Tevhid mertebeleri
Soru: Tevhid mertebeleri nasıl elde edilir?
Tevhid, yani Allah’ın varlığı ve birliği hakikatine, ilimlerin aydınlatıcı tayfları altında görme, okuma, düşünme ve terkib u tahlilde bulunma yoluyla nazarî bilgilerden geçerek ulaşma yoludur ki buna “ilme’l-yakîn” bilme, inanma denilir. Bunun yanında bir de Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin kâinat kitabındaki tecellîlerini doğrudan doğruya görme veya Allah’ın yarattığı bir kısım harikulâde şeylere şahit olma ile kazanılan iman vardır ki, buna da “ayne’l-yakîn” bilme ve iman etme denilir. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ve harikalar saçan hayat ve huzurunu paylaşmak, hatta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda vilâyete ermiş kimselerin simalarına bakmak insana harika mânâlar ifade ederdi. Evet, bir insan sadece onların simasını müşâhede etmekle ayne’l-yakîn diyeceğimiz mazhariyete erebilirdi.
Bütün bu yollarla hakikatleri elde edip, içinde hallaç ederek o hakikatlerin özüne ulaştıktan ve tam bir mârifete erdikten sonra insanın bizzat kendi vicdanında duyduğu ve hissettiği bazı şeyler vardır ki, bu noktaya ulaşan bir insan artık imanın her meselesine, hem de aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmış demektir. Bin şeytan gelip içine bin vesvese soksa da –Allah’ın (celle celâluhu) izniyle– o öyle inanmıştır ki, inancı sayesinde o dürtülerin hepsine sadece güler geçer. Zira o, imanı bütün derinliği ile içinde hissetmektedir. Böyle birine Cenâb-ı Hak, esmâsının tecellîleriyle öyle ihsaslarda bulunur ve öyle şeyler eder ki, hiçbir kitap onu anlatamaz. İşte bu mertebe de hakka’l-yakîn ufkuna mazhar olmanın ifadesidir.
Burada, tevhidin mertebeleri derken, yukarıda kısaca tarif ettiğimiz ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebeleri kastedilmektedir. Evet, yakîn’in veya yakînî bilginin mertebeleri de diyebileceğimiz bu mertebelerin işte böyle kendi içlerinde ayrı ayrı dereceleri vardır.
İlme’l-yakîn noktasında herkesin kâinat kitabından alacağı dersler farklı farklıdır. Bir çobanın kâinat kitabından ilmen alacağı bir ders vardır ama, bu oldukça basittir. Kâinat kitabını okumada çok derinleşmiş, hem ehl-i kalb hem de ehl-i ilim bir insanın bu kitaptan alacağı mânâ ise çok buudlu ve çok derindir. Bu mevzuda, saffetiyle ilerlemiş asfiyadan bazı kimselerin kâinat kitabından aldıkları ilme’l-yakîn seviyesindeki mârifetin buudları ise çok daha engindir...
Ayne’l-yakîn hususunda da insanlar arasında seviye farklılıklar söz konusudur. Gözleri küsuf tutmuş kimseler ile, keskin bakışlı basiret ehlinin bakışları ve gördükleri şeylerden anladıkları mânâlar farklı farklıdır. Mesela, bazı ehl-i kitap, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüler, ancak peygamberliği hakkında bakış farklılığına yenik düştüler.. evet, gördüler ama anlayamadılar. Mesela, Huyey İbn Ahtab, Efendimiz’in huzuruna geldiği zaman, onun da anladığı bir mânâ oldu; onun için de bir şey ifade etti Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmek.[1] Ama aynı durum Abdullah İbn Selâm için daha farklı olmuştu. O, Efendimiz’in huzuruna gelince, sadece baktı ve başka bir şey arama lüzumu hissetmeden: “Bu simada yalan yok.” dedi ve kelime-i şehâdet getirerek iman etti.[2] Zira o, Tevrat ve İncil’i çok iyi biliyordu. “Nebi nasıl olur? Tavır ve davranışları nasıldır?...” bu sorularının cevabına vâkıftı.
Bir başka defa Necran Hıristiyanları, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ziyarete gelmiş ve Efendimiz’e inançları konusunda tereddüt yaşamışlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara: “Şayet doğru söylüyorsanız yeminleşelim ve bu yeminimizde Allah’ın lânetinin yalan söyleyen grubun üzerine olmasını dileyelim.”[3] demişti de onlar bundan çekinmişlerdi; çekinmiş ve şöyle demişlerdi: “Aman! Bu adam gerçekten peygamberse başımıza belâ gelir.”[4] Evet, sırf Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmek Necranlılar için de bir mânâ ifade etmişti. Ancak onların bu görmeleri yine de iman etmelerine yetmemişti.
Her şeyden evvel, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakınca Allah hatırlanıyordu; O, secde ederken, kıvrım kıvrım hâliyle “Allah” diyordu. Vâkıa, O da bizim gibi bir insandı, sathî bir nazarla bakınca veya bakış önyargılı olunca insan belki O’nu anlayamayabilirdi. Fakat az da olsa içinde insaf, iz’an ve vicdanında musaddık bulunan her insan Efendimiz’e bakıp değerlendirdiği zaman, bu durum o insana “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullâh” dedirtiyordu. Hazreti Ömer’in bir bakışı vardı ki kimse öyle bakamazdı. Bir de Hazreti Ebû Bekir seviyesinde bir bakış vardı ki, Hazreti Ömer dâhil hiç kimse o seviyeye ulaşamazdı. Binaenaleyh ayne’l-yakînin de işte böyle mertebeleri vardır.
