Dine Dokunan Musibet
İmtihan dünyasında yaşayan insan, imtihanın gereği olarak musibetlere maruz kalır. Bu musibetlerin bir kısmı dünyaya bakar, bir kısmı ise dine. Dünyaya bakanı, insanın maddî ve dünyevî hayatını ilgilendirir, dine bakanı ise manevî ve dinî hayatını. Asıl korkulması gereken musibetler, dine dokunanlardır.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), وَلَا تَجْعَلْ مُصِيبَتَنَا فِي دِينِنَا “Dinimize dokunacak musibete düçar bırakma bizi Yâ Rab!” (Tirmizi, daavât 84) diye dua etmiş ve aynı zamanda bize de, Allah’a sığınmamız gereken asıl musibeti göstermiştir.
Bediüzzaman Hazretleri de, “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı ilâhîye iltica edip feryat etmek gerektir.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 13) sözleriyle aynı hususa dikkatimizi çeker.
Dünyevî Musibetler
Dünyevî musibetlerin bir kısmı insanın ferdî hayatını, bir kısmı ailevî hayatını, bir kısmı ise bütün bir toplumu etkiler. Mesela insanın işlerinin bozulması veya hastalıklara maruz kalması ferdî birer musibettir. Aile fertleri arasında yaşanan huzursuzluk ve geçimsizlikler ailevî birer musibettir. Deprem, sel, fırtına, kıtlık, kuraklık, salgın hastalık gibi can ve mal kayıplarına yol açan arzî ve semavî afetler ise toplumsal birer musibettir. Bunlar bir kısım dünyevî sıkıntı ve mahrumiyetlere yol açsa da, sabır ve rıza ile karşılandığı takdirde insanın günahlarına kefaret olur, derecesini artırır.
Arzî ve semavî musibetlerin yanında bir de beşer eliyle gelen dünyevî musibetler vardır. Bugüne kadar insanlık kaç defa savaşların içine çekilmiş, kaç defa tiranların zulüm ve baskıları altında inim inim inlemiş, türlü ezalar cefalar görmüştür. Günümüzde de dünyanın genel ahvâline bakacak olursanız, nice topluluk ve milletlerin ağır insan hakkı ihlalleri karşısında inim inim inlediğini görebilirsiniz. Bazen kendi içlerinden çıkan zalimlerin hırs ve tutkuları bazen de uluslararası aktörlerin oynadığı türlü türlü oyunlar nicelerine dünyayı dar etmektedir.
Asırlarca devletler muvazenesinde önemli bir denge unsuru olmuş ve âlem-i İslâm’ı muhtemel bir kısım tehlikelerden koruma adına karakol vazifesi görmüş bir milletin, bugün perişan ve derbeder bir vaziyete düşmesinden daha büyük bir musibet mi olur? İsterseniz buna da musibet-i milliye veya musibet-i vataniye diyebilirsiniz. Elbette bir ferdin maruz kaldığı küçük bir musibetten bütün bir milletin maruz kaldığı büyük musibetlere kadar bunların her birisi kendi çapında önem arz eder. Genellikle insanlar kendi maruz kaldıkları musibetlerden etkilenseler de engin gönüller geniş dairede meydana gelen musibetlerin acısını aynıyla kendi vicdanlarında da duyarlar.
Dinî Musibetler
Çeşidi, derinliği ve çapı ne kadar büyük olursa olsun, dünyevî musibetler uhrevî olanların yanında çok küçük kalır. İnsanın asıl korkması ve kaçınması gereken musibet, uhrevî hayatını etkileyecek ve onu ebedî hüsrana uğratacak olan musibettir.
Peki nedir bunlar? İman esasları hakkında şüphelerin ağında bocalama, haramlara açık yaşama, ibadet ü taate gereken hassasiyeti göstermeme, Allah’la münasebetin zayıf olması gibi musibetler insanın düçar olabileceği fevkalade büyük afetlerdir. Nesillerin Zat-ı Ulûhiyet’i layıkıyla tanımamaları ve O’ndan kopuk yaşamaları karşısında dünyevî musibetlerin ne ehemmiyeti olur ki!
İnsanların Kur’ân ve Sünnet’ten uzaklaşarak farklı inanç sistemlerini ve bizim düşünce dünyamıza uzak ideolojileri benimsediği, ebedî hayatını kaybettirecek akımlara kapılıp gittiği bir yerde kısacık dünya hayatına mâl olan maddî musibetler çok küçük kalacaktır. Çok önemli simaların bile evrim teorisine mümaşatta bulunma adına Kur’ân ve Sünnet naslarını çarpıtması, heva ve heveslerine uyarak veya modern akımlara kapılarak dinî hükümlerle oynaması, kendi değerlerinden şüphe etmesi ve komplekse kapılarak dinin izzetini koruyamaması dinî ve uhrevî hayatımıza musallat olmuş büyük birer felakettir.
