Gizli Şirk
Ebu'l Leys Semerkandî Hazretleri'nin Tenbîhü'l Gafilîn'in ihlâs bahsinde naklettiği, Ahmed b. Hanbel Hazretleri'nin Müsned'inde geçen bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "İnne ahvefe ma ehâfu aleyküm eşşirkü'lesğar. Kâlû; me'şşirkü'lesğar? Kâle, erriya Allah Rasûlü, "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir." deyince Sahabe Efendilerimiz "Küçük şirk nedir?" dediler. Efendimiz (sav) de "Riya" karşılığını verdiler." Bir rivayette de "eşşirkü'lesğar" yerine "eşşirkü'lhafî (gizli şirk)" ifadesi vardır. Nedir Allah'a gizli gizli eşortak koşmak? Küçük dahi olsa gösteriş yapmaktır.. kendini ihsas etme, iradî olarak kendini sergilemedir.
Eğer namazda bazı duygular iradeyi aşkın gelirse ve insan bu sebeple değişik sesler çıkarırsa mazur olabilir. Meselâ, bir kul namaza öyle konsantre olmuştur ki, O'nun dizlerine başını koyuyormuş gibi hisseder kendini. Cenâbı Hak diz, baş ve ayaktan münezzeh ve mukaddestir; ama Recaizâde'nin dediği gibi "Allah'ım nerede ayakların!" ifadesi bir duyuşun ve sezişin seslendirilmesidir. İşte kul, o derece yoğun his ve ihsasların içindeyken boğazı yırtılacak kadar "Allah" dese de mazurdur. Zira o durumdaki bir insan ne yaptığının, ne dediğinin farkında değildir. Ona yaptığını haber verseniz, "Ben öyle bir şeyin farkında değilim, hatırlamıyorum." diyecektir. Meselenin temeli de budur. Böyle bir durumda değilken ibadete dıştan, iradî bir şey karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. O, telvis etme, saf ve dupduru bir işi bulandırma olur.
Fakat önemli bir nokta daha vardır ki; o da, biz bir başkasında ne görürsek görelim onun hakkında "riya yapıyor" diyemeyiz. Elimizde riya yapıp yapmadığını ortaya çıkarabilecek belli bir mihenk taşı yoktur. Allah'la irtibatlı mı söylüyor; iradî mi, gayrı iradî mi?.. aşk ve heyecanını mı seslendiriyor, yoksa kendisini ifade etmek, etrafa duyurmak için mi bağırıyor?.. Kur'an okuyor; ama acaba kendini ihsas maksadına matuf mu okuyor, Allah rızası için mi?.. şeklinde başkalarını sorgulamaya hakkımız yoktur. Elâlem etrafımızda değişik değişik sesler çıkarabilirler, bu bizi rahatsız da edebilir. Fakat onlar hakkında sûi zanna hakkımız yoktur. O kapı kapalıdır bizim için. İhtimal biz anlamasak da o insan çok farklı şeyler anlıyor ve dolayısıyla da bu sesler onun vicdanından kopup geliyor, gırtlağına çarpıyor, ses tellerine dokunuyor ve ses tellerine dokununca da bir udun, bir kemanın ses verdiği gibi ses veriyordur.. başkaları hakkında böyle düşünürüz. Kendimiz hakkında da sert ve katı davranır; çok küçük bir kaçamak, bir sızıntı bile olsa affetmeyiz onu.
Evet, bu iki şeyi birbirine karıştırmamalı, yanlış anlamaya girmemeli. Zikirde, fikirde öyle olduğu gibi, diğer tavır ve davranışlarda da başkaları için hep olumlu ve müsbet düşünmek, hüsnü zan etmek; kendimiz hakkında da mülâhaza dairesini daima açık bırakmak, "Acaba yine bir tuzak mı var nefsimde?" demek...
