Günah, Belâ ve Dua
Millet olarak da bütün bir insanlık olarak da çok ciddi kritik bir dönemden geçmekteyiz. Bir taraftan kaderdenk noktalarının çok iyi değerlendirilmesine ve çok isabetli kararların alınmasına, diğer yandan da Allah’a çok dua edilmesine ihtiyaç var. Umumî problemler, sadece kendisiyle meşgul olan ve kendi dertlerine takılan insanları çok alakadar etmeyebilir. Onlar şöyle böyle kendi yaşayabilecekleri kadar bir zemin bulabilirler. Fakat içinde topyekûn insanlığı yaşatan muzdaripler, geniş dairede meydana gelen her bir problemi doğrudan kendileriyle alakalı gördüklerinden, kocaman bir coğrafya bile onlara kâfi gelmeyebilir.
Kur’ân’da, başımıza gelen bela ve felaketlerin sebebinin, kendi yaptığımız hata ve günahlar olabileceği ifade edilir. (Şûrâ sûresi, 42/30) Dolayısıyla ister şahıs ve aile, isterse ülke ve insanlık planında maruz kalınan tüm musibetler karşısında kendimizi sorgulamalı, tevbe ve istiğfar ile Allah’a yönelmeliyiz. Zira dar veya geniş dairede maruz kalınan sıkıntılar, eğer bizim bir kısım hata ve kusurlarımızdan kaynaklanıyorsa, farkında olarak veya olmayarak, Allah veya kul haklarıyla alakalı haksızlık yapmışız demektir. Bu sebeple evvela nefsimizi sorgulamalı, yaptığımızı tespit ettiğimiz yanlışları tashih ve telafi yollarını araştırmalı, sonra da Allah’tan af ve mağfiret talebinde bulunmalıyız.
Nitekim Kur’ân’da yer alan peygamber dualarının bize talim ettiği hakikat de budur. Hz. Musa (aleyhisselam), hata ile birinin ölümüne sebebiyet verdiği için, رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي “Ya Rabbi, ben nefsime zulmettim kendime yazık ettim, bağışla beni!” (Kasas sûresi, 28/16) sözleriyle Cenâb-ı Hakk’a içini döküyor, kendisi için takdir ve tayin buyrulan çerçevenin dışına çıktığını ifade ediyor ve Allah’tan bağışlanma diliyordu.
Aynı şekilde Hz. Yunus (aleyhisselam), لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) diyerek enbiyâ-i izama mahsus küçük bir zelleyi bile büyük görüyor ve bunu “zalimlerden oldum” ifadeleriyle vurguluyordu.
Keza Hz. Âdem (aleyhisselam), رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, kendimize yazık ettik. Eğer merhamet edip bizi bağışlamazsan kaybedenlerden oluruz.” (Â’raf sûresi, 7/23) sözleriyle ifası üzerine vazife olan hakları ifa edemediğini, kendisi için çizilen çizginin dışına çıktığını ifade ediyor.
Hz. Ebû Bekir, Allah Resul’ünden kendine has bir dua talebinde bulunduğunda, Efendimiz’in ona talim buyurduğu şu duanın da aynı çizgide olduğunu görüyoruz: اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ “Allah’ım, ben kendime çok mu çok zulmettim. Günahları senden başka affedecek kimse yoktur. Nezd-i ulûhiyetinden hususi bir iltifat ile beni bağışla ve bana merhamet buyur. Günahları bağışlayacak olan Sen, merhamet edecek de ancak Sensin!” (Buharî, daavât 16)
Ne Allah’ın insanlığa rehber olarak gönderdiği kutlu nebilerden ne de Hz. Ebû Bekir gibi nübüvvet kapısının sadık bendelerinden iradi ve kasti olarak bir günahın sadır olması düşünülemez. Fakat onlar, hallerini Cenâb-ı Hakk’a arz etmek suretiyle, “Bizden kusur, Senden affetmek” gibi bir tavır ortaya koymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de ısrarla üzerinde durulduğu üzere Allah kullarına zerre miktarı zulmetmez, haksızlıkta bulunmaz. Onun kulları hakkında takdir buyurduğu her şey adildir. Eğer ortada bir zulüm varsa bu kullara aittir; ya doğrudan onların eliyle vuku bulmuştur, ya da onların bir kısım yanlışları buna sebep olmuştur.
