Akıl nedir?
Soru: Efendim, Mısır’ın en çok satan gazetesi olan bir milyon tirajlı Ehram’ın başyazarı Ahmed Behçet, zât-ı âlinizin bir iki kitabını okumuş, sizi araştırmış; köşesinde üst üste yazılar yazdı ve hayranlığını ifade etti. O yazılarının birinde, bir münasebetle diyordu ki, “Bir sofîye sormuşlar: ‘Akıl nedir?’ O da demiş: ‘Dabbetün tahmilüke ile’s-sultan...” Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Çok güzel bir cevap. “Akıl, seni ‘Sultan’a taşıyan bir binit hayvanı, seni ona götüren bir araçtır.” Doğrusu da böyle düşünmektir. Aklın sürekli gemlenmesi, nerede duracağının belirlenmesi lâzımdır. İnsan bir taraftan onu koşturmalı, zorlamalı, o zorlamayla şakakları zonklamalı; fakat diğer taraftan da onu gemlemesini ve frenlemesini bilmelidir. Bazen nefse rağmen olmalıdır bu frenleme.
Ben o meydanın eri değilim; fakat bir hissimi paylaşmak istiyorum. Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı bir makale yazmıştım. Belki birkaç gün zorlayarak ulûhiyet hakikatlerine dair bir iki meseleyi şerh etmeye çalışmıştım. Duyduğum ve başkalarının hayatında gördüğüm, kendi hayatım itibarıyla işin içinde olmadığımı düşündüğüm bazı mülâhazaları açarken kullandığım kelime ve tabirlerden dolayı o kadar çok vicdan azabı çektim ki, ifadeden âcizim. “Bu kelime Cenâb-ı Hak için kullanılır mı, bunlar olur mu, yakışık alır mı?” gibi arayış ve hislerle yanlış yapmaktan korkarak iki büklüm oldum. Sonra çok ağladım odamda. “Ya Rabbi! Yoksa, ulûhiyet hakikatlerini çok hırpalıyor ve nefsimi mi konuşturuyorum?” dedim. Ve sonra o bir tomar kâğıdı, üç beş günlük emeği yakmaya karar verdim. O kâğıtlar elimde ateş almaya giderken önüme çıkan bir iki arkadaşın da hal ve tavırlarından aldığım cesaretle “Bir kere daha okuyayım” dedim. Bir daha okuyunca baktım ki, bazı yerlerine ilişip onu masum hale getirmek mümkün.
Evet, aklı edille-i şer’iyeden biri sayan zavallıların mülâhazalarına düşme durumu söz konusuyken, hemen Peygamberin vesayetine sığınmamız lâzım. Yani, aklımızı sonuna kadar kullanırız; muhakememizi işletiriz; tasavvufun, mantığın, tasavvurî mantığın kurallarını çok önemli bir malzeme olarak kullanırız; dilin hususiyetlerine müracaat ederiz; Arap dilinin özelliklerini, Türkçe kelimelerin kullanılış inceliklerini göz önünde bulundurmaya dikkat ederiz ve bir meselede hâlâ ifade zorluğu çekiyorsak işin asıl kaynağına yürürüz; söz kesen olarak Kur’ân’a sığınırız, “Sünnet-i Sahiha”ya sığınırız. İşte, öyle bir sancısı olmayan, ucuzcu bir insan, bazı şeyleri çok rahat yazıp döktürebilir. Fakat ulûhiyet hakikati gibi konularla alâkalı bir şey yazan ciddî insanlar, namus-u ilâhîyle oynama korkusuyla tir tir titremeli ve tek bir uygun kelimeyi bulabilmek için dahi ıstırapla kıvranmalıdır ki, işte bu, “fikir çilesi”dir.
Üstad Hazretleri de, felsefenin vahyin vesayetinde olduğu zaman kabul edilebileceğini söylüyor. Vahy-i semâvîye baş kaldırmış felsefeden taşkınlık, hezeyan ve tuğyan doğar.
İşte, doğruya, hakka ve mâkule ulaşmak için yapılan beyin fırtınası; fikir çilesidir. Söylenilen şeyler her zaman Kur’ân’la, sünnetle ve akl-ı selimle te’lif edilecek. Sahabe-i kiramın anlayışı, selef-i salihînin ifadeleri göz önünde bulundurulacak ve her hüküm ancak böyle bir küllî değerlendirmeden sonra ortaya konacak. Evet, böyle bir beyin fırtınası, çile ve ıstırapların en mukaddesidir.
- tarihinde hazırlandı.