Hastalığıma ve halsizliğime rağmen Cenabı Hakk'ı anma gibi önemli bir mevzu hatırına zorla da olsa bu kadarcık birşey söyledim. Evet, zikir, Cenâbı Hakk'ın gizli açık nimetleri karşısında O'nu ins cin herkese ilân etmenin ünvânıdır ve inananlar için havadan, sudan daha önemlidir. Hem o kadar önemlidir ki, bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmeti vücudu kalmaz. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü'ttehâyâ) yeryüzünde "Allah! Allah!" diyenlerin kalmayışını kıyametin kopmasının bir habercisi olarak saymıştır.
"Melekler nasıl tesbihle yaşarsa, Peygamber Efendilerimiz de tebliğle yaşamıştır" sözünü nasıl anlamalıyız?
Melâikei kirâm, Allah'ın nurdan yarattığı, dolayısıyla nuranîliğe ve nuranîliğin açık olduğu şeylere açık, güzel şeylerden istifade etmek ve güzel şeylerle iştigal etmek üzere programlanmış nuranî ve latif varlıklardır. Revâihi tayyibe (güzel kokular) ve kelimâtı tayyibe (güzel sözler) gibi, selim fıtratın hoşuna gidecek koku, söz ve davranışlar onların da hoşlandığı şeylerdir.
"İleyhi yes'adü’l Kelimü'ttayyibü Güzel ve temiz sözler O'na yükselir." (Fâtır, 35/10) ilâhî beyanında buyrulduğu gibi "Sübhânallah", "Elhamdülillah", "Allahu Ekber", "Lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billâh" gibi mübarek sözler O'na yükselir ve ulaşır. Zannediyorum "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" zikri celîli bütün bu güzel sözlerin başında gelir. Sonra da biri binlere bedel "Sübhânallahi ve bi hamdihi Sübhânallahi’l Azim" zikrini hatırlamak gerekir ki, Cenâbı Hakk'ı tesbih mahiyetinde ifade edilen bu söz, Mesnevîi Nuriye'de de işaret edildiği gibi celâlî, cemâlî, vâhidî ve ehadî tecellileri bünyesinde toplar.
İşte bütün bu tesbih, ta'zim, tahmîd, tekbir ve zikirler bir yönüyle meleklerin gıdasıdır. Bu kerim şeyler melâikei kirâmın sürekli aradıkları, baktıkları, bulmak istedikleri ve onlara yakın bulunmaya çalıştıkları hususlardır.
Fakat melâikei kirâmın özel bir yanları daha vardır. Öyle anlaşılıyor ki, onların vazife ve sorumlulukları içinde en önemli mesele "tesbih"tir. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Adem'in onlara hususî bir meselede rüçhâniyeti (üstün olması) karşısında "Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel Alîmu'lHakîm Sübhansın Yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin." (Bakara, 2/32) demişlerdir. Bu söz bir hamd veya tekbir değil, tesbihtir. Böyle bir noktada hususiyle tesbihi seçmeleri bize, onların nezâheti fıtriyelerine, esas mahiyet ve tabiatlarına, varlığa ait bir kısım levsiyâtın hiç bulaşmadığını gösterir. Ayette hem bu durumun ifadesini görürüz, hem de Cenâbı Hakk'ın onların bu nezahetlerini göstermeye matuf suali ve meleklerin bu suale verdikleri cevapla onların yine temiz çıkmalarına ve aklanmalarına şahit oluruz.
Öyleyse melâikei kirâmın nezahetini ifadede tesbih çok önemlidir. İnsanlar tabiatlarının gereği bazen esbâbı işin içine karıştırabilir. Açıkkapalı, küllîcüz'î naturalizme girebilir. "Varlık" der, "kozmos" der; aklî oyunlar ve aklın hokkabazlıklarıyla rasyonalizmi işin içine sokabilir. Fakat meleklerin mahiyetinde öyle bir nezahet vardır ki, Zatı Ulûhiyet nasıl mukaddes, münezzeh, müsebbeh (tesbih edilen) ise, onlar da bunu ifade etmek için özel mahiyette donanımlı, bu işin memuru varlıklardır. İradeleri yüzde doksan dokuz hep hayır istikametinde işler. Kendilerine de bir irade verilmesi açısından iradenin hakkı diyebileceğimiz, yüzde bir oranında, meyelanlarını, meyelanlarındaki tasarruflarını kullanma hakkı varsa da bu çok yanıltıcı değildir.
