Sünnet-i seniyyeye ittiba
Soru: Hadiste “Ümmetimin fesada uğradığı zamanda sünnetime yapışana yüz şehit ecri verilir.”[1] buyuruluyor. Sünnet-i seniyyeyi öğrenip, asrımıza tatbikini nasıl yapabiliriz?
Sünnet-i seniyyeye ittiba ve temessük mevzuu, elimizdeki pek çok kitapta özellikle de Nur Risalelerinde fevkalâde tergîbi yapılan bir husustur. Bu eserlerde Sünnet’in hem minhâcı, merdiveni ve mirkatı gösterilmiş hem de teşviki yapılmıştır.[2] Hatta sadece Bediüzzaman’ın beyanlarıyla da iktifa edilmemiş, İmam Rabbânî gibi Allah’ın çok önemli velî kullarından misaller vermek suretiyle, sünnet-i seniyyenin çok mühim olduğu vurgulanmıştır. Sünnet ile alâkalı bu kitaplarda bildirilen hususlardan biri de; bin tane velî dimağının bir araya gelmesiyle oluşacak ilâhî bir şehrâhta en mukaddes düstur ve prensiplerin, sünnet-i seniyyenin en küçük meselesi yanında çok sönük ve küçük kalacağı prensibidir.[3] Bu hakikat, şimdiye kadar bir kere değil pek çok kereler ve muhtelif şekillerde tekrar ber tekrar anlatılmış bir konudur.
Haddizatında sünnet-i seniyye, bir yönüyle, farzından âdâbına kadar bütünüyle din demektir. Evet, dinî hayatı bize talim eden Allah (celle celâluhu), davranışlarını doğrudan doğruya kontrol altına alıp rızasına tevcih buyurduğu Peygamberimiz Aleyhissalâtü vesselâm’ı, hayatı talim etmek üzere bize göndermiştir. Kul, farzlarla Allah’a yaklaşır, fakat farzların üstünde nafilelerle o hâle gelir ki, –kudsî hadiste ifade buyrulduğu üzere– Allah, onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan ağzı, tutan eli olur ve onu hep doğruya yürütür.[4] Yani, Allah, gördüğü şeyleri ona hiç yanlış göstermez de yalnız razı olduğu şeyleri gösterir ve gördüğü her şey ileride isabetli değerlendirmesine yardımcı olur. Böyle bir mü’min gördüğü her şeyden hakikate ulaşmasını bilir. Hidayeti gördüğünde ruhen kanatlanıp pervaz etmesine mukabil, dalâlet gördüğünde ondan şeytanı görmüş gibi kaçar. Böyle bir mü’min iyi bir ses duyduğu zaman, onun ruhunda hemen yükselme başlar. Güzel sesleri kötülerinden çok iyi tefrik eder, kulağına gelen şeyleri çok isabetli değerlendirir. Aynı zamanda Allah böyle bir insanı konuştururken de hakkı söyletir. Allah ona eliyle iş yaptırırken –alâküllihâl– Hak adına işler yaptırtır, ayağıyla bir tarafa doğru giderken de onu hakikat istikametine doğru yürütür.
Binaenaleyh hiçbir zaman onu kendi başına bırakmaz. Allah, o insanı doğrudan doğruya kontrolü altına alır ve marziyat-ı ilâhisi içinde hareket ettirir. Nitekim Asr-ı Saadet’te gördüğümüz üzere Cenâb-ı Hak, Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm’ı hep razı olacağı daire içinde hareket ettirmiştir. Ve daha sonraları da Allah bir kısım zatların hayatını Efendimiz’in yolu üzerinde kontrol altına alarak, onlara marziyatından başka bir yol görmeyip, hem asrımızda hem de daha evvelki asırlarda insanları aydınlatmak ve O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) yeniden insanların nazarına vermek için bütün yolları tıkamış, mecburi tek bir istikamet göstererek bu zevatla sünnet-i seniyye yolunu âdeta şehrâh hâline getirmiştir.
Önemli bir husus daha vardır ki o da, ümmetin fesadı zamanında sünnet-i seniyyenin ihya edilmesi; ister farz, ister vacip olsun bütün erkân-ı imaniye ve İslâmiye ile Efendimiz’in yolunun yeniden işler hâle gelmesi demektir. Zira birileri, hususiyle de günümüzde, bu şehrâhı patika hâline getirmeye çalışmaktadırlar. Buna karşılık, onun çok geniş bir cadde hâlinde, kıyamete kadar devam etmesini temin etmeye çalışan Müslümanlar, sünnet-i seniyyenin çok mühim meselelerini ihya etmektedirler. Yine Efendimiz’den aldığımız ölçüler içinde, sünnet-i seniyyeden öyleleri vardır ki, bunlar bin kere şehit olmaktan daha kıymetlidir. Bu arada Efendimiz’in yolunda ihya edilecek farzlar, hususiyle bunların arasında erkân-ı imaniye ile ilgili herhangi bir hususun ihya edilmesi onu ihya eden mü’mine bin kere şehit olmaktan daha fazla sevap kazandırabilir.
