Güzel Ahlâk Adına Bazı Ölçüler
Soru: Hadis-i şeriflerde bir taraftan mü’minin ayıplanmaması, hakir görülmemesi ve kusurlarının örtülmesi emredilirken diğer yandan da zulüm ve kötülüklere karşı sessiz ve tepkisiz kalınmaması emredilmektedir. Bu konuda mü’mince duruş nasıl olmalı ve denge nasıl sağlanmalıdır?
Cevap: Tirmizî’de geçen bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ “Kim bir kardeşini herhangi bir hata ve günahı yüzünden ayıplarsa, kendisi de o ayıbı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 53) şeklinde beyanlarıyla başkalarının ayıplanmasını ve kınanmasını yasaklamış ve böyle bir günah irtikâp edenleri nasıl bir akıbetin beklediğine dikkat çekmiştir.
Kimseyi Ayıplamama
Hadise göre -işlediği veya işlemediği- bir suçtan ötürü bir kardeşini ayıplayan kimsenin aynı günahı işlemedikçe ölmeyeceği ifade edilmiştir. Bazen böyle bir ayıplamanın -Allah muhafaza- eşi, kızı, oğlu veya daha başka bir yakınıyla alâkalı bir probleme sebebiyet vermesi de mümkündür. Yani Allah (celle celaluhû) bazen kendisiyle bazen de aile fertlerinden birisiyle, yapmış olduğu zulmün cezasını ona çektirir. Çoğu zaman insan, kendisinin maruz kaldığı bir kısım problemlerden sıyrılmanın bir yolunu bulabilir de en yakınında bulunan insanların maruz kalacağı problemler onun belini bükebilir.
Bilemiyoruz, belki de böyle bir misilleme onun adına bir vech-i rahmettir. Zira bu, onun günahına kefaret olabilir. Dünyada yaşadığı böyle bir sıkıntı ve mahcubiyet onu, ahiretteki cezadan kurtarabilir. Yani kişi cezanın daha hafifine katlanmakla daha ağırından sıyrılmış olur. Bazen de işlenen günah o kadar büyük olur ki dünyevî sıkıntılar onu temizlemeye yetmez. Mesela dünya kadar hukuka tecavüz etmiş, ağır kul hakkı ihlâlleri yapmış, insanların can ve mal güvenliğini tehdit etmiş, onların ırz ve namuslarıyla oynamış, küfür, şirk ve nifak kirlerine bulaşmış bir insanın işlediği bütün bu ağır cürümlerin karşılığı ancak ahirette görülecektir.
Hikmetini bilemeyiz, Allah bazılarına burada, bazılarına da ötede çektirir. Eğer ne bu dünyada ne de ahirette böyle bir mahcubiyet yaşamak istemiyorsak, başta mü’minler olmak üzere bütün insanlar hakkında dilimize hâkim olmalı, hatta onlar hakkındaki düşüncelerimizi gözden geçirmeliyiz.
Nitekim Efendimiz, “Kim bana çeneleri ile bacakları arası hususunda garanti verirse (dil ve namusunu haramlardan muhafaza ederse), ben de ona Cennet hususunda garanti veririm.” (Buhari, rikak 23) buyurmuştur. Bu açıdan dil, çok önemlidir. Başta ona kilit vurmak kolaydır. Fakat konuştuktan sonra kırılıp dökülenleri tamir etmek çok zordur. En basitinden mesela bir insan, hata ve günahından ötürü bir başkasını ayıpladığında gidip ondan helallik istemesi gerekir. Aksi takdirde ahirete kul hakkıyla gitmiş olur. Fakat bunun hiç de kolay bir iş olmadığı malumdur. İnsan, böyle altından kalkılmaz bir meselenin ağırlığı altında ezileceğine en başta ağzına fermuar vurmasını bilmelidir.
