahsetmez; onlar üzerinden bazı hakikatleri anlatır. Âyetlere sathi bir nazarla bakıldığında bu hakikatler hemen anlaşılmayabilir, bizimle münasebeti tam görülemeyebilir. Fakat Kur’ân tekrar ber tekrar okunur, her bir âyete “Kur’ân burada mutlaka bana bir şey diyordur” mantığıyla yaklaşılır ve meseleler konu bütünlüğü içerisinde derince ele alınırsa, işte o zaman ondan hakkıyla istifade etmek mümkün olur. Bu açıdan bir Müslümanın her bir âyeti kendine hitap ediyor gibi okuması, o âyetin kendisiyle münasebeti üzerine kafa yorması gerekir. İşte Hz. Âdem’in oğullarının kıssasına da bu gözle bakmalı ve kendi hesabımıza ondan bir şeyler çıkarmalıyız.
Bilindiği üzere Hâbil ile Kabil arasında bir anlaşmazlık çıkıyor. Kabil, Allah’ın takdirine razı olmuyor. Bunun üzerine kimin haklı kimin haksız olduğunu test etme adına, Cenâb-ı Hakk’ın o dönem insanına özel bir muamelesi olan bir uygulamaya başvuruyorlar. Buna göre gökten inen bir ateş haklı olan kimsenin kurbanını alıyor, diğerininkine ise dokunmuyor. Böylece kimin haklı kimin haksız olduğu ortaya çıkıyor. Bu meyanda Hâbil ile Kabil, Allah’a birer kurban takdim ediyorlar. Ve gökten inen ateş, Hâbil’in kurbanını alıyor. Fakat hırs ve haset Kabil’in gözünü öyle bürümüş ki, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından haksızlığı tescil edilmesine rağmen neticeyi kabullenmiyor. Arkasından da Kur’an’da anlatılan günahı işliyor, kardeşini katlediyor. Sonrasında bir karganın talimiyle onun cesedini toprağa gömüyor.
Peygamber hanesinde büyümüş bir insanın, Allah’ın kendisi hakkındaki takdirine razı olmaması, semavî hükmü kabul etmemesi, taammüden cinayet işlemesi, arkasından suç delilini ortadan kaldırması öyle katmerli birer cinayettir ki, bütün bu günahlar adım adım onu karanlık bir âlemden içeri sokmuş, belli bir noktadan sonra da küfre düşürmüş olabilir. Zira Kur’ân’ın ifadelerinden onun ebediyen kaybettiği anlaşılıyor.
Kur’ân-ı Kerim, “Onlara Âdem’in oğulları kıssasının hakikatini anlat.” buyurarak, Hâbil ile Kabil arasında geçen bu olayı nakleder. (Mâide sûresi, 5/27-31) Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha onların isimlerini vermez. Bu isimler Eski Ahit’ten alınmıştır. Buna göre iyi olan evlâdın ismi Hâbil, şeytanın ruhuna girdiği diğer evladın ismi de Kabil’dir. İsimleri her ne olursa olsun, bunların ikisi de sağanak sağanak vahyin yağdığı bir evde neş’et etmiş, peygamber terbiyesiyle büyümüşlerdi. Bu sebeple muhtemelen Hâbil gibi Kabil de iman etmişti. Fakat Kur’ân’ın beyanına göre o, şeytana uymuş ve kardeşini öldürmüştür. Kabil, Ademoğulları arasında ilk cinayet işleyen, dolayısıyla da bu kötü yolu ilk açan kimsedir. Bu yönüyle de günahı katmerlidir ve bu günah onu küfre götürmüş olabilir. Zira Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Günaha doğru atılmış her bir adım, aynı zamanda küfre doğru atılmış bir adımdır.
Kabil’in kaybetmesine sebebiyet veren günah, haset ve çekememezliktir. Cenâb-ı Hakk’ın, takdîren kardeşinin nasibine verdiği şeyi kıskanması, ilâhî takdiri kabullenmemesidir. Kur’ân’ın farklı ayetlerinde açıkça beyan ettiği üzere, Allah herkesi farklı yaratmış, herkese farklı ihsanlarda bulunmuş, herkesi farklı istidat ve kabiliyetlerle donatmış, bazılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Kur’ân, peygamberlerin bile kiminin kimine üstün kılındığını beyan eder. (İsrâ sûresi, 17/55) İnsan belirli bir alanda ileriye gitmiş olsa da başka bir alanda diğerlerinden geride kalabilir. Bir hususta başkalarına râcih olan kimse, başka bir hususta mercûh olabilir. Cenâb-ı Hak, bilemediğimiz bir kısım sebep ve hikmetlere binaen kimilerine fazla ihsanda bulunmuş, onları hikmetle donatmış, onların ufuklarını açmış olabilir. Onlar da Cenâb-ı Hakk’ın bu mevhibelerini tam yerli yerinde kullanarak büyüklüklerine büyüklük katmış olabilirler. Allah insanlara başka başka ihsanlarda bulunabilir, birine vermediği nimeti bir diğerine verebilir.
Bunlar birer imtihandır. Bir hususta daha fazla nimete sahip olanın imtihanı, sorumluluğu daha fazladır. Bu sorumluluğunun gereğini yerine getirdiği zaman imtihanı kazanmış olur. Diğerinin sorumluluğu da kendi payına düşen nimet ölçüsündedir. Mü’mine düşen vazife, Cenâb-ı Hakk’ın bütün bu tasarruflarını saygıyla karşılamak, elindekilere kanaat etmek ve taksimatta kendi payına düşen sorumluluğun gereklerini ifa etmektir.