Evet, sünnet-i seniyye içinde öyleleri vardır ki, onu yapan, bin şehit sevabı kazanabilir. Nasıl ki toplumu birbirine katıp karıştıran gıybet, sadece herhangi bir şahsın çekiştirilmesi gibi kabul edilmemektedir; zira böyle bir gıybet, adam öldürmekten veya zina etmekten daha şiddetlidir.[5] Aynen onun gibi günümüzde bilhassa ümmetin fesada gittiği, bütün İslâm çarkının bozulduğu ve tayfanın kaptana isyan ettiği bir devirde dine ait herhangi bir meseleyi ihya etmek için gayret eden kimseler, elbette ki yüz şehit sevabı, hatta belki bin şehit sevabı kazanacaklardır. Bu işi mübarek gün, an ve dakikalarda yapmalarıyla belki daha çok sevap elde edeceklerdir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın ifadesiyle, dilediğine fazlından dilediği kadar ihsanda bulunur.[6] Rabbimizden duamız; evvelâ, bu yolda bizi kaim ve daim eylemesi, sonra da ihlâsla hizmete muvaffak kılması olmalıdır.
Ben buradan bir girizgâhla zamanımızda Allah için hizmet verenlerle alâkalı bir hususa da değinmek istiyorum. Üstad Hazretleri, Allah yolunda yapılan hizmetin ihsan-ı ilâhî olarak omzumuza yüklenmiş olduğunu söyler.[7] Evet, bütün bütün her şeyin şirazeden çıktığı bu dönemde, çok kıymetli bir vazife ile tavzif edilen Müslümanlar bu hizmetlerini canları pahasına mutlaka ihya etmelidirler. Bu vazife Allah’tan bize, dünyada eşi menendi olmayan bir mazhariyet ve lütuftur. Haddizatında şu çok zor zamandaki vazife, niyabeten Efendimiz’in vazifesini yüklenme mânâsına gelmektedir. Şâh-ı Geylânî’nin, kendi ifadesiyle, ehl-i hizmete zahîr olması,[8] Hazreti Ali’nin tâ on dört asır öncesinden Kur’ân’a hizmet edenlere arka çıkması, pek çok rüyada Hazreti Pîr-i Mugân’ın hizmet erlerini hiç yalnız bırakmamaları, günümüzde yapılan hizmetlerin çok önemli olduğunu göstermektedir.
Tabiî bu iltifatlar, sadece görüldüğü şekilde ele alınmamalı, bilakis bu zamanda iman ve Kur’ân hizmetine yeni bir şekil ve metot kazandıran mü’minlerin, bu gayretlerin içine daha akıllıca ve mantıklı olarak girmeleri gerektiği açısından ele alınmalıdır. Dahası, Anadolu insanına bir fikir vermesi, اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ “Sebep olan yapan gibidir.”[9] fehvâsına mâsadak olması, bu mevzuda yapılacak bütün hayırlara delâlet etmesi açısından da ayrı bir ehemmiyet taşımaktadır. Binaenaleyh hak yolunda hizmet veren kimseler bu iltifat ve ihsanlara her zaman mazhar olabilirler. Bu iltifatlar, dünyanın çeşitli yerlerinde hizmet eden mü’minlerin misyonlarının ne kadar şerefli olduğunu, bu zatların bu misyonu sahiplendiklerini ve bu mücadelede onların ve bizlerin arkasında olduklarını gösterir. Zaten biz, ruhanilerin bizden çok uzak olduğu kanaatini de taşımıyoruz. Nerede oturursak oturalım, oradan mânâ âleminin büyüklerinin ruhaniyetlerine birer pencere açıldığına/açılacağına ve bizim hâlimizi müşâhede ettiklerine/edeceklerine inancımız tamdır.