Beşeri kendi tabiatıyla baş başa bıraktığınız zaman temayülleri nasıl tabiatının etrafında döner durur; melâikei kirâm da herhangi bir emirle mükellef olmasalar, yaratılış ve donanımları itibarıyla tabiatlarına terkedilseler, nezahet etrafında pervaz ederler, hep nezahete koşarlar. Bu hususlar göz önünde tutulduğunda, melâikei kirâmın tesbihten gıda aldıkları söylenebilir.
Enbiyâi izâm'a gelince, onların asıl vazifeleri tebliğdir. Bunu da yine meleklerde olduğu gibi mahiyet ve donanıma irca etmek mümkündür. Melâikei kirâm, iradelerinin hakkını verme alanı diyebileceğimiz o yüzde bir nisbetindeki iradelerini, Cenâbı Hakk'ın ikaz, irşad ve tenbihleriyle yanlışlık istikametinde kullanmazlar. Onlar hakkında "Lâ ya'sûnallâhe mâ emerahüm ve yef'alûne mâ yü'merûn" buyrulmaktadır; yani "Onlar Allah'ın emirlerinde O'na isyan etmezler ve ancak emrolundukları şeyleri yaparlar." (Tahrim, 66/6) Enbiyâi izâm ise insan olmaları yönüyle ve taşıdıkları tabiatları itibarıyla fenalıklara karşı melâikei kirâm kadar kapalı görünmemektedirler. Fakat Allah (cc) onları hem mâsum hem de masûn kılmıştır. Vazife ve misyonları masûniyetin yanında mâsumiyeti, mâsumiyetin yanında da masûniyeti gerektirir. İşte onların melâikei kirâma benzeyen böyle bir yanları vardır.
Fakat Enbiyâi izam'ı en büyük yapan şey, çok azîm bir imtihan olan tebliğ vazifesi ve bu tebliği kendi iradelerinin hakkını vererek kavramaları, anlamaları ve değerlendirmeleridir. Bu, kendi hayatiyetleri için de çok önemlidir. Yani, o vazifeyi yapmasalar yaşayamazlar; çünkü, Peygamberlik adına kondukları yerde durmamış, konumlarının hakkını vermemiş olurlar. Bundan dolayı ayeti kerîmede "Yâ Eyyühe'rRasûlü belliğ mâ ünzile ileyke min Rabbik, fein lem tef'al fe mâ bellağte risaletehu Ey Resul, Rabb'inden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, risalet vazifeni yerine getirmemiş olursun." (Maide, 5/67) buyurulmaktadır.
Bu ayette peygamberler için zımnî, olabilecek en yumuşak bir itab üslûbu vardır. Bunu kendi zaviyemizden ele alacak olursak diyebiliriz ki, bu misyon eda edilmediği zaman çok derin bir çukura düşmek ihtimali vardır. Yani peygamberken, âlâi illiyyîni kemâlâttayken, velinin kavsi uruclarıyla ulaşabileceği noktayı mebde' yapmışken, başkalarının ulaştığı son noktada işe başlamış bir insanken öyle bir yere düşersiniz ki, o yer düz insan yeri bile değildir. Düz zemine değil kovulmuş insan yerine düşersiniz. Bu talihsizliği yaşayan, yani o dergâhtan kovulan ve ilelebed matrud olan varlık da vardır.