Vakayı rapor etmemiz gereken yerlerde bile çok dikkatli olmalıyız. Çerçeveyi aşmamalı, sınırları ihlal etmemeliyiz. Garazsız, ivazsız olmalıyız. Herhangi bir meseleyi müzakereye açarken öyle temkinli konuşmalıyız ki hiç kimse bizim sözlerimizden zarar görmemeli, incinmemeli. Yoksa “Falan şöyle yaptı, filan böyle yaptı. Bu yüzden başımıza şunlar geldi.” diyerek söze başlar ve sürekli atf-ı cürümlerle, suizanlarla müzakereyi sürdürürsek çok can yakar, kul hakkına girer ve öteye de altından kalkılmaz günahlarla gideriz.
Öte yandan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadislerinde, işlemiş olduğu günahtan dolayı bir kardeşini ayıplayan kimsenin aynı ayıbı işlemekle cezalandırılacağını ifade buyurmuştur. O halde, insanları yapmadıkları hata ve günahlardan ötürü ayıplayan insanların durumu nasıl olur acaba? Hiç şüphesiz, masum insanları yalan ve iftiralarla karalama, komplo ve tuzaklarla onları suçlu gibi gösterme gibi fiiller Allah katında çok daha büyük birer günahtır. Hele söz konusu olan, bir şahıstan ziyade büyük bir grup ise; atılan çamur ve ziftlerle büyük bir cephe karalanmaya çalışılıyor ve itibarlarıyla oynanıyorsa, bu günahı işleyenlerin kolay kolay iflah olmaları mümkün değildir. Söz konusu grubun her bir ferdi hakkını helâl etmedikçe bunu yapanların günahlarından arınmalarının imkânı yoktur. Dolayısıyla küfre ve nifaka ait bu tür ayak oyunlarını hakiki bir mü’minin yapacağına ihtimal verilemez.
Evet, mü’min, kendi itibar ve şerefini koruma noktasında ne kadar hassas ise, başkaları hakkında da aynı hassasiyeti göstermek zorundadır. O, ne eliyle ne de diliyle hiç kimseye zarar vermemeli, hatta zihnini bile kirli düşüncelerden temizleyerek insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmayı fıtratı hâline getirmelidir. Esasen mü’min, kelime manası itibarıyla da herkesin kendisinden emin olduğu güvenilir insan demektir. Hakiki bir mü’min, çevresine öyle bir güven telkin eder ki hiç kimse ondan zarar göreceği endişesine kapılmaz; onun karşısında muhakkak veya mevhum bir panikleme yaşamaz; ona sırtını döndüğü zaman hançerlenmekten korkmaz. Hatta kötülük yapsa bile aynı kötülüğü ondan görmeyeceğini bilir. Zira mü’minin asla aşamayacağı belirli sınırları ve kesinlikle ihlâl edemeyeceği temel ilkeleri vardır.
Bazı tavır ve davranışların karakter hâline gelmesi çok önemlidir. Herkesin, insanlığından gelen kendine göre bir karakteri vardır. Fakat bunun yanında bir de sonradan kazanılan İslâmî karakter söz konusudur. İşte İslâmî karakterin temsilcisi olan bir Müslüman, güzel ahlâkın gerektirdiği bir kısım davranışları hiç zorlanmadan yerine getirebilir. Eğer bir insan İslâmî potada yoğrulmuş ve İslâmî ahlâkla ahlâklanmışsa o, saldırgan ve mütecavizlerin düşmanca tavırları karşısında bile karakterinden taviz vermez, onlara aynıyla mukabelede bulunmaz. Basit insanların seviyesine -daha doğrusu seviyesizliğine- inmeye tenezzül etmez.
Fakat güzel ahlâkı tabiatımız hâline getirememişsek işte o zaman bazı konularda biraz zorlanır, her zaman aynı kararlılığı gösteremeyiz. Herkese karşı civanmertçe davransak bile azıcık damarımıza basıldığında feveran edebiliriz. Vereceğimiz tepkilerde, insanlarla muamelelerimizde yer yer acemilik eder, yapacağımız işleri elimize ayağımıza bulaştırırız. Bu açıdan, başta kendimizi biraz zorlayarak, sürekli pratik yaparak İslâm ahlâkının huy hâline getirilmesi çok önemlidir.
