Adalet
İfrata ve tefrite girmeden din-i mübinin emirlerini yerine getirmeye adalet denir. Ya da Allah tarafından ortaya konmuş, vaz' edilmiş, insan ve toplumdaki umumi ahenk ve dengeyi sağlayacak değerler bütünüdür adalet. Adalet "A-d-l" kökünden gelir. Bu kelime "Idl" şeklinde okunduğunda bu, birinin veya bir şeyin diğerine denk olması anlamına gelir.
İslam alimleri Allah'a kul, Peygamber'e ümmet olan bir insana, ferdî, ailevî, içtimaî alanlarda terettüp eden sorumlulukların hepsini adalet sözcüğüyle ifade ediyorlar. İçtimaî münasebetler, idarî esaslar hep adalet kavramının muhtevası içinde. Usul-ü fıkıh derslerinde de gördüğümüz gibi adalet evâmir ve nevâhînin (emirler ve yasaklar) mecmûundan ibaret. Adaleti "sırat-ı müstakim" terkibi ile izah ediyor İbn Miskeveyh. Milas Müftüsü Molla Sadık Efendi de o mesele üzerinde çok geniş duruyor. Onun kitabı zannediyorum Latince harflerle basılmadı ama önemli bir zat. Üstad da adalete ibadet ve kulluk manası veriyor; eserlerinde iki yerde, hem Lemâat'ta, hem de İşarâtü'l-İ'caz'da ariz ve amik (genişçe) bu konu üzerinde duruyor.
Kur'an-ı Kerim'de geçen "kıst" kelimesi mastar olarak kullanıldığında adalet manasına gelir. Sıfat ya da ism-i fail olarak kullanıldığında ise zalim manasına gelir. "Kasıtîn"de olduğu gibi (Cin, 72/14). "Muksitîn" şeklinden if'al babından kullanıldığında zulmü izale etmiş manasına, "adil ve müstakim olanlar" demektir. Onun için Kur'an "İnnallâhe yuhibbul muksitîn - Şüphesiz Allah âdilleri sever" (Mâide, 5/42) derken, "Ve emmel kâsitûne fekânû licehenneme hatabâ - Hak yoldan sapanlar ise, cehennem odunu olurlar." (Cin, 72/15) buyurur.
Adaletin bir de "insaf" manası var ki bu da dengeli davranma demektir. Hakkınızı almak ya da bir hakkı yerine getirmek istediğinizde dengeli davranmak da adalettir. Çünkü bu tür durumlarda insanlar genelde hakka, hakkaniyete çok riayet edemeyebilirler ki bu da insafla aşılabilir.
Adaletin ilk adımı ferdin şahsi hayatında Müslümanlığını yaşaması ile atılır. Sonra daire genişletilir, aileden topluma uzanan çizgide ibadet duygusunun, ibadet duygusu içinde itidalin ve aynı zamanda istikametin hakim olması adımları gelir. "I'dilû hüve akrabu li't-takvâ - Âdalet edin, takvaya en yakın olan şey adalet ve istikamettir." (Maide, 5/8) buyuruyor Kur'an. Haddizatında Kur'an'dan istifadenin yolu takvadan geçer ve takva ile en içli-dışlı olan şey adalet ve istikamettir. Her Cuma hutbelerde okuduğumuz, dinlediğimiz "İnnallâhe ye'müru bi'l-adli ve'l-ihsani..." (Nahl, 16/90) ayetinde de ilk önce adalet emrediliyor, sonra ihsan geliyor. Yani kulluğu yerine getirirken Allah'ı görüyor gibi yerine getirme, yapacağı her şeyi Allah tarafından görülüyor mülahazasıyla yapma. Sonra "ve îtâi zi'l-kurbâ" geliyor: yakınlardan başlayarak yardımda bulunma. Kur'an'da değişik yerlerde ele alındığı ve yakınlık çerçevesinin belirlendiği gibi, kan akrabaları, mahalledeki müslim-gayri müslim yakınlar hep bu kayda dahil.
