Havf ve Haşyet

Arapça'da, korkma, ürperme, irkilme mânâlarına gelen havf; ıstılâhî mânâsı itibarıyla; şer'an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnû bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına bir kelime. Havf sofîlerce; "recâ" duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için, mânevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de nâz u şatahata götürecek düşünceleri ta'dîl eden bir iksir kabul edilmiştir.

Havf, Kuşeyrî'ye göre; "Mânâ yolcusunun, Allah'ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, gönlün derinliklerinde bir korku duygusu." şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı tesiri üzerinde durulmuştur[1].

Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbâl ile alâkalıdır. Aslında Kur'ân-ı Kerîm de, pek çok âyât ü beyyinâtıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek, istikbâl buudlu bir dünya kurmayı hedefler. O'nun kurmak istediği dünyada, geleceği, iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir mânâ, bir düşünce, hattâ bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olmayı aşılar ve ayaklarını her zaman yere sağlam basmalarını hatırlatır:

وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللهِ‎ ‎مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ

"Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi."[2] ürperti hâsıl eden fermanı:

قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِاْلأَخْسَرِينَ أَعْمَالاً اَلَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا

"De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar."[3] gönülleri hoplatan beyânı gibi daha pek çok âyet vardır ki, bunlar insanın hayat dantelâsının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. -Bu iplerle hayatını kanaviçe gibi örene ne mutlu- Kur'ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi sürekli ukbâya çevirir.

Cenâb-ı Hak nurlu beyânında, bizi huzuruna celp ve maiyyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itapları, yavruyu onun şefkatli kucağına ittiği/çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur'ân-ı Kerîm'de havf ü haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici görülse de, diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.

Ayrıca, Cenâb-ı Hak'tan havf edip O'na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve rahmet cânibine yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arz eder. Cenâb-ı Hak, nur-efşân ve ümitbahş beyânında yer yer:

فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

"Eğer gerçek mü'minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!"[4] buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini:

يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا

"Sadece ve sadece Benden korkun."[5] diyerek de, hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve:يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ"Her an üzerlerinde nigehbân bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler."[6] ve:

يَدْعُونَ‎ ‎رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا

"Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua ederler..."[7] gibi pür-envâr beyânlarıyla havfla mâmur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder; eder, zîra hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlardır ki, rızâ semasının üveykleri sayılırlar. Lücce sahibinin havfla alâkalı şu tesbiti ne hoştur:

بَاش دَر دِين ثَابِت اَرْتَرسِي زِقَهرِ حَق كِه پَا
كَرده مُحكَم دَر زَمين عَرعَرنِيم صَرصَراست

"Eğer Cenâb-ı Hakk'ın kahrından korkuyorsan dinde sabit kadem ol; zîra ağaç, şiddetli rüzgârlara karşı ancak kökleriyle yere muhkem tutunur."

Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki:وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ "Eğer gerçek mü'minler iseniz Benden korkun."[8] meâlindeki âyet buna işaret etmektedir.

Bunun bir üstü, ilim buudlu havftır ki:

مِنْ إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ

"Allah'tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar."[9] âyeti de bu mertebeyi ihtar eder.

Daha üst bir mertebe ise, mârifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki:وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ"Allah size kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder."[10] beyân-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.

Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyade "firar" yörüngeli, haşyet ise "ilticâ" mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi yaşar; O'nunla oturur-kalkar, O'nu düşler ve O'nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O'na ilticâ etme vesileleri araştırır ve O'na sığınma fırsatları kollar.

Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler. Firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hasıl ettiği bu'diyet ölçüsünde, O'ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lâhzasında "hevâ"yı "hüdâ"ya çevirebilmiş haşyet sâlikleri ise, her an ayrı bir ilticâ yol ayrımında ayrı bir "kurb" kevseri içer ve "Daha yok mu?" diyerek coşarlar.

Haşyet, kâmil mânâda bir enbiyâ hususiyetidir; nebiler; sürekli içinde, âdetâ İsrafil'in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk'ın azamet ü celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrâk ufuklarında her zaman:

فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا

"Cenâb-ı Hak azametle dağa tecelli edince, dağ şak şak oldu, parçalandı ve Mûsâ kendinden geçip bayıldı."[11] gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü'l-Mukarrabîn ve Seyyidü'l-Hâşiyîn de: "Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; âh bir bilseniz, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah'a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah'a yalvarırdınız."[12] buyurur. Bu hadiste hem Peygamberin ilticâ buudlu haşyeti -ki, kendi, bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı değil O'na sığınmayı seçmiştir- hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır... Ebû Zerr (r.a) hadisteki: "Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım."[13] ilâvesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercüman olmuştur.

Haşyet ve mehâbete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehâbet bendesi bir ismet kahramanı: نِعْمَ الْعَبْدُ صُهَيْبٌ لَوْ لَمْ يَخَفِ اللهَ لَمْ يَعْصِهِ"Suheyb ne yüksek bir karakterdir; -muhalfarz- Allah'tan korkmasa da günah işlemez."[14]

Havf erbâbı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa, hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla "bu'd" ateşlerini söndürür ve bu'dlar bu'du cehennem üzerine yürür. Zira:

اَ يَلِجُ النَّارَ رَجُلٌ بَكَى مِنْ خَشْيَةِ اللهِ حَتَّى يَعُودَ اللَّبَنُ فِي الضَّرْعِ

"Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi cehenneme girmesi mümkün değildir."[15] fehvâsınca, cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının "hüdâî" olmayıp da "hevâî" olabileceklerinden, yapmadıklarının da bütün bütün şeytânî olmasından irkilir, devamlı hüzünle yutkunur ve en isabetli karar diyerek doğrulur, O'na ilticâ eder. Bunlardan birinci şıktakilere:وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ"Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler."[16] meâlindeki âyet münasebetiyle, Âişe validemiz'den nakledilen şu vak'ayı misâl olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: "Bu âyet nâzil olunca 'âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?' diye Rasûlullah'a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyidü'l-ma'sûmîn: 'Hayır yâ Âişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir.' buyurdular."[17] Bu birinci kategoride zikredilenlere "düz mü'minler" diyeceksek, ikincilerine "derin mü'minler" veya "kâmil insanlar" demek uygun olur zannediyorum.

Ebû Süleyman ed-Dârânî: "Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur."[18] der. Onunla aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise, havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısraıyla âdetâ hulâsa eder:

Bin havf ile çeşm-i cânı bâzet!

اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ وَوَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى َصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُرْتَضَى

Sızıntı, Mart 1993, Cilt 15, Sayı 170


[1] el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye s.214
[2] Zümer sûresi, 39/47
[3] Kehf sûresi, 18/103-104
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/175
[5] Bakara sûresi, 2/40. ( فَإياَّيَ فَارْهَبُونِ şeklinde: Nahl sûresi, 16/51)
[6] Nahl sûresi, 16/50
[7] Secde sûresi, 32/16
[8] Âl-i İmran sûresi, 3/175
[9] Fâtır sûresi, 35/28
[10] Âl-i İmran sûresi 3/28, 30
[11] A'râf sûresi, 7/143
[12] Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19
[13] Tirmizî, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173
[14] el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 2/428-429. Benzer ifade için bkz. ed-Deylemî, el-Müsned 1/234; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî 1/161
[15] Tirmizî, fezâilü'l-cihâd 8; Nesâî, cihâd 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/505
[16] Mü'minûn sûresi, 23/60
[17] Tirmizî, tefsîru sûre (23); İbn Mâce, zühd 20
[18] el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye s.218 

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.