Tecessüste Bulunmamak
Evet, yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kısım hata ve günahlarından ötürü mü’minlerin ayıplanmasını yasaklamıştır. Hemen ifade etmek gerekir ki İslâm’da kötülükleri araştırma, başkalarının günahlarına muttali olmaya çalışma gibi bir mükellefiyet yoktur. Bilakis Kur’ân, وَلَا تَجَسَّسُوا “Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.” (Hucurât Sûresi, 49/12) âyetiyle bunu kati olarak haram kılmıştır.
Bir kötülük avcısı gibi sürekli insanların ayıp ve kusurlarıyla meşgul olan ve bu konuda tahkikat yapan insanlar bir süre sonra tabiat kirlenmesine, fıtrat deformasyonuna maruz kalacaklardır. Bir kere de tabiat kirlendikten sonra artık ayıplanan ve dil uzatılan insanlar sadece günahkâr ve zalimlerle sınırlı kalmayacak, tertemiz insanlar da karalanmaya başlanacaktır. Bunun aksi olarak eğer bir insan günahlarla kirlenmiş insanlara dahi kir püskürtmemeyi tabiatı haline getirir ve kendisini buna göre programlarsa, el âlemin etrafa zift akıttığı durumlarda bile o, sürekli çevresine nurlar saçacak ve etrafını aydınlatacaktır.
Daha önce defalarca zikrettim, İmam Hadimî, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazdığı Berika isimli şerhinde mealen şunları söyler: “Bir mü’mini çok fena bir halde dahi görsen hemen onun hakkında hüküm verme. Gözlerini sil, “Acaba doğru mu görüyorum? Bu insan böyle bir günah işlemez.” de, dön bir kere daha bak. Yanlış bir hükme varmamak için doğru görüp görmediğini kontrol et. Yanılabileceğini düşünerek dön tekrar kontrol et. On kez bunu yaptıktan sonra gördüğün şeyin doğru olduğuna kanaat getirirsen, “Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir günaha düşmekten koru!” diyerek oradan uzaklaş.” diyor.
İmam Hadimî, bu sözleriyle önemli bir hakikati hatırlatmak istese de kanaatimce böyle bir günahla yüz yüze gelen kimsenin yapması gereken en doğru davranış, “Belki yanlış görmüşümdür.” diyerek hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşması ve gördüğünü de hiçbir yerde zikretmemesidir. Çünkü Allah, bizi başkalarının günahlarını araştırmak için savcı tayin etmemiştir.
Allah’ın isimlerinden birisinin Settâr “ayıp ve günahları örten” olduğu unutulmamalıdır. Müslümana düşen de bu ahlâkla ahlaklanmaktır. Nitekim bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati şu sözleriyle dile getirmiştir: مَنْ سَتَرَ عَلَى مُسْلِمٍ سَتَرَ اللَّهُ عَلَيْهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ “Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter.” (Müslim, zikr 38) Ahirette bizi mahcup edecek çok şey karşımıza çıkabilir. Eğer biz, bu dünyada bu ilâhî ahlâk ile ahlâklanmazsak öbür tarafta rezil rüsvay olabiliriz. Yani bu dünyada başkalarına çektirdiğimiz rezil ve rüsvaylık öbür tarafta gelir başımıza dolanır. İyisi mi başkalarının kusurlarını, ayıplarını araştırmaktan vazgeçelim, bunlara muttali olduğumuzda da başkalarına ifşa etmeyelim.