Evet, insanın Allah huzurunda ellerini açarak, yaptığı haksızlık ve zulümleri itiraf etmesi, mağfiret ve merhamet edilme adına çok önemli bir vesiledir. Bu itibarladır ki özellikle sağanak sağanak bela ve gailelerin başımızdan aşağı yağdığı demlerde mü’minlerin Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeleri ve yalvarmaları daha bir önem arz eder. Eğer bu sıkıntıları kendimizden bilmez ve sürekli dışta başka mücrim ve zalimler aramaya yönelirsek, belalar da devam eder. Fakat bunlardan kendimizi mesul bilir ve kusurları üzerimize alırsak, Allah bize merhamet eder ve önümüze maruz kaldığımız sıkıntılardan kurtulma yolları açar.
Şunu unutmamalıyız ki bizler peygamber değiliz. Allah, peygamberleri masum yaratmış ve onlara günah işleme fırsatı vermemiştir. Günaha giden yolları kesmiş ve âdeta “Burası çıkmaz sokak” demiştir. Bu yüzden seçkin ve kutsi olarak dünyaya gelen nebilerin hayatlarında kasdi bir inhiraf söz konusu olmamıştır. Nadirattan, içtihat hatası nev’inden yaptıkları hatalara karşı da onları hemen uyarmış, hatalarının kalıcı olmasına müsaade etmemiştir. Onların insanlığın önünde tam ve kusursuz rehber olabilmeleri buna bağlıdır. Bizim ise böyle bir “ismet” sıfatımız yoktur. Dolayısıyla hata ve günahlardan korunmuş değiliz. Allah’ın has kulları olan evliya ve asfiya derecesine ulaşsak dahi yine de hata yapabiliriz. Nitekim Bel’am İbn-i Baura ve Bersisa gibi hakikat-i uluhiyet ve hakikat-i rububiyete vâkıf nice insanlar devrilmiş ve Cehennem’e yuvarlanıp gitmişlerdir. Ne sahip oldukları bilgi ve marifet ne de daha önce yapmış oldukları salih ameller onlara fayda vermemiştir.
Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: كُلُّ ابْنِ اٰدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Her âdemoğlu hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edip hatasından dönmesini bilenlerdir.” (Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30) Demek ki bütün insanlar hataya açık şekilde bu dünyaya gönderilmiştir. Mahiyetlerinde hata işleme dürtüleri vardır. Bu şerri ehven hâle getirecek bir şey varsa o da günaha takılıp kalmadan ve onda ısrar etmeden hemen doğrulup tevbe ve istiğfara yönelmektir. Tabiat olarak hata ve günaha açık yaratıldığımıza göre, meydana gelen problem ve sıkıntılar karşısında kendimizi tekrar ber tekrar gözden geçirmesini ve bunları kendi eksikliklerimize bağlayarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesini bilmeliyiz.
Şunu da ifade etmek gerekir ki, insanın hatalarının farkında olması, onu, kendini Allah’a karşı “alacaklı” gibi vehmetmekten uzaklaştıracaktır. Kusurlarını bilen ve gören bir insan Allah karşısında tevazu ve mahviyetle iki büklüm olacak, ızdırap ve pişmanlıkla kıvranacak ve Allah’tan bunların affını isteyecektir. Henüz nail olduğu nimetlerin şükrünü dahi eda edemediğini ve Allah’ın emir ve yasakları karşısında gerekli hassasiyeti gösteremediğini düşünen bir mü’min, Allah’tan bir şey istemekten dahi haya edecektir.
Bir zatın münacatında dediği gibi, Allah’a yürekten inanmış bir mü’minin, “Allah’ım, herkes yığın yığın sevapla Sana geliyor, ben de belimi iki büklüm eden günahlarımla Sana geldim.” diyerek Allah’a sığınması ve O’ndan afv u mağfiret talep etmesi çok önemlidir. Zira böyle biri, Allah karşısında haddini bilir, sürekli temkinle yaşar, secdede yüzünü yerlere sürerek bağışlanma talep eder. Allah’a karşı müddeiyane tavırlara girmez, küstahlıktan uzak durur. Bir an olsun kulluk şuurundan ayrılmaz. Allah’ın başımızdaki belâ ve musibetleri def u refetmesi adına böyle bir tavır, nezd-i ulûhiyette çok hora geçecek bir tavırdır.
