Gönül ve Gönülsüzlük
Gönül dünyâsında çölleşmiş insanların; duygu, düşünce, muhakeme ve ilim anlayışında da kuruyup gitmeleri mukadder ve kaçınılmazdır. Mantık, gönlün vesâyesine girip onun kapıkulu olduğu çağlarda, bütün buutlarıyla en ihtişamlı günlerini yaşamış ve sayılmayacak kadar ölümsüz eserler miras bırakmıştır. Bu dönemlerde ruh maddeye hâkim olmuş, onu özünde eritmiş.. dünyâ ukbâ ile içiçe girip onunla bütünleşmiş.. bayırlarımız, ötelerin panayır yerleri haline gelmiş.. veralara ait değerler buralarda fiyat ve pazar bulmuş; buralara ait nesneler de öbür âlemin mizân ve ölçülerinde takdirler üstü değerlere ulaşmıştı. Bu dönemlerde, şeker kamıştan ayrılmış, tomurcuk çiçeğe gebe kalmış.. toprak ötelerden gelen ışıklarla gül rengine boyanmış.. yeryüzünün lâlesi, zambağı, papatyası, menekşesi sînelerden kopup gelen meltemlerle raksetmeye başlamış ve her bucakta ukbâ derinliklerinin büyüleri duyulur olmuştu... Zihinlerin gevezeleştiği, muhâkemelerin cerbezeye yelken açtığı vicdanın dilinin koparılıp, ruhun çarmıha gerildiği.. daha doğrusu, gönüle ait nağmelerin duyulmaz olduğu günden beri, yeryüzü bir baştan bir başa mezaristana döndü; içinde oturup kalktığımız binalar birer tabut haline geldi.. hayat, önü - sonu mezar bu tabut içinde ümitsizce bir kısım canhıraşâne kıpırdanışlar, ruh da bu sis - duman içinde hasret ve sevdayı birarada yaşayan bir tali’siz oldu.
- tarihinde hazırlandı.