Ne var ki pek çok insan, kendinden üstün olanları kolay kolay hazmedemez. “Onda olacağına bende olsaydı” der. Bu yüzden de hiç farkına varmadan kalbini öldürür, iyiliklerini tüketir, günah yüklerini sırtlanır. Zira haset ve kıskançlığın hem kalbi öldürme hem de yapılan iyilikleri bitirme gibi bir özelliği vardır. Hatta içindeki çekememezlik ve haset ateşini söndürmeye çalışmadığı, bu hislerini gemlemediği takdirde bunları fiiliyata döker ve günah işlemeye yönelir. Bunlar da onu perişan duruma düşürür, bitirir. Tıpkı Kabil’i bitirdiği gibi. Öyleyse insana düşen, Allah’ın takdirine rıza göstermek, içindeki haset ve kıskançlık duygusunu akıl ve iradesiyle tadil etmektir.
Habilce Duruş
Bahsi geçen kıssada dikkat çeken hususlardan bir diğeri de Kabil’in öldürme teşebbüsü karşısında Hâbil’in takındığı tavırdır. Kur’ân onun bu tavrını şu sözlerle anlatır: “Yemin ederim ki sen beni öldürmek için el kaldırsan da ben seni öldürmek için el kaldırmayacağım. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” Hâbil’in bu sözleri, bizlere, mümkün olduğu sürece mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesinde bulunmamayı, yani saldırganlığa karşı saldırganlıkla karşılık vermemeyi öğüt veriyor.
Bu demek değildir ki yeri geldiğinde meşru müdafaa hakkını kullanmayalım. Bilakis insan, dinini, nefsini, ırzını, malını korumakla mükelleftir. Meşru müdafaa adına yapılan fiiller günah ve suç sayılmaz. Hatta insan, korunması gereken bu temel değerleri korurken ölürse şehit sayılır.
Bütün bunlarla birlikte, korumamız gereken şeyleri korumada zaafa düşmeden, elden geldiğince olumsuzluklara nazar-ı müsamaha ile bakabilmek, -her zamanki tabirle söyleyecek olursak- dövene elsiz, sövene dilsiz, gönül koyana gönülsüz kalabilmek; insanî münasebetleri geliştirebilme ve toplumsal ve evrensel barışı tesis edebilme açısından çok önemlidir. Birileri bize diş gösterse de “Ne yapalım, Allah bize ısırmak için diş vermemiş ki ısıralım, parçalamak için pençe vermemiş ki parçalayalım” diyerek herkese, hususiyle de ehl-i imana karşı hep yumuşak davranmayı tercih edebilmek, bir civanmertliğin ifadesidir ve bizim değişmez karakterimiz olmalıdır.
Günümüzde çok küçük meseleler bile siyasi mülahazalarla veya daha farklı hesaplarla büyütülüyor. İnsanlar itibar elde etme, belli yerlere gelme, kredi toplama gibi maksatlarla olmayacak meseleleri abartarak, şişirerek çok hayatî gibi gösteriyor ve onların etrafında kavgalar koparıyor. Bu sebeple mülayemet yolunun seçilmesi, kötülüklere kötülükle mukabelede bulunulmaması, toplumda sulh ve barışın tesis edilmesi adına çok önemlidir. Keşke Kur’ân’ın bu dersinden siyasiler de bir şeyler anlasa ve üsluplarını bir kere daha gözden geçirselerdi! Keşke Kur’ânî ahlâk açısından yol ve yöntemlerini kontrol etseler ve bazı tavır ve davranışlarını filtreleyebilselerdi! Keşke bu kadar fevrî davranmasalar, ihtilafları körüklemeseler, barış köprülerini yıkmasalardı!
Sevgide ve Öfkede Denge
Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem), insanın, sevdiğini ölçülü sevmesini, kızdığına da ölçülü kızmasını tavsiye buyurur. Çünkü sevilen kişi bir gün düşman hâline gelebilir; kızılan kimse de bir gün dost olabilir. (Bkz. Tirmizî, birr 60)
İşte o gün siz de geçmişte yaptıklarınızdan ötürü çok ciddi pişmanlık yaşayabilirsiniz. Bu yüzden sevgide de düşmanlıkta da aşırı gitmemeli insan.
Eğer birilerini göklere çıkarırsanız, bıraktığınız zaman yere düşer ve parçalanırlar. Aynı şekilde birilerine öfkelendiğinizde, öfkenizi frenlemesini bilmelisiniz. Zira bugün düşman gördüğünüz insanlar yarın dostunuz olabilir. Ve siz de geçmişte yaptıklarınızdan ötürü çok utanabilirsiniz, pişmanlık içinde kıvranabilirsiniz. Bu sebeple sadece bugüne göre hareket etmemeliyiz. Birbirimize karşı üslubumuzu, muamelelerimizi çok dengeli ve ölçülü götürmeliyiz. Bugünün yarını var demeliyiz.
Hiçbirimiz yarınların bize ne getireceğini bilemiyoruz. Belki de bugün kızdığımız insanlarla yarın müşterek bazı şeyler yapmak durumunda kalacağız. Belki bugün kavgalı olduklarımızla yarın aynı cephede omuz omuza, diz dize gelecek ve kafalarımızı, gücümüzü birleştirmeden önümüze çıkan zorlukları aşamayacağımız kritik bir anda, ortak bir düşmana karşı birlikte mücadele vereceğiz.
İnsan, bütün bunların hepsini hesap ederek adım atmalı, yarın “keşke”lerle hayıflanacağı işler yapmamalı. Efendimiz’in sözüne kulak verip her işinde dengeli olmalı. İşte bir fazilet timsali olarak nazarımıza arz edilen Hâbil’in yaptığı budur. Keşke fikirleriyle, yazılarıyla başkalarına yön veren insanlar, yürüdükleri yolun yarınlarını hesaba katarak daha temkinli davransalar!
- tarihinde hazırlandı.