Dinin istikamet içerisinde yaşanması da adaletin ayrı bir tezahürüdür aslında. Hamdi Yazır'dan Fahruddin Razi'ye, Seyyid Kutub'tan Üstad Bediuzaman'a kadar herkes "İhdinâs sırâtal müstakim. Sırâtallezine en'amte aleyhim, gayril mağdubi aleyhim" (Fatiha, 1/6-7) in tefsirinde istikamete böyle mana verirler. Akıl, şehvet, gazab gibi üç esasın adl u istikamet üzere kullanılmasını anlatırlar. Üstad bazı eserlerinde inat, hırs gibi duyguları buna ilave eder, bunların ifrat ve tefriti adına örnekler verir. İmam Gazzali ise mühlikât (insanı helake götüren kötü şeyler) ve münciyât (insanı kurtaran iyi şeyler) başlıkları altında bunları çoğaltır ve geniş geniş üzerinde durur.
Aslında mühlikât veya münciyât, hangisinde olursa olsun insanda var olan hisler iyi ya da kötü şekillerde kullanılabilir. Mühim olan o hissin niçin verildiğinin farkında ve şuurunda olup öylece kullanmaktır. Mesela şehvet duygusu tenasül (neslin devamı) için çok önemlidir. Muamele-i zevciyyeden alınan zevk de ücret-i âciledir (peşin). Humûdet (hissizlik) bu konuda katiyyen matlup değildir, tefrittir o. Öte taraftan fuhşa açılma, bohemlik içinde bulunma ise ifrat. "İffet" bu ikisinin ortasıdır ki "adl" buna denir.
Hasedi yani insandaki çekememezlik ve kıskançlık hissini ele alalım. Herkesi ve her şeyi kıskanma ifrat, hiçbir şeyin umurunda olmama, boş verme tefrit. Ortası gıptadır bunun. Madem çekememezlik duygusu size verilmiş, onu istikamet ve adl üzerine kullanın ki o da gıptadır. "Allah falana şunu ihsan etti, niye bana ihsan etmesin ki. Zaten O'nun rahmeti çok geniş." demek lazım. Dikkat edin "Niye ona ihsan etti ki!?" değil. Bu mahzurlu. Ya da alâkasız kalma, o da mahzurlu. "Niye bana ihsan etmesin ki?" Mahzursuz olan budur. Zaten "Febizâlike fe'l-yetenâfesil mütenâfisûn - İşte yarışacaklarsa insanlar, bu Cennet devletine konmak için yarışsınlar! (Mutaffifîn, 83/26) buyuruyor Kur'an-ı Kerim.
Misalleri çoğaltabilirsiniz. Mesela cerbeze ve demagoji aklın kullanılmasındaki ifrat durumudur. Tefriti ise âtıl, tembel, uyuşuk, miskin, her şeye eyvallah demek. Ama hakk u hakikatı kabul, din-i mübinin emirlerine muhatap olma, tenevvür etmiş hâliyle kalbe refâkatı, mükellefiyetin şuurluca idrakinde bulunma, içtihadî faaliyetler... onun adl u istikamet içinde kullanımı demektir.
İnsana verilmesi mezmum gibi görünen bir başka duygu var: inat. Doğru olmayan, yanlışlığı muhakkak bir meselede diretme, illâ böyle olacak deme ifrattır. Yanlışlar karşısında hiç dayanamama, direnmeme, karşı koymama... bu da tefrit. Adl u istikameti ise hakta sebattır. "Ben hakkı duydum, tanıdım. Beni makasla doğrasanız, demir taraklarla etimi kemiğimden ayırsanız dinimden dönmem." deme inadın müsbet olarak kullanılmasıdır.
Gayz, kendi kendine kaynayıp köpürme demek. Kur'an cehennemi tasvir ederken "Tekâdü temeyyezü mine'l-gayz - Cehennem, gayzından, öfkesinden neredeyse çatlayacak haldedir." (Mülk, 67/8) ayetiyle anlatır bunu. İnsan da bazı hadiseler karşısında köpürüp çatlayacak hale gelir. Bazen de hiçbir şeyden anlamaz, duymaz, umursamaz, neme lazımcı tavır takınır. Size miskinlerin halini anlattığımı hatırlıyorum: yangının alevleri miskinin yattığı odanın önüne kadar gelmiş, ama o yerinden kalkmıyor. Üstelik alevler biraz daha yaklaşsa da sigaramı bir yaksam diyor. Denize atsan böylelerini üzerine bir damla nem bulaşmıyor. Havadan nem kapma bir ifrat, denize atıldığında ıslanmama bir tefrittir. Aynen böyle de olmayacak şeylerden dolayı köpürüyor insan. Mesela ortada öyle bir durum söz konusu olmasa bile "hakkım yendi" iddiasıyla adam dövünüyor, yırtılıyor, kahroluyor, kan kusturdunuz tafraları yapıyor. Halbuki çok basit bir şey bu. Bu şekilde gayzetmenin, bu kadar küplere binmenin de alemi yok. Çünkü Allah var, ahiret var, hesap, mizan, Cennet, Cehennem var. Fakat aynı adam Allah'ına, Peygamberine küfredildiği zaman hiç ortalıklarda yok. Şahsî dunyası, menfaati ile alakalı şeylerde yeri göğü inleten bu insan ağız dolusu dine-diyanete hem de her gün küfredenler karşısında hiç rahatsız olmuyor, rahatlıkla başını yastığa koyup miskin miskin uyuyabiliyor. İşte bunun biri ifrat diğeri tefrit. Adl u istikameti ise yerinde, usûlünce tepkide bulunma.