Hiç Kimseyi Hakir Görmeme, İncitmeme
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: بِحَسْبِ امْرئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ “Bir kimsenin, Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi (onun onuruyla, şerefiyle oynaması) kötülük olarak ona yeter (yani böyle bir şer, öbür tarafta onun başına dolanır ve onu mahveder).” (Müslim, birr 32) Allah’a iman eden bir kimse hafife alınamaz. Müslüman olmasa bile Hz. Ali’nin yaklaşımıyla bütün insanlar, insan olmaları açısından bizimle eşit olduklarına göre hiç kimseyi hakir göremeyiz. Bazı insanlarda küfür, nifak, dalalet gibi bir kısım tasvip etmediğimiz kötü sıfatlar bulunabilir. Bu durumda söz konusu şahısları hedef alarak onlara hücumda bulunmak mü’mine yakışmaz. Bilakis yapılması gereken, bu kişileri, beğenmediğimiz o kötü sıfatlardan kurtarma istikametinde gayret sarf etmektir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu, hayat-ı seniyyeleri boyunca hiçbir şahsı tahkir etmemiş, hafife almamıştır.
Aynı şekilde mü’min, sürçen veya düşen bir insan için, “Bir tekme de ben vurayım.” diyemez. Onun hakkında tan u teşnide bulunamaz. Katiyen onun ayıplarını şiirleştiremez, destanlaştıramaz. Bunları başkalarının yanında konuşmak suretiyle söz konusu şahsı utandıramaz. Hele yapılan hata ve yanlışları büyüterek ve abartarak sağda solda ifşa etmek kesinlikle mü’mince bir tavır değildir. Mü’mine düşen, bütün insanların haysiyet, şeref ve onurlarını kendi şerefi gibi aziz bilip korumaktır. Başkalarının hata ve günahları karşısında ona düşen vazife, bu tür insanların hâlinden ibret almak, elinden geliyorsa onlara yardımcı olmak ve kendisini de aynı duruma düşürmemesi için Allah’a dua dua yalvarmaktır.
Özellikle sosyal hayattaki itibar ve konumları yüksek olan insanların yapmış oldukları hata ve yanlışların sağda solda konuşulması, ortalığa saçılması onlar adına çok daha incitici olur. Zira ailelerinin, çevrelerinin ve toplumun, değişik zirveleri ihraz etmiş bu tür kişilere bakışı farklıdır. Onlar takdir edilmeye, alkışlanmaya alışmışlardır. Hep el üstünde tutulmuş ve saygı görmüşlerdir. İnsanlar nazarındaki konum ve durumlarını görmezden gelerek onları sıradanlığa mahkûm etmek yakışıksız düşer. Üzerimize lazım değilse onların aleyhinde cereyan eden hâdiselere hiç bulaşmamalı, eğer meselenin bizi ilgilendiren bir yönü varsa da yumuşaklıktan ayrılmamalı, can yakmamaya dikkat etmeliyiz. Mü’min ahlâkı bunu gerektirir.
Başkalarının bizi utandırması ve incitmesi de bu konuda bizim için mazeret olamaz. Bize hor baksalar da biz kimseye hor bakamayız. Bizi utandırsalar da biz utandıramayız. Bizi incitseler de incitemeyiz. Zira bizim telakkimizde insanları incitme, kırma bir kaymadır. Başkalarının sizi incitmesi onlar hesabına bir kaymadır. Eğer onlara aynıyla mukabelede bulunacak olursanız bir kayma da siz yaşamış olursunuz. Şayet siz, sövmenin, incitmenin, kaba tavır ve davranışların ayıp olduğunu düşünüyorsanız, aynı ayıbı siz de irtikâp etmemelisiniz. Ayrıca başkalarının haksız yere vurmasına, ayıplamasına, karalamasına sabretmenin, günahlarınız için kefaret olacağını da unutmamalısınız.
İbrahim Hakkı Hazretleri ne hoş söyler:
Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma
Sen nefsine yan çıkma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Alvar İmamı da aynı hakikati şu dörtlüğüyle dile getirir:
Âşık der inci tenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden.