Bilindiği üzere Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam) insanları muzdarip eden birer musibet olan kıtlık ve kuraklık karşısında yağmur duasına çıkılmasını ve orada rahmet-i ilâhiyeyi celbedecek şekilde dua edilmesini tavsiye etmiştir. (Buhari, İstiska 1) Bu cümleden olarak yağmur duasında eller ters çevrilir, ellerle beraber elbiseler de ters çevrilir, çocuklar ve yaşlılar dua yerine götürülür, hatta imkân varsa hayvanlar oraya sevk edilir ve -Cenab-ı Hak her şeye, kullarının her haline nigehban olduğu halde- nasıl bir derbederliğe ve perişaniyete maruz kalındığı hâl diliyle Cenâb-ı Hakk’a arz edilir.
Eğer Cenâb-ı Hak günahlarımız yüzünden bizi imtihanlara maruz bırakıyorsa, bize düşen, tevbe kurnalarına koşarak temizlenmeye ve arınmaya çalışmak, dua dua Allah’a yalvarmaktır. Dua ederken söylediğimiz her kelime kalbimizin sesi olmalıdır. Daha önceden ezberlediğimiz talakatlı sözlerle edebiyat yapma değil, şatafatlı kelimelerle suniliğe girme değil; bilakis saf, duru ve heyecan dolu gönlümüzle Rabbimize teveccüh etmeli, ihlas ve samimiyetimizi ortaya koyabilmeliyiz.
Şahsî suç ve günahlarımız, umumî sıkıntılara sebep olabilir. Herkesin bu noktada kendisini gözden geçirmesi gerektir. Bazı insanlar vardır ki toplum için âdeta birer ümit abidesidir. Millet, ümidini onlara bağlamış, onların hizmetleriyle güzel şeyler olacağına, yeni doğumların gerçekleşeceğine inanmıştır. Onların gerekli temsili ortaya koyamamaları, konumlarının hakkını verememeleri, yanlış yapmaları, hatalı yollara girmeleri toplumda ciddi sarsıntı meydana getirir. Âdeta gemilere yol ve yön gösteren fenerler sönmüş gibi olur. Bu yüzden o gemilerin gidip nereye aborda olacağı belli olmaz. Bu açıdan belli noktaları tutmuş insanlardaki kıvam kaybı, topyekûn merhamet-i ilâhiyenin kesilmesine bile sebep olabilir. Hiçbirimiz peygamber değiliz. Hepimiz hata edebiliriz. Yaptığımız hatalar da birer musibet hâlinde geriye dönebilir. Bundan hiç tereddüdünüz olmasın.
Hz. Pîr, ihlâs kulesinin başından düşen kişinin düz bir zemine değil, derin bir çukura düşmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu ifade ediyor. Çünkü kişi ne kadar iltifat ve nimete mazharsa, düştüğü zaman kötü bir zemine düşme riski de o kadar fazladır. Harem odasına alınmış biri, orada küçük bir küstahlık yaptığında, koridora veya salona çıkarılmakla bırakılmaz, kapının önüne atılır. Bu itibarla hatalar, konuma göre daha farklı bir boyuta ulaşır. Onların büyük veya küçük olması şahıslara göre izafi hâle gelebilir. Bunu ifade etme adına şöyle demişlerdir: “Hasenatü’l-ebrâr seyyiatü’l-mukarrabîn” (Ortalama salih insanların sevapları, Allah’a kurbet kazanmış has kullar için günah bile olabilir.)