Evet, insan Allah'a, Peygamber'e küfredildiği zaman Ashab-ı Kefh gibi "İz kâmû fe kâlû Rabbünâ Rabbü's-semâvâti ve'l-ardi len ned'uve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şatatâ - Onlar ayağa kalkıp "Rabbimiz," dediler, "göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başka hiçbir ilaha yönelmeyiz. Şayet böyle bir şey yapacak olursak, gerçek dışı, pek saçma bir söz söylemiş oluruz." (Kehf, 18/14) diyemiyor, için için kaynayıp köpüremiyor, ne yapabilirim diye uykuları kaçmıyorsa Hak adına hiçbir gayreti yok demektir.
Korku da insanda ayrı bir histir. Allah'a karşı bir rehbet, bir havf, bir mehabet duymak ve işfak hissini körüklemek için verilmiştir. "Ellezine yahşevne rabbehüm bil-gaybi ve hüm mines sâati müşfikûn- O müttakiler, görmedikleri halde Rab'lerini gıyabında tazim eder ve hem de kıyametten, o dehşetli andan korkup tir tir titrerler." (Enbiya, 21/49) diyor Kur'an-ı Kerim. Ama insan bu hissi burada değil de olur olmaz her şeyden korkmak suretiyle kullanırsa tefrit eder. Gökte şimşek çakar, korkar. Bir yerde gürültü-patırtı olur yüreği ağzına gelir. Aç kalacağım diye ürker. Gün gelir bir yerde korku başına bela olur. Ahireti bile umursamayacak ölçüde hiçbir şeyden korkmama ise ifrattır. Gözünü budaktan esirgemez derler ya, işte bu hal içinde bulunma; intihar komandoları gibi. Adl u istikameti onu gerçek sahibine vermekle olur. Dağınıklıktan kurtulur, derlenir, toparlanır insan o zaman. Yani sadece Allah'tan korkar, ciddi bir mehabet ve mehafet hissiyle O'na yönelir ve bütün o sûrî korkulardan sıyrılmış olur. Hasılı, hepsinin bir ifrat bir tefrit, bir de dengeli olan yanı var. İnsan bunlardan dengeli, defter-i hasenâtına hayırlar yazılmasına vesile olabilecek yanı seçecek, mesâviye (günahlara) bakan tarafa yönelmekten/yönlendirilmekten sakınacak ve böylece "adl"i sağlayacak. "İnnallâhe ye'müru bi'l-adli... - Allah başkalarına adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir." (Nahl, 16/90) ve "...I'dilû, hüve akrabu li't-takvâ... - Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (Maide, 5/8) ayetleri bu hakikati anlatmaktadır.
Günümüzde adalet derken biz hep sosyal adaleti anlıyoruz. İçtimaî adaletin gerçekleşmesi sağlam iman ve müslümanlığın doğru yaşanmasına bağlıdır. Bu olursa devletin kanunlarla tepenize binmesine, dayatma ve baskı yapmasına gerek kalmadan siz yapılması gerekli şeyleri içinizden gelerek yaparsınız. Bir başka tabirle adil olursunuz. Hazreti Ömer, Ömer b. Abdülaziz gibi büyük ölçüde Sahabe ve Tabiin Efendilerimiz ve nice İslam büyükleri gibi adil olur, adaletle davranırsınız. Adaletin mebadisi yani alt yapısını kurmadan gerçekleştiremezsiniz onu içtimai hayatta.
- tarihinde hazırlandı.