Bildiğiniz üzere bugüne kadar düşmanlığa kilitlenmiş bir kısım çevreler kaç defa hakkımızda veryansın ettiler, üzerimize saldırdılar. Bazen bütün bütün köprüleri yıkıp yolları da yürünmez hâle getirdiler. Aradaki bütün irtibat vasıtalarını kopardılar. Yalanlarıyla, iftiralarıyla, karalamalarıyla çok ciddi tahribatlarda bulundular. Fırsat bulduklarında her türlü zulüm ve haksızlığı reva gördüler. Hususiyle son dönemde tamamıyla ezme ve yok etmeye yönelik çok ağır zulümler irtikap edildi. Soykırıma varan kötülükler yapıldı. Bütün bunlara rağmen biz hiçbir zaman aynısıyla mukabelede bulunmayı aklımızdan geçirmediğimiz gibi hiç kimsenin ayıplarıyla meşgul olmayı da düşünmedik.
Hataları Giderme Yolu
Buraya kadar insanları ayıplamama, hor görmeme ve kusurları affetme üzerinde durmaya çalıştık. Bütün bunlardan hata ve yanlışlar karşısında sessiz kalınması ve hiçbir şekilde bunlara müdahale edilmemesi gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim çok sayıda âyet-i kerimesiyle mü’minlere emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini önemli bir mükellefiyet olarak yüklemiştir. Hatta كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/110) âyet-i kerimesine bakılacak olursa en hayırlı ümmet olabilmenin buna bağlandığı görülecektir. Peygamber Efendimiz de yapılabildiği takdirde kötülüklerin elle izale edilmesini, buna güç yetirilemediği durumlarda dil ile ikaz edilmesini, olmadı en azından kalben tavır alınmasını emretmiştir. (Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11)
Kötülükten insanları alıkoymaya çalışma ve onlara iyiliği emretme mü’minin temel vasıflarından biridir. Fakat burada takip edilmesi gereken usul, üslûp ve sistem çok önemlidir. Böyle bir faaliyet, insanları mahcup ederek, onların yüzünü yere baktırarak yapılamaz. Hele yalan, iftira ve karalama gibi İslâm’ın merdut saydığı bir kısım fiillerin de işin içine girdiği bir yerde problemlerin önlenmesi bir tarafa, onlar daha da büyütülmüş olacaktır. Burada asıl olan, iyi olduğu ifade edilen fiillerin güzelliğinin, kötü olduğu ifade edilen fiillerin ise kötülüğünün gönüllerde makes bulmasını sağlamaktır. Yani insanları söz konusu fiillerin iyiliği veya kötülüğü konusunda ikna ederek onların kendilerini buna göre yeniden ayarlamasını sağlamaktır. Yoksa muhatabın durumunu dikkate almadan, doğru üslûbu belirleyemeden, hangi yöntemin takip edilmesi gerektiğini düşünmeden “Ben söylerim, anlatırım, gerisine karışmam.” şeklindeki bir yaklaşımın emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerle bir alakası yoktur.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakacak olursak, ifade edilen hususların pek çok örneğiyle karşılaşırız. Mesela O, ahirete bırakmadan dünyada temizleme düşüncesiyle gelip günahını itiraf eden Mâiz’e, “Git tevbe et. Çünkü Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” demiştir. Dört defa geri çevirmesine rağmen Mâiz cezanın tatbikinde ısrar edince Allah Resûlü cezayı uygulamak zorunda kalmış fakat, “Mâiz için istiğfar edin, öyle bir tevbe etti ki tevbesi eğer yeryüzüne dağılsaydı herkese yeterdi.” (Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25) şeklindeki sözleriyle halkın onun hakkında suizanna girmesinin önünü almıştır. Onun bir günâhkar olarak değil, günahından arınmış ve tertemiz hâlde nezd-i ulûhiyete yürümüş bir insan olarak anılmasını istemiştir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca ne kimseyi ayıplamış ne de kimsenin kusurunu yüzüne vurmuştur. O’nun hayatında, insanların kusurlarını ifşa etme, düşen insanlara tekme vurma, kötülüklere kötülükle karşılık verme gibi davranışların hiçbirisine rastlamak mümkün değildir. Bilâkis O, mü’minleri, tecessüste bulunmaktan (insanların gizli hâllerini araştırmaktan) men etmiş, her fırsatta hataların örtülmesini tavsiye etmiş ve hayatı boyunca hep af ve hoşgörü soluklamıştır. Mekke’nin fethini müteakip, yıllarca kendisine her türlü eza ve cefayı reva görmüş müşriklere karşı söylediği şu sözler başka söze ihtiyaç bırakmamaktadır: “Bugün size kınama yoktur. Gidin hepiniz serbestsiniz.” Esasen gönülleri fetheden ve insanların gruplar halinde İslâm’a dehalet etmelerini sağlayan en önemli faktörlerden birisi de O’nun bu yumuşaklığı ve affediciliğidir.
