Mânâ maddeden öncedir
Soru: Materyalist felsefecilerin yönelttikleri sorulardan birisi de: “Ruh mu, yoksa beden mi önce yaratılmıştır?” sorusudur. Bize göre ruh mu önce yaratılmıştır? Bunu aklen ve mantıken nasıl ispatlayabiliriz?
Esasen bu, bir ilim olmayıp belki bilinmesi gereken bir nazariye ve çok az bir yönüyle akideyi ilgilendiren bir husustur. Bu açıdan da, “Ruh mu, yoksa beden mi önce yaratılmıştır?” sorusuna sadece merakı def etmek için cevap verilir.
Yerine göre Allah, ruhla maddeyi beraber yaratmıştır denebilir. Ancak bununla maddenin dışındaki varlıklar kast ediliyorsa, şu bilinmelidir ki, kâinat ve eşya olmadan evvel, evvelden de evvel mânâ vardı. Evvelâ, elimizdeki naslardan her şeyin bir ilmî vücudunun olduğunu görüyoruz. Maddenin olmadığı, Arş-ı Rahmân’ın “amâ” üzerinde bulunduğu bir devrede veya onun verâsında –zamanla onu takyîd edemiyoruz– her şeyin ilmî vücudu olduğu ümmetçe ittifak konusudur. Daha sonra bir kısım naslardan Allah’ın (celle celâluhu) aklı yarattığını görüyoruz. Efendimiz, zayıf bir rivayette ilk yaratılan şeyin kendi nuru,[1] başka bir rivayette akıl,[2] kuvvetli bir rivayette ise kalem olduğunu ifade buyurmuştur.[3] Hadislerde zikredilen bu üç unsurdan akıl cephesini daha ziyade Neoplatonist felsefeciler almış, akl-ı evvel demiş ve bütün eşyayı akl-ı sâni, akl-ı sâlis, akl-ı râbi… ve sonra nefs-i evvel, nefs-i sâni, nefs-i sâlis, nefs-i râbi… şeklinde bir tertip içinde akl-ı evvele bağlamışlardır. Allahu a’lem, ukûl-ü aşere akidesi de bundan doğmuştur.
Şimdi ilk yaratılan akılsa, akıl madde değildir. İlk yaratılan ruhsa, ruh da madde değildir. İlk yaratılan nursa, nur mahlûk ise de, o da madde değildir. Mesele bu yönüyle ele alındığında, maddeden evvel antimaddenin yaratılmış olduğu görülmektedir. Evvelâ madde için kalıp olabilecek takdirî şeyler yaratılmış, sonra da madde o kalıp içinde yerini almıştır. Bu husus, kâinatlar çapında cereyan eden hâdiselerde de, normo âlem olan insanlıkta da, mikro âlem dediğimiz hücreler âleminde de böyledir.
Burada dikkatlerinizi bilhassa şu hususa çekmek istiyorum. Ruh-i küllî ve akl-ı küllî dediğimiz şey, topyekûn kevn ü mekânları içine alabilecek bir mahfaza ve mazmunun adı ise, bütün sistem ve nebülozlar ve bütün hey’ât sistemleriyle o ruh ve kalıp içinde onlara bağlı demektir. Yani onun şeklini o vermekte, onun içine girince de câzibe (çekme) ve dâfia (itme) ona göre olmaktadır. Çünkü câzibe de, dâfia da itibarî şeylerdir. Bunu izah etmek de çok zordur. Bu mevzuda Newton bir şey demiş, Einstein gelmiş konuyu bütün bütün katıp karıştırmıştır. Ve hiçbir zaman meselenin hakikati anlatılamamıştır. Hâdiselerin oluşuna göre meseleye bir tarif getirilmeye çalışılmış ise de meselenin niçin ve nedenine hiçbir zaman inilememiştir. Zaten meselenin niçin ve nedenine inmekten ilim çok defa kaçmayı tercih etmektedir. Aslında bu, felsefenin mevzuudur ve bir nazariyeler mecmuasıdır. Binaenaleyh ne Newton ne de Einstein meselenin niçin ve nedenine bir çözüm ve tahlil getirmemiş, belki keyfiyet ve oluşla alâkalı bir ifade ortaya koymuşlardır. Biri yerçekimi demekte, diğeri ise meseleyi hayyize bağlamakta ve Öklid’in hendesesine sırtını dönmektedir. Ancak hiçbiri çekim mevzuunda ciddi bir çözüm ortaya koyamamıştır. Hele yeni yeni peyklerin fezaya gitmesi ve mekân hakkında daha ciddi malumatlara sahip olmamız karşısında bugün yerçekiminin pek de Newton’dan anladığımız gibi olmadığı açık seçik ortaya çıkmıştır. Yerçekimi mevzuu her yerde aynı şekilde geçerli bir ölçü ve kanun değildir.