Hazreti Âdem bir zelle işlemişti. Tevbe etmesine ve Allah’ın, tevbesini kabul etmesine rağmen o yine de kendisine vahiy gönderen Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes ve münezzeh semt-i lâhûtuna yüzünü çevirip bakmaktan hicab ediyordu. Hazreti Ebû Bekir, mârifeti derinleşip genişledikçe öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, başını kaldırıp Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüzüne bakmaktan hep hicap duyardı. Eğer bir hak dostu, “Hazreti Ebû Bekir, bu kanaati üzerine başını kaldırıp Efendimiz’in yüzüne baksa; Efendimiz’den gelen sübuhât-ı vech onu yakar kül ederdi.” dese doğrudur. Evet, işte o kadar hicab ediyordu. Zira Hazreti Ebû Bekir Efendimiz ayne’l-yakînin öyle bir mertebesine varmıştır ki, başkası için oraya varmak mümkün değildi. Daha niceleri vardı ki o seviyede olmasa da buna yakın bir şekilde müşâhede enginliğine sahipti. Ama öyleleri de vardı ki, ancak bir çoban kadar istifade edebiliyorlardı O’ndan.. evet, O’nun mârifet deryasına onlar da bir kova salıyor ve bir şeyler alıyorlardı; ama, onlar ne Ebû Bekir’di, ne Ömer’di, ne Osman’dı, ne de Ali (radıyallâhu anhüm ecmaîn).
Günümüzde de bu türlü insanları görebiliriz çevremizde. Âdeta umman gibi ayne’l-yakîn, ilme’l-yakîn adına mârifete sahip olan insanların yanında, Rabbim, bizler gibi o mârifetten bir katreye sahip olanları da keremiyle o ummanlara ulaştırsın!
Hakka’l-yakîne gelince onun da kendi içinde diğerleri gibi mertebeleri mevcuttur. Hiç şüphesiz bu mertebelerin sultan-ı zîşânı, Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, bütün önceki mertebeleri bir bir geçmiş ve hakka’l-yakînin zirvesine ulaşmış biricik sultandır. Çünkü birçok ehl-i tahkikin beyanına göre, Mirac’ta Efendimiz, bizzat, –Nizâmî’nin de dediği gibi– başındaki gözleriyle Cenâb-ı Hakk’ı görmüştü.[5] Ayrıca O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kader kalemlerinin işleyişine şahit olmuş,[6] melâike-i kiramla hasbihâl etmiş,[7] Cibril’i asıl hüviyetiyle gökler ve yerin arasını doldurmuş olarak müşâhedede bulunmuş,[8] Cennet’i ve Cehennem’i değişik boyutlarıyla temaşa etmiş[9] ve sonunda hakka’l-yakînin en son mertebesine ulaşmıştı.[10] Kâdı İyâz’ın belirttiği gibi Efendimiz öyle bir ufka ermişti ki, orada ayak basacak bir zemin yoktu ve O, ayağını nereye basacağını bilememişti de O’na, “Bir ayağını diğerinin üzerine koy.” denilmişti. Artık mekân da, mekânda bulunan da, mekânsızlığa ulaşan da O olmuştu. Süleyman Çelebi de bunu çok hoş dillendirir:
Ne mekân var anda,
Ne arz u sema.
Yani yer-gök ve her şey o zaman silinip gitmişti. Nesîmî de bu durumu şöyle ifade eder:
Mekânım lâ-mekân oldu,
Bu cismim cümle cân oldu;
Nazar-ı Hak ayân oldu,
Özüm mest-i likâ gördüm.
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de “Kâbe Kavseyn” ifadesiyle zikredilen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu durumunu “vücub ve imkân arası” şeklinde yorumlar.[11] Bu yolculukta Efendimiz, beşerî olan her şeyden öyle sıyrılmıştı ki, o anda O’na beşer deseniz hata etmiş olurdunuz. Ancak bir mahlûkun ulûhiyet makamına ulaşması da asla bahis mevzuu olamazdı. O’nun bu mazhariyetleri Hakk’ın kayyûmiyetiyle kâimdir. Evet, Efendimiz, vücub ve imkân arası bir noktaya ulaşmış ve daire-i sıfâtın ötesine varıp doğrudan doğruya Zât-ı Baht’la münasebet-i münezzeheye ermişti. Bu da hakka’l-yakînin en son mertebesiydi. Rabbim, o sonsuz deryadan bizim defterimize de katreler lütfeylesin!
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/82; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 2/208; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/33.
[2] Tirmizî, kıyâmet 42; İbn Mâce, ikâme 174; Dârimî, salât 156.
[3] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/61.
[4] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/128
[5] Bkz.: Kadı Iyaz, eş-Şifa 1/202; Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ 1/379-430.
[6] Buhârî, salât 1, enbiyâ 5; Müslim, îmân 263.
[7] Buhârî, salât 1, enbiyâ 5; Müslim, îmân 263.
[8] Buhârî, tefsîru sûre (53) 1; Müslim, îmân 287.
[9] Buhârî, salât 1, enbiyâ 5; Müslim, îmân 263.
[10] Bkz.: Necm sûresi, 53/8-10; Buhârî, tevhid 37; Müslim, îmân 263.
[11] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.617 (Otuz Birinci Söz, İkinci Esas).
- tarihinde hazırlandı.