Evet, tebliğ vazifesi Peygamberlerin hayatiyetleriyle alakalıdır. Bir Peygamberin hayatiyeti, vazifesini yapma hayatiyetidir. Onlar, kendilerine verilen soluklarla ne kadar vazife eda edebileceklerse onun hesabını yapar; soluklarını bir takvime bağlayarak kullanırlar. Vazifeleri adına yapacak bir şey kalmayınca da derler ki, "Artık bu solukları alıp vermemin bir anlamı yoktur." İsterseniz bunu da "Allahümme erRefika'lâ'lâ" mülâhazasına bağlayabilirsiniz. Çünkü, dünya ufku itibarıyla Peygamber Efendimiz'in (sav) yükseleceği yer kalmamıştır; dünya hayatı açısından, kendi kemalâtının arşına ulaşmıştır. Öyleyse, O terakkisine ancak öbür âlemde devam edecektir. Yani, öyle bir inkişafa ancak kudret ve meşîetin cereyan ettiği öbür âlem müsaittir. Hikmet ve esbab gibi belli perdelerin olduğu bu âlem, artık Hakîkatı Ahmediye'nin (aleyhissalatu vesselam) terakkisine müsait değildir. O, bir insanın yükselebileceği kubbeye yükselmiş, hatta kubbenin bazı yerlerini de çatlatmıştır. İşte O'nun yükselmesi "kâbı kavseyn", kubbeyi çatlatması da "ev ednâ" sırrını gösterir.
Evet, Enbiyâi izâm kendilerine verilmiş olan sayılı solukları hiç boşa kullanmamaya çalışırlar. Bu şuur, vazifeleri gereği böyledir. Peygamber olarak canlı kalmaları ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri adına bu gereklidir. Onlar asla emekli olmazlar. Allah (cc) nezdinde en önemli bir vazifeyi yapacak, hem de o vazifeyi dolu dolu yapacak, sonra da emekli etmiş gibi siz onu geriye çekeceksiniz!.. Bu hal O'nun kendi kıymetine göre bir hayat seviyesi değildir.. ayakları üzerinde yürüyorken sürünme demektir, uçuyorken yerde emekleme demektir. Dolayısıyla yaşama demek değildir. Öyleyse peygamberin peygamberce yaşaması da aslında tebliğ vazifesine bağlıdır.
Diğer taraftan, tebliğ vazifesi, peygamberlik misyonu olarak eda edilmesinin yanında insanların dirilmesi açısından ele alındığında daha fazla önem arz eder. Herkes üstünden bir mesajı alıp kendi seviyesinde ve dûnundaki insanlara ulaştırabilir; böylelikle vazifesini yapmış ve o sorumluluğun gereğini yerine getirmiş olabilir. Fakat aynı zamanda tebliğin kendi esprisi içinde, inandırıcı olarak, ısrarla, hiç bir beklentiye girmeden, "Ve mâ es'elüküm aleyhi min ecr, in ecriye illâ ala rabbi'lalemin Sizden hiçbir istek ve beklentim yoktur; mükafatımı sadece Allah'tan beklerim, O'ndan istediğim de benden hoşnut olmasıdır." (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180) denilerek yapılması, başkalarının dirilmesi adına çok önemlidir. Yani, her şeyden önce mübelliğin kendisi diri olacaktır o tebliğ vazifesini yapmakla. Sonra da, bu vazifenin çok önemli bir buudunu başkalarını diriltme teşkil edecektir. İnsanların içinde bulunacak, peygamberâne bir hayat yaşayacak ve böylece hiç kimse ona "gözünün üstünde kaşın var" demeyecek. O'nun haline bakan herkes, şeytanî mantığı, şeytanî aklı itiraz etse bile, melekî vicdanıyla diyecek ki, "Ben böyle diyor, böyle düşünüyorum; ama âlem de biliyor ki ben doğru değilim."