İşin daha da korkuncu, dine arız olan bu tür musibet ve felâketlerin yaygınlaşması ve şöyle veya böyle tüm Müslümanları etkisi altına almasıdır. Mesela yuva sağlam esaslar üzerine kurulmaz, mabed fonksiyonunu kaybeder, mektebe bütünüyle pozitivist ve materyalist telakkiler hâkim olur, sokak alabildiğine kirlenir ve buralarda yetişen insanlar da ya bütünüyle dinden uzaklaşırlar ya da onu şekle kurban ederler. Allah korkusu kalblerden silinir gider ve insanlar ahiret yokmuş gibi yaşamaya başlarlar. Deizm, ateizm, agnostisizm gibi akımlar genç kuşaklar arasında yayılır. “Dinci”, “irticacı” ve “yobaz” gibi yaftalarla insanlar Allah’tan peygamberden uzaklaştırılırlar. Bunların hepsi dine gelen birer musibet olarak görülebilir.
Dine arız olan bu musibetler bir kısım dünyevî musibetleri de netice verir. Zira böyle bir durumda kapkaçlar, haramilikler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, arsızlıklar toplumun tüm katmanlarına yayılır. Muslukların başını tutan insanlar, milletin malını hortumlar ve toplumun sırtından geçinir. İnsanların canlarını, ırzlarını ve mallarını korumakla görevli olan idarecilerin bizzat kendileri bunlar için bir tehdit olur. İnsanlar ideolojileri uğruna birbirleriyle yaka paça olurlar. Toplum içten içe tefessüh etmeye ve çürümeye başlar. Din ve diyaneti ağzına alanlar hemen irtica damgası yer, gericilikle suçlanır, türlü türlü baskı ve zulümlere maruz kalırlar.
Dine musallat olan musibet ve felaketlerin en büyüklerinden biri, yine Hz. Pir’in ifadesiyle “kurdun gövdenin içine girmesi”dir. İşte o zaman toplumun bünyesi buna dayanamaz. Çünkü kanını emen, damarlarını kesen düşmanını dost zanneder. Bu münafık ve ikiyüzlüler sizin kisvenize bürünür, sizden biri gibi görünür, zaman zaman sizin gibi yazar çizer fakat bir taraftan da altınızı oyar. Hipnozla halkı uyuturlar. Algı operasyonlarıyla zihinleri istedikleri istikamete yönlendirirler. Söz ve yazılarıyla halkın fikirlerini etkiler, akı kara, karayı da ak gösterirler. Habis emellerine ulaşabilmek için şeytanın bile aklına gelmeyecek oyun ve hileleri kullanır ve bunlarla toplum içinde sürekli gerilim hasıl eder ve çatışmaları körüklerler. İşlerine gelmediği için nice zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz kalırlar. Fakat beri tarafta istedikleri algıyı oluşturabilmek için en küçük meseleler karşısında kıyamet koparır, Nuh tufanı yaşanıyor gibi feryat ederler.
Hz. Eyyüb (aleyhisselam) bedenine musallat olan hastalıklar karşısında, أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Yâ Rabbi! Zarar bana dokundu ve Sen Erhamü’r-Râhimînsin.” (Enbiyâ sûresi, 21/83) diyor. Hz. Yunus (aleyhisselam) balığın karnına düşünce şöyle niyaz ediyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim, affını bekliyorum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87)
Hz. Eyyüb ve Hz. Yunus’un maruz kaldığı sıkıntıların ikisi de bir yönüyle musibet-i dünyeviyedir, onların dünyevî hayatlarını tehdit etmiştir. Eğer musibet-i dünyeviye karşısında bu ölçüde tazarru ve niyazda bulunmak icap ediyorsa, musibet-i diniye karşısında gece gündüz Allah’a yalvarıp yakarmamız, başımızı yere koyarak içimiz yırtılırcasına Cenab-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmamız gerekir.
Dine gelen musibetlerin sadece ferdî dehalarla, diplomasiyle, firasetle, sevk ve idareyle halledilmesi çok zordur. Bu konuda Cenab-ı Hakk’a sığınılması ve kulluk adına liyakatin ortaya konulması gerekir. Eğer Müslümanların Cenab-ı Hak’la münasebetleri zayıfsa, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yolunda değillerse, Allah onları karşı tarafın güç ve kuvvetiyle değil, kendi güçsüzlükleriyle mağlup eder. Karşılarında düşman olarak bir sinek bile olsa yine de hezimete uğrayabilirler. Ama Allah’la münasebetleri kavi ise, Allah, kendisiyle birlikte olanları düşmanlarına yem etmez.