Öte yandan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabeden herhangi bir kimsenin bir kusuru olduğunda, bunu onun yüzüne vurmamış; umuma konuşmak suretiyle söz konusu şahsın da kendi hissesine düşen dersi almasını sağlamıştır. Hatta çok ciddi karşı koymaların, isyan ahlâkına girmelerin söz konusu olduğu yerlerde dahi bu hataları yapan kimselere bir şey demeden ashabını toplayıp umuma konuşma yapmıştır. Böylece hiç kimse rencide olmadan, yaralanmadan, küskünlüğe girmeden, hiç kimsenin onuru kırılmadan ve işin içine kinler, öfkeler karıştırılmadan problemler halledilmiştir.
Bu itibarla özellikle önde olan ve belirli sorumluluklar üstlenen kişilerin, beraber olduğu insanları tanıması, onların hatalarına karşı duyarsız kalmaması çok önemlidir. Okuldaki bir öğretmenin, kendi sınıfındaki öğrencilerin genel durumlarını bilmesi ve onları çok iyi tanıması gerekir. Bu, vazife ve sorumluluğun önemli bir yanıdır. Onun diğer yanı ise herkese insanca davranma, hiç kimseyi rencide etmeme ve kötülükleri en uygun şekilde savmaya çalışmadır. Yani bir Müslüman kötülükleri savarken de kendi karakterine uygun hareket etmeli, Peygamber yoluna bağlı kalmalıdır.
Hiç kimseyi rencide etmeme ve problemi daha da büyütmeme adına her şahsın hususî durumuna göre bir üslup belirlenmeli ve her olay ayrıca nazar-ı itibara alınmalıdır. Karşılaşılan problemlere hemen tepki vermek ve onları sağda solda konuşmak yerine mutlaka konu üzerine kafa yorulmalı ve en uygun çözüm şekli bulunmaya çalışılmalıdır. Eğer meseleleri kaba ve dikkatsizce bir üslupla ele alır, hem nalına hem mıhına vurursanız, insanları kırıp kendinizden uzaklaştırırsınız. Unutulmamalıdır ki nasihat ve irşat mesleği, uzmanlık ister, hassasiyet gerektirir. Bu yönüyle ona bir elit ve entelektüel işi olarak bakabiliriz.
Şu da bilinmelidir ki problemler her zaman konuşarak çözülemeyebilir. Bazı problemlerin konuşulması, krizi daha da büyütebilir. Bir mü’minin konuşması hikmet, sükûtu da tefekkür olmalıdır. Konuştuğumuz sözler hikmet olacaksa konuşmalıyız. Olmayacaksa susmalı ve uygun zamanı beklemeliyiz. Bazı haller vardır ki oralarda insanın durup düşünmesi gerekir. Zira hikmet, tefekkürün bağrında gelişir. Konuşmamızda hikmet varsa konuşuruz. Yoksa herkesin, aklına estiği gibi ulu orta bir şeyler söylemesi sadece gürültü doğurur. İnsan, yerine göre konuşmasını bildiği gibi, sabretmesini ve beklemesini de bilmelidir.
Muhasebe
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ، وَخَيْرُ الخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Her insan hata eder. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, kıyâme 49; İbn Mâce, zühd 30) şeklindeki sözleriyle âdemoğlunun hata ve günah işlemeye açık yaratıldığına işaret etmiştir. Demek ki insan tabiatının hataya açık bir yanı vardır. Kimisi iradesinin hakkını vererek bu açıklığı daraltır veya tamamen yok eder; kimisi de bu konuda yeterli ölçüde başarılı olamaz. Önemli olan, insanın sürçüp düştükten sonra hemen doğrulup yönelmesi gerekli olan kapıya yönelmesi ve arınma kurnalarının altına girip arınmasıdır.
