Güzellikler Hakiki Sahibine Verilmeli
Ne var ki, bütün bu güzelliklerden duyup hissettiğimiz zevklerin, lezzetlerin, heyecanların, takdirlerin kesilmeden devam etmesi ve bu rûhânî hazların da yeniden elemlere dönüşmemesi, bizde bu hisleri uyaran unsurların hakîkî sahipleriyle irtibatlandırılmalarına bağlıdır. Yoksa, hiç beklenmedik bir anda her şey biter.. bütün dünyamız yıkılır gider.. güneş batar, ay gurup eder.. yıldızlar zulmetlerin bağrına dökülür ve her yanı karanlıklar basar; basar da, ruh içiçe kıyametler yaşamaya başlar. Böyle bir zevk ve lezzetin, böyle bir heyecan ve takdirin ise hasret ve hicrana yenik düşeceği açıktır. Hasret ve hicranla yıkılmış ruhların, güzeli güzel görmeleri ve ondan heyecan duymaları da imkânsızdır. Bütün güzelliklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalmaları, zevk ve lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin, nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr ellerin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki revnakın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar, tebeî bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler, kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna yükselirler. Evet, batıp giden şeyler, kalbin alâkasına değmedikleri gibi, sevilmezler de. Bir şairimiz, bu duyguyu, Kur'ânî ufukla irtibatlandırarak şöyle ifade eder:
Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl,
Ben muhibbi Lâ Yezâlim, "lâ ühıbbü'l-âfilîn".
(Güneş gibi güzel yüzler de sonunda batar gider; bu itibarla ben, fânî güzelleri değil, batmayan ebedî güzeli severim.)
Aynı mülâhazayı Mevlânâ, şu sözleriyle dile getirir:
"Allah'ım, Sen'i görüp, Sen'i tanıdıktan sonra, gözüm artık dünya güzellerini görmez oldu."
- tarihinde hazırlandı.