Musibet-i Diniye Karşısında Duyarlılık
Neylersiniz ki dine gelen musibetler noktasında yeterli duyarlılığa sahip değiliz. Bunun nasıl Allah belası bir dert olduğunu bilemiyoruz. İslâm’ın dertleriyle dertlenemiyor ve bunların ızdırabını içimizde duyamıyoruz. Bu konuda ciddi tahşidata ve rehabiliteye ihtiyacımız var. Neyin önemli neyin önemsiz olduğu noktasında insanların çok iyi yetiştirilmesi gerekiyor. İmanın öneminin bir kere daha ruhlara duyurulmasına, imansızlığın insana kaybettireceği şeylerin çok iyi anlatılmasına ihtiyaç var. Oturup kalktığımız yerlerde sürekli bu konuların müzakere edilmesi gerekiyor. Cennet ve Cehennemin hafife alınacak yerler olmadığını, Allah’tan kopuk yaşamanın hayatı nasıl zindana çevireceğini, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolundan ayrılmanın bizi nasıl dalalete sürükleyeceğini insanlara çok iyi anlatmalıyız.
Maalesef Müslümanlar son birkaç asırdır din ve diyanetleri adına üst üste musibet ve felaketlere maruz kalsalar da bunun farkında değiller. Çok laubali ve gafil bir toplum haline geldik. Millete nasihat edenler de çok farklı değil; onlar da gaflet içindeler. İmanın kadr u kıymeti bilinmiyor. Âlem-i İslâm’ın maruz kaldığı felaketlerin farkında değiliz. Başkalarının imanını dertlenmediğimiz gibi, kendi imanımız adına da endişe taşımıyoruz. Ben bugüne kadar başını yere koymuş, “Allah’ım bahtına düştüm, Sana kurban olayım, elli defa canımı al ama ne olur imanımızın zerresini zayi etme!” diyen bir insanla karşılaşmadım. Dine isabet eden musibetler karşısında bir mü’minde görmeyi arzu ettiğim heyecanı göremiyorum. Kaçımız miraç yapıyor gibi namaz kılıyor? Kaçımız tenha zamanlarını tefekkürle derinleştiriyor? Kaçımızın bakışlarında, dinleyişlerinde, sözlerinde ulvi manalar nümayan?
Bundan anlıyorum ki biz dinî meseleleri çok fazla önemsemiyoruz. Bağlı gibi göründüğümüz değerlere tam anlamıyla inanmamışız. Halbuki sahabeden kaç kişi münafık olabileceği endişesini taşıyor, selef ulemasından niceleri imansız ölmekten korkuyordu. Eğer biz aktüel meseleler içinde boğulur, zihin kirliliği yaşar ve vaktimizi dedikodu ve gevezelikle zayi edersek, hiç farkına varmadan kendi meselelerimizin, özümüze ait değerlerin yabancısı hâline geliriz. Dine isabet eden musibetleri göremez, bu konudaki hassasiyetimizi kaybederiz. Bırakalım başkalarının imanını kurtarmayı, âlem-i İslâm’ın dertleriyle dertlenmeyi, kendi uhrevî hayatımızı ve ebedî saadetimizi bile düşünemeyiz.
Bu yüzden kuvvetli bir şekilde silkinip kendimize gelme, kendimiz olma mecburiyetindeyiz. En azından meslekleri itibarıyla zeminini imanın teşkil ettiği bir yolda yürüyen insanlar bu konularda daha hassas olmalı. Eğer hep iman arayışında olan bizler aradığımızın onda birini bile bulamamışsak, başkalarına da anlatacak çok fazla bir şeyimiz yok demektir. Eğer tahsil ettiğimiz ilim, okuduğumuz kitaplar kalbde bir heyecan oluşturmuyor ve bizi imanî hakikatlere uyarmıyorsa, onların da bir faydası yok demektir. Bizlere bencillik aşılayan, egomuzu büyüten, sağda solda gevezelik yapma hissimizi coşturan, bizi demagoji yapmaya ve bilgiçlik taslamaya sevk eden ilim düşüncesi de, kitaplar da yerin dibine batsın!
Gençliklerinde davalarına sıkı sıkıya bağlı olan insanların bazılarında bile belli bir yaştan sonra çözülme ve çöküntüler başlıyor. Vazife ve sorumluluk şuuruyla yaşayan, maddî ve manevî beklentilerden azade kalan insanları Allah muvaffak kılıyor. Fakat yaş ve kıdemle birlikte işin ruhundan ve özünden uzaklaşmalar başlıyor, renk ve desende aşınmalar oluyor. Aşınmış insanlarla da bir yere varılamıyor.
Bütün bunları söylerken sizi ümitsizliğe sevk etmek de istemiyorum. Ama kendimizi yeniden gözden geçirmemizin gerekliliği hatta bir zaruret hâlini alması, gaflet etmememiz gereken çok önemli bir husustur.
Bu yazı, 27 Mart 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlandı.
- tarihinde hazırlandı.