Evet, herkes düşebilir. Fakat düşen bir insanın hemen üzerine yürümek, sağda solda onun aleyhine konuşmak ve onu mahcup etmek ne ilâhî ahlâka uygundur ne de Efendimiz’in yoluna. Bize düşen, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla meşgul olmak yerine dönüp kendi kusurlarımıza bakmak ve onların ıslahıyla meşgul olmaktır. Çünkü kendi kusurlarını görmeyen/göremeyen, ömür boyu hep başkalarında kusur arar durur. Fakat bütün hesaplarını kendi kusurlarına bağlayan bir insan zannediyorum başkalarının kusurlarını görmez.
Birine taş atmadan evvel dönüp kendimize bakmalıyız. Eğer benzer kusurları biz de yapıyorsak bu taşın dönüp gelip kendi kafamıza vurmasından korkmalıyız. Seyyidina Hz. Mesih’in, suçlu birisi cezalandırılacağı zaman taşlar ellerinde bekleyen insanlara şöyle dediği nakledilir: “İlk taşı hiç günahı olmayan atsın.” Tabi herkes yavaşça ellerindeki taşları yere bırakıverir.
Son olarak şu hususu hatırlatmakta da fayda var. Günümüzde bu tür konulara hiç dikkat edilmemesi ve başkalarının ayıp ve günahlarının herkes tarafından uluorta konuşuluyor olması bizim için bir mazeret teşkil etmez. Hatta bütün dünya böyle bir günah yoluna girse bile bu bizim onlara iştirak etmemizi mazur göstermez. Bir Türk atasözünde ifade edildiği gibi her koyunu kendi bacağından asarlar. Ahirette mazeret olarak ileri sürülecek, “Herkes konuşuyordu ben de onlara uydum.” türünden sözlerin hiçbir geçerliliği yoktur. وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır Sûresi, 35/18) âyet-i kerimesinin ifade ettiği üzere orada herkes kendi günahının ağırlığıyla baş başa kalır. Hatta eğer bir kimse başkaları hakkındaki söz veya yazılarıyla fitne-fesada sebep olmuşsa, kendi günahının yanında sebep olduğu günahların da vebalini çeker.
Ahirette bu ağır yüklerin altında ezilmektense, bu dünyada imkân varken dilimize sahip olup bu kabil tamiri çok zor problemlere en başta sebebiyet vermemek en akıllıca yoldur. Hatta dilden de öte insanın öncelikle mü’min kardeşleriyle ilgili duygu ve düşüncelerini kontrol etmesi ve temiz tutması gerekir. Zira dilden dökülenler düşüncelerdir. Eğer düşünceler kirli olursa, dilden de kirli şeyler dökülecektir. Başkalarının kusurlarına odaklanan ve zihninde sürekli bunları evirip çeviren bir insan, önce kelam-ı nefsiyle bunları dillendirecek, arkasından da saza söze dökecektir.
Sürekli başkalarının kusurlarıyla meşgul olan ve bunları konuşan bir insanın tecessüs, suizan, gıybet ve tahkir gibi günahlarının cezasını ahirette göreceği kesindir. Fakat böyle bir kişinin dünyada rahat etmesi de mümkün değildir. Zihninde sürekli başkalarının kusurlarını evirip çeviren, bunlara dair farklı farklı kurgular ortaya koyan bir kişi kendi eliyle dünya hayatını da Cehennem’e çevirecektir. Falanın filanın yapıp ettikleriyle nöronlarını kirleten, oturup kalkıp bu tür kirli şeyleri konuşan bir insan için bütün bunlar bir azaba dönüşecektir.
Kırık Testi, İstikamet Çizgisi
- tarihinde hazırlandı.