Bir ayeti kerime'de mealen "Ey Rasûlüm, onların söylediklerinin Seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar Seni yalancı saymıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar." buyruluyor. Yani, o zalimler esasen Seni tekzib etmiyorlar. Çünkü Senin tavırlarında yadırganacak, "Bu doğru değildir." denebilecek hiç bir şey yoktur. Demek ki, o insanlar da elli defa test etmişler ve Peygamber Efendimiz (sav) bu denenmelerden daima doğru, sadık ve emin çıkmış. Fakat onlar yine de Allah'ın ayetlerini inkar etmişler ve daha büyük bir cinayet işlemişler. O'nu Allah'ın elçisi olarak değerlendirmemişler de, "Ebû Talib'in Yetimi" olarak görmüşler. Bundan dolayı da "Sen ...", "Sen ...", "Sen ..." demişler. Ben onların çirkin sözlerini söyleyemeyeceğim, çünkü O'na karşı bağlılık ve sadâkatım müsait değil onları ifade etmeye.
Peygamber Efendimiz (sav) doğruluğu bilinen, güvenilirliği kabul edilen bir insandı. Tebliğ vazifesini eksiksiz yapıyordu. Bununla beraber, O'nun tebliğden daha önemli bir yanı başka bir yerde de denildiği gibi hatta tebliğin bir kaç kadem önünde bir yanı vardı, o da temsildi. Temsil, O'nun hayatı dünyeviyesi ve hayatı uhreviyesi adına işleyen ve daima gelişip inkişaf eden, O'nun hasenât hanesine sürekli bereket akıtan bir husustur. Efendimiz (sav), tebliği ile mutlaka ümmetinin dualarından istifade ediyordur. Fakat ellerinden tutup insanları doğru yola götürmede kendi güzel ahlakıyla hüsnü misal olmasından dolayı, "essebebü ke'lfâil" sırrınca herkesin yaptığı işten O'nun defteri hasenatına da bir şeyler akmaktadır ve bu yönüyle de Efendimiz'in (sav) temsili tebliğinin önünde gelir.
Fahri Kainât Efendimiz bir peygamber ve peygamberlerin en büyüğü olduğu halde, ahvâli dünyeviye veya peygamberlik vazifesi itibarıyla maruz kaldığı şeyler karşısında, kendinden evvel gelen seleflerini okumaya çağrılmıştır. Çünkü, bizzat peygamberlik mefhumu örnek olmaya şayeste planlanmıştır. Kur'anı Kerim'de "Adem'i oku, (Mâide, 5/279) Nuh'u oku, (Yunus, 10/71) Hûd'u oku..." şeklindeki ifadelerle Hazreti Nuh, Hûd, Salih, Şuayb ve Lût (as) efendilerimiz ve bazı yerlerde de Hazreti İbrahim (Şuarâ, 26/69) ve Hazreti Musa (as) hatırlatılarak yedi tane çok önemli örnekten bahsedilmektedir. Efendimiz'e (sav), Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Lut gibi peygamberlerin hayat serencâmeleri vesilesiyle onların şahıslarında temsil edilen peygamberliği bir kere daha okuması emredilmiştir.
Bu emirle şahıslar değil, peygamberlik mefhumu ve mazmunu nazara verilmek suretiyle "Bu yolun erkânı budur; bu yolda tekerrür ede ede matlaşmış, renk atmış bir sözle ifade edeceğim kandan irinden deryaları geçme var, dikenli tarlalarda yürüme var." denilmiştir. Böyle çetin ve çetrefilli bir yolda yürürken, O'na daha önce aynı yol üzerinde yürüyenler gösterilmiş ve onların mukavemetleri, sarsılmadıkları vurgulanmıştır. Meselâ; Kur'an, ağır imtihanlara göğüs gerip yılmadan vazifesini yapması karşısında Eyyub (as) için takdirini ortaya koymakta: "Ni'me'labd, innehû evvâb O ne güzel kuldu! Zira, sürekli (Allah'a) rücudaydı." (Sâd, 38/44) buyurmaktadır.