Binaenaleyh câzibe ve dâfianın verâsında da bunlara hüküm ve kumanda eden küllî bir ruh vardır. Nitekim büyük bir zat, insanların küre-i arza câmid nazarıyla baktıklarını, ancak kendisinin küre-i arza canlı bir hayvan nazarıyla baktığını ifade etmiştir.[4] Zira tıpkı insanın cismi üzerinde hükmeden, kumanda eden bir ruhu olduğu gibi topyekûn küre-i arzın dalına-budağına hükmü geçecek, en azından onlardan müterakki elfâza ve kelimâta tercüman olacak, fiilî ibadetini alkışlayıp Allah’a takdim edecek, onun keyfiyetine uygun bir melek ve ruh vardır ki bütün eşyanın ibadetini temsil etmektedir. Küre-i arza, güneş sistemine, Samanyolu’na müekkel melek/melekler vardır.
İşte bütün bu sistemler, materyalist bir ölçüyle câzibe-dâfiaya verilse de, haddizatında meselenin niçin ve nedeninde küllî ruh diyebileceğimiz veya felsefecilerin ervâh-ı sâriye dedikleri –tabir hata olabilir– Cenâb-ı Hakk’ın icraatının alkışçıları olan meleklerin bulunduğu görülecektir ki, onlar, maddeye tekaddüm etmişlerdir ve maddeden evvel gelirler.
Bizim varlığımızda da ruh evvel gelir. Henüz sperm, yumurtayla buluşup canlı olma safhasına, yani ceninlik devresine girdiği andan itibaren ona –Allah’ın emriyle– ruh, hayat nefh edilir, ondan sonra canlanır. Orada dahi insanın maddesinde ölçüyü ve dengeyi tutan, temin eden yine ruhtur. Ruh çıkınca da ceset dağılır ve her şey dejenerasyona maruz kalır.
Bütün bu misallerden anlaşılmaktadır ki, maddeden evvel mânâ, antimadde, metafizik ve metapsişik vardır. Belki madde de gidip onlara dayanmakta ve ruhun ölçülerine göre bir biçime girmektedir. İnsan vücudunda da bu ölçüyü temin eden yine ruhtur. Ne var ki, ruhçular bu meselenin sadece bir yönünü ele alıp ifade etmektedirler. Ruh, şuurlu bir kanun-i emrîdir ve insanın dublesi mahiyetindedir. İnsanın bu dublesi, aynen insana benzemektedir ve bir kalıp gibidir. Buna onun perispirisi de diyebiliriz. Her ne kadar onun kendine göre bir ağırlığı olsa da bu, kat’iyen gramlarla tartılamaz. İnsana benzeyen bir ikinci varlığı insan kendi mahiyeti içinde taşımaktadır. Bu, ayrıldıktan sonra vücutta denge bozulmakta, hücreler birbirine elveda deyip ayrılmakta ve bütün bunları bir tefessüh takip etmektedir. Ruhun cesede nezareti, bir kısım şehitlerde olduğu gibi devam ederse, cesedin çürümemesi ve dağılmaması da bahis mevzuu olabilir. Bunu değişik yerlerde misalleriyle arz etmiştim. Tahnit edilmeden (mumyalanmaya tâbi tutulmadan) gömülen nice şühedâ vardır ki, bunların cesetleri yüz sene sonra çıkarıldığında hiçbir arızaya maruz kalmadıkları görülmüş ve sapasağlam oldukları müşâhede edilmiştir. Bu da Allah’ın koruması ve himaye etmesiyle bir bakıma ruhun nezareti altında cesetlerinin devam ettiğine delâlet eder ki, madde bütünüyle ruha dayanmakta ve mevcudiyetini sürdürmektedir.
Asrımızda bu mevzua dair de pek çok eser yazılmış, antimadde etrafında, maddenin sıfıra incirar ettiği mevzuunda çok söz söylenmiştir. Hele şimdi hepten maddede sabit kanunlar olarak tanıdığımız şeylerin altının üstüne geldiğini görüyoruz ki, mekânları yutacak bir kısım obur şeylerden bahsedilmektedir.. ve bunlar, her şeyi alt üst etmektedir. Einstein da izafiye nazariyesini anlattığı kitabında telehhüf ve teessüfünü anlatmakta, bilemediğimiz kanun ve nizamla bir yerde yeni âlemlerin nesc edildiğinden bahsetmektedir ki bu da fiziğin kanunları ile izah edilemez. Zira orada, kitaplara koyduğumuz fiziğin sabit kanunları geçmemektedir. Yeni şeyler keşfetmek gerekmektedir.
“Gün doğmadan meşîme-i şeb’den neler doğar.” deyip her şeyin ilmini Allah’a havale ediyoruz.
[1] Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.
[2] ed-Deylemî, el-Müsned 1/13; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/289.
[3] Tirmizî, kader 17, tefsîru sûre (68) 1; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
[4] Bediüzzaman, Sözler s.795 (Lemeât).
- tarihinde hazırlandı.