Bu bakımdan zamanımızda, O’nun yolunda olmanın neticesi, hizmet veren mü’minler, çok büyük ve önemli bir hizmetin altında bulunduklarının şuurunda olmalıdırlar. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden niyaz ederiz ki yolunda koşturan kardeşlerimizin iştiyakını –daha önceki yıllardaki gibi– coştursun, onları ve bizleri Efendimiz’in davasına, daire-i kudsiyesine yeni hizmetler etme imkânı ve şerefiyle bizleri şerefyâb kılsın. Zira O’nun yolunda olmanın aşk, şevk ve coşkusu kazanılıp belli bir seviyeye geldikten sonra, ihlâs ve samimiyet aynı coşku ve heyecan içinde korunamaz ve aynı tempoda hareket edilemezse, en azından mevcut muhafaza edilemediğinden bu emanet alınıp bir başkasına verilebilir. Bu, Allah’ın değişmez kanunudur. Evet, âdet-i ilâhî hep böyle cereyan etmiştir. O yüzden koşturmanın yanı başında refüze olmamak ve dışarıya itilmemek için her zaman O’nun dergâh-ı ulûhiyetine teveccüh edip dua dua yalvarmak gerekir.
Ben –ihtimal– kendi hesabıma biraz konuşacağım; fakir, cami kürsüsünde yaptığım mev’izelerde benden beklenen fonksiyonu eda edemediğimden, kürsünün elimden alındığı kanaatini taşıyorum. Bu hususta tek tesellim de, Cenâb-ı Hakk’ın bana daha küçük dairelerde, daha değişik şekillerde kardeşlerimle, belki daha hızlı, yeni hizmet imkânları verip beni bir kez daha imtihan etmiş olmasıdır. Bu imtihanı da, takdir, teklif ve ihsan buyurulan lütufları değerlendirdiğimiz nispette kazanabileceğimizi ümit ediyoruz. Ancak her zaman böyle olursa, Cenâb-ı Hakk’ın bizi refüze etmeyeceğini O’nun engin rahmetinden bekleyebiliriz...
Buradan, bana sorulmamış bir mesele içinde bir girizgâh bularak girmek istediğim bir başka mevzu daha var. Bu hizmete başlayan ilk kimseler arasında öyle bir uhuvvet vardı ki, dıştan gelip bu mü’min kardeşlerimizin arasındaki kardeşliği görenler hayretlerini saklayamaz ve şöyle derlerdi: “Aman Allahım! Bu ne uhuvvet, bu ne kardeşlik!”
Evet, kardeşlerimizin derin bir iştiyak ve tahassür içinde birbirlerine sarmaş dolaş olmaları, Allah’a giden yolda hizmet edip koşmaları, hemen her gün belki evine uğradığı kadar bu din kardeşlerinin yanına uğramaları onlarda çok ciddi bir cûşişin ve heyecanın ifadesiydi. Bu kardeşlerimize Cenâb-ı Hak bir hamlede çok büyük işler yaptırdı. O kadar ki bizden evvelki Kur’ân talebelerinin otuz seneye sığıştırmayacakları şeyleri, Rabbim bu hizmette koşturan mü’minlerin sa’yine –imtihan da olabilir– bir hamlede lütfetti. Ancak unutulmaması gereken bir husus var ki o da bu ihsan ve lütufların birer imtihan ve armağan olduğudur. Ayrıca bu gayretler daha ciddi, daha çalımlı ve daha sistemli bir şekilde çoğaltılmalı ve belli bir hedefe ulaştırılmalıdır ki devam etsin. Aksi takdirde –tekrar ifade edeyim– refüze olma ihtimali vardır. Zira Cenâb-ı Hak, iştiyakla Kendi yolunda koşanları korursa da, bu mevzuda hizmet içinde hep aynı canlılığı taşımayan kimseleri koruyacağına dair bir teminatın olduğunu söylemek mümkün değildir.
Son sözümü de bir rica ile bitirmek istiyorum. Ben kendimi tecrit ederek diyorum ki, bütün bu söylediklerimi benden değil de sanki bu daire içinde size hakikati ifade eden başka bir şahıstan dinliyor gibi dinlemelisiniz.
[1] el-Beyhakî, ez-Zühd s.118. Az lafız farkıyla bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsat, 5/315. ed-Deylemî, el-Müsned, 4/198
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Lem'alar s.23-33 (Dördüncü Lem'a).
[3] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.511 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Sekizinci Telvîh).
[4] Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.
[5] Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/348; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/306.
[6] Bkz.: Mâide sûresi, 5/54; Hadîd sûresi, 57/21; Cum’a sûresi, 62/4.
[7] Bkz.: Bediüzzaman, Lem'alar s.200 (Yirmi Birinci Lem'a).
[8] Bkz.: Bediüzzaman, Lem'alar s.203 (Yirmi Birinci Lem'a, Üçüncü Düstur).
[9] Bkz.: Müslim, imâret 133; Tirmizî, ilim 14; Ebû Dâvûd, edeb 115.
- tarihinde hazırlandı.