İşte, Allah Teâlâ'nın, Peygamberini o vazife ile tavzif eden ve o vazifeye göre böyle donatan bir Sultan'ın, kapı kullarından birisine, o kul başımızın tacıdır bizim "O ne güzel kul, bakın kul böyle olur!" demesi ve Efendimiz'i (sav) onları yeniden bir kere daha okumaya çağırması temsil açısından çok önemlidir. Enbiyâi izam'ın temsili sürekli nazara verilmiştir.. verilmiş ve adeta "Geçmişte yaşayanlar öyle yaşadılar, Sultanı Enbiyâ da öyle yaşadı; eğer siz de birilerini yaşatma gibi bir mesuliyet altına girmişseniz, bir adanmışlığı kabul etmişseniz sizin için de yol budur." denmiştir. Dolayısıyla Efendimiz'e (sav) vazifesi hatırlatılırken geçmiş peygamberlere yapılan göndermeler bizim için de söz konusudur: Hazreti Nuh bizim için de örnektir.. Hazreti Hud'un, Hazreti Salih'in hayatından bizim de alacağımız pek çok ibret vardır. Allah'ın salât u selâmı İnsanlığın İftihar Tablosu ve onların üzerine olsun.
Ayrıca, Peygamber efendilerimiz vazifelerinin gereği, tebliğ ve temsil işini kemâli hassasiyetle öylesine yerine getirirler ki, bu mesele zamanla onların tabiatları haline gelir. Hem bu vazife onların tabiatıyla öyle bir bütünleşir ki; bunu, yemek yeme gibi bir şeye, hatta ailevî ahvâl içinde herhangi bir duruma da benzetemeyiz; bunlar çok küçük kalır temsilin fıtrat haline gelişi yanında.. çok küçük kalır, zira Peygamberlerin dünyayı hafife alarak, onu zerre kadar umursamayarak ve eviyurdu hiçe sayarak çok ciddi bir tehâlük içinde bu vazifeye koştukları görülür.
Meselâ, Efendimiz (sav), Hazreti Hatice'nin vefatıyla hicretten evvel ve hicretten sonra beş senelik bir dönemde yalnız kalmıştır. Fakat Hazreti Hatice validemize sadâkat ve vefası mahfuz o meseleyi hiç bir zaman problem olarak düşünmemiştir. Hicret ederken kızları vardır: Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma... hicreti tek başına gerçekleştirmiştir ve kerîmelerini arkada bırakıyor olması vazifesine engel teşkil etmemiştir. Çocuklarını müşriklerin bulunduğu yerde, kendisine kılıçlarını, bıçaklarını gayzla bileyenlerin içinde bırakmıştır. Yolda onlardan bir tanesi taarruza maruz kalmış, erken bir doğum yapmış ve o hastalıkla ölmüştür. Fakat Allah Rasûlü (sav) hayatı boyunca bunları bir kere bile mesele yapmamış, bunlar hakkında hiç konuşmamış, "benim kızım şöyle, oğlum böyle..." dememiştir.
Eğer siyerciler, tarihçiler söylemese onların ne zaman öldüklerini dahi bilemeyeceğiz.. hayatlarının ayrıntılarından haberdar değiliz. Çünkü O'nun bize bildirdiği şey, bildirilmesi gerekli olan şey davasıdır, dinidir. Ve O hayatını bu büyük vazifesine göre programlamıştır. Yurdunu davası için terketmiş; davası için terk etme mevsimi geleceği ana kadar da her gün ölümle burun buruna yaşamıştır.