Bazen de topyekûn bir milletin başına gelen belâ ve musibetler, fasık ve zalimlerin işlemiş olduğu melanetlerden ötürü gelir. Eğer bir toplumda hırsızlık ve yolsuzluk başını almış gidiyor, fuhşun önüne geçilemiyor, yalan adiyattan sayılıyor, nifak ve ikiyüzlülük prim yapıyor, zulüm ve haksızlıklar irtikâp ediliyor, yaşanan bunca dejenerasyona başkaları da sessiz kalıyor ve bunları umursamıyorsa, bütün bir toplum maddi manevi afetlere maruz kalabilir. Hz. Musa’nın Cenâb-ı Hakk’a soru üslubuyla şu sızlanışı da buna işaret eder: أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاءُ مِنَّا “Aramızdaki akılsızların yaptıklarından dolayı bizi helâk eder misin Allahım?!” (Â’raf sûresi, 7/155)
Şu ayet-i kerime de bu manayı destekler: وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “Öyle bir fitneden sakının ki o, hususi olarak içinizden yalnız zulmedenlerin başına gelmez (hepinize dokunur). Biliniz ki Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Enfâl sûresi, 8/25) Hazreti Bediüzzaman bu ayeti, Erzincan ve İzmir’de meydana gelen büyük zelzeleler münasebetiyle yazdığı zelzele bahsine serlevha yapmıştır.
Başa gelen musibetler vesilesiyle toplum zalim ve fasıklardan arınmış olur. Yaşanan olumsuzluklara karşı tavır belirlemelerine rağmen bununla başa çıkamayan masumlar da vefat etmeleri halinde şehit olarak öbür tarafa yürürler. Yaşanan haksızlık ve günahlara destek olan veya bunlar karşısında susan dilsiz şeytanlar ise günahkâr zümre ile birlikte helâk olur giderler. Fakat imanlarına, niyetlerine ve amellerine göre ahiretteki azaplarının ağırlığı farklı farklı olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ne seviyede olursa olsun iman ve amel-i salihi zayi etmez, mutlaka mükâfatlandırır.
Yukarıdaki âyet-i kerimede ifade edildiği üzere Allah şedidü’l-ıkâb (cezası şiddetli) olduğu gibi aynı zamanda erhamü’r-râhimindir (en büyük merhamet sahibi). Bu sebeple cezalandırmada acele etmez. Belki bin türlü imhalden (süre vermeden) sonra bunu yapar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: إِنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ “Allah zalime mehil üstüne mehil verir. Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflâh etmez.” (Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) Bunun akabinde de şu âyeti hatırlatır: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ القُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Halkı zalim olan beldeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin derdest etmesi işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azabı pek acı, pek çetindir!” (Hûd sûresi, 11/102)
Mehil vermenin içinde farklı tembih ve uyarılar da vardır. Allah, zalimlerin akıllarını başlarına almaları için farklı farklı tekvinî emirlerle, eşya ve hâdiselerin diliyle de onları ikaz eder. Bazen yağmuru kesip kuraklık yaşatarak onlara zımnen “Kendinize gelin!” der. Bazen ekonomik bir krizle onları sarsar. Bazen arzî ve semavî musibetler gönderip onları gaflet uykusundan uyandırır. Bazen din adına hayatı yaşanmaz hâle getirerek “Ülkenize, milletinize, dininize, değerlerinize sahip çıkın” der… Eğer inananlar, eşya ve hâdiselerin dilinden anlamaz, zulüm ve günahlarına son vermez ve akıllarını başlarına almazlarsa -Allah muhafaza- başlarına sağanak sağanak musibet, afet ve bela yağdırır.
Zalimler hem bu dünyada hem de öbür tarafta müstehak oldukları cezayı çekerler. Onların arasında bulunan iyiler ise bu dünyada cezalarını çekmiş olacakları için ahirete bir şey kalmaz. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz. Bilemiyoruz, belki de geçmiş kavimlerde olduğu gibi, sağlam iman etmiş olanlara hususi bir kurtuluş ihsan ederek onları daha sonra önemli vazifelerde de istihdam edebilir. Eğer onlar, Din-i Mübin-i İslâm adına istikbal vaat ediyorlarsa, Allah bir yeri helâk ederken onlara necat verebilir. Ölen ölürken, ezilen ezilirken, bazıları da ayakta kalır. Allah, geriye bıraktıklarını başka sahalarda, başka işlerde istihdam eder.
- tarihinde hazırlandı.