Evet, Allah Rasûlü (sav), kendisini tebliğe o kadar vermişti ki, tebliğ O'nun tabiatı haline gelmişti. Bizim sabah kalktığımız zaman, "Acaba bu gün yedide mi, yedi buçukta mı, sekizde mi kahvaltı yapacağız?.." türünden şeyler düşünmemize mukabil O bunları hiç düşünmemişti. Yemeği unutmuş ve hatta bazen bir eşi olduğunu bile unutmuştu vazifesi hatrına. Allah (cc) "Aralarında adaletle muamele yapın, onların sizin üzerinizde hakları vardır." buyurunca bu konunun Allah hakkı olduğu ve bir Allah hakkı olarak onlara riayet edilmesi gerektiği için eşlerine karşı da mesuliyetinin gereğini yapmıştı. Ama bunun dışında temelde daima gözünde tüten ve tüllenen tek şey vardı, o da: "Dinimi daha açık, daha geniş nasıl tebliğ ederim." derdiydi.
Hasılı, meleğin tesbihten zevk ve lezzet aldığı gibi, O ve diğer peygamberler de tebliğle beslenmişler, tebliğle oturup kalkmışlar, tebliğle hareket etmişler ve hayatlarını bir tebliğ takvimi içinde yaşamışlardı.
Manevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz halinde ne yapmalıyız; kitap mı okumalıyız, evrâd u ezkârımızı mı artırmalıyız ya da nafile namaz mı kılmalıyız?
Belki bunların hepsini belli nisbetlerde yapmak icab eder. Her şeyden önce bir değişiklik, psikolojik tavır ve durum değişikliği gerekir. Psikologlar, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntı halini atabilmesi için bir hal, tavır ve durum değişikliğini tavsiye etmektedirler. Bazen insan ağır ve bunaltıcı bir kabz hali yaşayabilir; öyle bir durumda Cenâbı Hakk'a çok ciddi teveccüh etmesi iktiza eder. Tevbe ve istiğfar ile O'na yönelmesi gerekir. Bazen gönlün bir halvete girmesi, bir yere kapanıp yakarışa geçmesi, içini O'na dökmesi lazım gelir. Bazen de insanın arkadaşlarıyla oturup kendi durumunu ortaya koymasına, başkalarının düşüncelerini de yanına almasına, kendisi olarak ayakta duramayacağı düşüncesiyle başkalarına dayanmasına ihtiyaç vardır. Bazı şeyleri müzakere etmeli, lahûtîliğe açılmalı, biraz gönlünün sesini dinlemeli, ruhu sıkan o dış sâikler biliniyorsa dıştan gelen seslere, gelip çarpan gürültülere karşı biraz daha kapanmalı, vicdanda bazı şeyleri görmeye, duymaya ve hissetmeye çalışmalıdır.
Eskiden kulaklarımızı iki yandan da kapadığımız zaman duyduğumuz gürültü ve uğultunun Kevser'in sesi olduğunu söylerlerdi. Espriyle karışık söylenen bu sözün bence derin bir mânâsı vardır: Dıştan gelen ses ve gürültülere karşı kapandığınız zaman kalbinizin kan pompalamasını, vücudunuzdaki gürül gürül kan deverânını duyarsınız. Oysaki normal durumda o sesi farketmezsiniz. Parmaklarınızın ucunu kulaklarınıza ne kadar sıkı tıkarsanız, o sesi o kadar net duyarsınız. İşte imkan varsa insanlar, içlerindeki sesi duyabilmek için bir ortam hazırlamalılar; içlerine kulak vermeli, kendi özlerini dinlemeli ve oradaki Kevser çağıltısına ulaşmalılar.
Ayrıca bir kabz halinde yapılması gereken şey şahıstan şahısa, durumdan duruma da değişebilir. Önce ruhun sıkılması, kalbdeki heyecanın pörsüyüp solması, ruh dünyasının matlaşması arkasındaki sâikler düşünülmeli ve mücadele o sâiklere uygun bir plan dahilinde verilmelidir. Ruhdaki matlaşmayı açma, onu yeniden yeşertme yolları bulma, o hali hazırlayan sebepler gözetilerek ele alınmalıdır. Her insan dış yüzü itibariyle hasta görüntüsü sergileyebilir. Eğer meselenin üzerine sadece bir hastalık şeklinde gidilirse tedavi zorlaşır. Oysa meseleye hastalık değil de "hasta" açısından yaklaşılırsa, daha isabetli teşhis konulup uygun tedavi yolları bulunabilir. Değişik münasebetlerle tekrarladığım "hastalık yok, hasta var" prensibiyle her şahıs fert fert düşünülmeli, "bu şunun, bu da şunun hastası" şeklinde o ferdin durumuna uygun bir tedavi yolu takip edilmelidir.
Öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklaşma, bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hali size ait meselelerden dolayı olmuş olabilir. Küçük bir latife ve bir nükte ile o kilitlenmeyi açmak gerekir. Yerinde alıp bir tenezzühe çıkarmak, tenezzüh ufku itibariyle ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder. Bazen açıp bir kitap okumak, bir başka zaman da bazı şeyleri müzakere etmek faydalı olur.
Mesela, insanda ibadet ü tâata karşı bir ülfet hasıl olmuşsa ve bu hal kalbde bir sıkıntı meydana getirmişse, o noktada zorlamamak, muhatabın o durumda kaldıramayacağı şeyleri söylememek gerekir. O durumda daha yumuşak, ümit verici ve reca duygusunu canlandırıcı bir üslup kullanmak uygun olur. Hani ashâbı kirâm efendilerimiz, Kur'anı Kerim'in ardarda gelen emirlerinin yüklediği mesuliyet karşısında çok etkilenmiş, kendi duyuşları ve hassasiyetleri ölçüsünde adeta kemikleri birbirine geçmişti de o sırada Yusuf Sûresi nazil olmuştu. Ahsanü’l Kasas (en güzel beyan) olarak nazil olan bu sure çok büyük hikmetler ihtiva ediyor, Hakîm ve Alîm isimlerinin gölgesinde Enbiyâi İzam'la alakalı bir serencâmeyi anlatıyor, ailevî ve içtimâî hayat için önemli dersler veriyordu.. veriyordu fakat, bütün o önemli dersler bir kıssa çerçevesinde anlatıldığından dolayı hem sahabe rahat bir nefes alıyor ve hem de ilâhî beyanın kendilerine verdiği mesajı kavrıyorlardı.
Evet, kabz halinin sâikleri farklı farklı olabilir. Bir insan bir günah işlemiş ve uzaklaşmıştır.. bir başkası çok yakın olma fırsatı bulmuş, yakınlığın hakkını verememiş ve dolayısıyla uzak muamelesi görmüştür. Çok yakınlara celbedildiği halde, yakınların yapması gereken şeyi yapmadığı için uzaklara düşmüştür. Dolayısıyla o da kendini çok uzak görür. Böyle bir insanın içinde bulunduğu o ruh haleti mutlaka gözönünde bulundurulmalıdır.
Bilinmelidir ki; Allahın izin ve inâyetiyle her kapalı ve kilitli insanı bir şekilde açmak mümkündür. Fakat bir mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvuftaki mürşidlik mânâsına demiyorum, az da olsa insanların genel ufkunu kavrayan bir rehberi kastediyorum. Bazen bir insan, birdenbire bütün duyguları dumura uğramış gibi, olumsuz, nâmüsait bir ortamda yapraklarını salan çiçekler gibi kendini salmış olabilir. Böyle bir durumda onu iyi dinlemeniz gerekir. Gücünüz yetiyorsa gayet tatlı ve mülâyim bir eda ile onu dinlemek, bir psikanalize tabi tutmak, içini okumaya çalışmak ve sonra da içinde bulunduğu ruh haletine uygun bir üslupla o sıkıntılı durumunu gidermesine yardımcı olmak iktiza eder. Bu mevzuyu Ziya Paşa'nın sözüyle şimdilik bitirelim:
"Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye derman mı sanırsın.
En ummadığın keşfeder esrarı derûnun,
Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın."
- tarihinde hazırlandı.