Ruh: Varlığı, Mahiyeti ve Hususî Delilleri
1. Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlıktır
Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlık olup, âlem-i maddîden değildir. Şimdi, bu iki âlemi bir parça izah etmeye çalışalım:
Âlem-i maddî veya âlem-i şehadet, gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Bazen "Mülk ve şehadet âlemi" de denir. Allah (celle celâluhu) bu âlemde öldürür, diriltir; yeni yeni vücutlar yaratır, ibda' ve inşâ eder. Yaratılan bu vücutlar, belli bir şekle bürünür, süslenip tezyin edilirler. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar, bu âlemi teşkil eden canlılardır. Zerreden küreye ve bütün gökyüzü sistemlerine kadar gözle görülüp, elle tutulan ve boşlukta bir yer işgal eden bütün maddî varlıklar, madde âlemi dediğimiz bu âleme dahildirler...
Âlem-i emir, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan, madde değil, mânâdır. Mânâyı kavrama ve yakalama mümkün olmadığı için biz, sadece bu âlemin mülk ve halk âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emiri anlamaya çalışırız. Konuyu akla yaklaştırmak bakımından müşahhaslaştırmak icap etmektedir:
Meselâ bir tohum veya çekirdeği ele alalım. Maddî âleme ait olan bu tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Zira her tohum ve çekirdekte, onun hayatının tespit edildiği merkezi ve canlandırma, nemalandırma ve gelişmeye tâbi tutma kanunu vardır. Tohumdaki bu hayat düğümü çatlar, açılır, rüşeym başını çıkarır; derken filiz haline gelir ve nihayet ağaç olup meyve verir. Bu, ondaki nümüvv kanunu sebebiyledir. Fakat bu kanun, gözle görülüp elle tutulmaz.. sesi de duyulmaz. Sadece biz, bu kanunun hükmettiği vücuda ait o maddî varlığı fizikî gelişmesi içinde safha safha takip ederiz. Yani âlem-i halk'a bakan yönünü görüp müşâhede eder, âlem-i emire ait yönünü ise görmeyiz, fakat kabul ederiz; çünkü, maddî sebeplerin böyle bir netice vermesi mümkün değildir. Yoksa, bir toprak zerresinin ve bir parça hava unsurunun, yeryüzündeki bütün bitki çeşitlerini bilip tanıması ve milyonlara bâliğ bu çeşitleri ayrı ayrı şekillendirecek makine ve tezgâhlara sahip olması gerekir ki, bu da, bitkiler adedince muhalleri kabul etmek demektir.
Ve yine ana rahmindeki sperm de, tıpkı toprağın bağrındaki tohum gibi yumurtada bulunan "nümüvv kanunu" ile gelişir.
Annenin döl yatağı her ay boşalır; bu bir kanundur. Sonra duvarları, muhtemel misafir sperm için vitamin depoları olarak hazırlanır ki, bu da bir kanundur. Anne rahmine doğru harekete geçen milyonlarca spermden sadece biri, yarışı kazanıp yumurtanın zarından içeri girer ve ardından hemen kapılar sürmelenir. İşte bir kanun daha! Sonra, Kur'ân'da ifade edildiği gibi, sperm, devreler hâlinde üç karanlık odada hücre, doku ve organ safhalarını geçirir[1] -bu da bir kanun- ve daha nice rahmet harikalarıyla beslenir. Bütün bunlara embriyolojik kanunlar diyoruz. Ceninin geçirdiği bu safhaları bugün cihazlarla tespit edip izleyebiliyor, fakat bu gelişmelere hükmeden kanunları göremiyoruz.
Aynı şekilde, itme-çekme ve yerçekimi gibi kanunların mevcudiyeti de herkesçe kabul edilen bir mesele olmakla birlikte, kendilerini görmemiz mümkün değildir. Bizim gördüğümüz, ancak bu kanunların madde âlemine akseden fonksiyonlarıdır.
Ruh da bir kanundur.. ve verdiğimiz misallerde açıklamaya çalıştığımız kanunlar cinsindendir. Şu kadar var ki, diğer kanunlarda şuur ve idrak bulunmamasına karşılık, insan ruhu, şuur ve idrak sahibidir.
Allah (celle celâluhu), ruhu "Kün" emrine ait âlemden göndermiştir. Kur'ân'da, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruh anlatılırken, "Ruh Rabbimin emrindendir, de."[2] ifadesi içinde "Rabbî" denilip, "Rabbülâlemîn" denilmemiş olması, onun halk âlemine ait olmayıp, emir âlemine ait olduğunun delillerindendir.
2. Ruh bütünüyle tarif edilemediği gibi, onu beşerî malumatla da anlamak mümkün değildir
Ruh, basittir, terkip edilmiş değildir. Madde, atomlardan, atomlar da çeşitli parçalardan meydana geldiği için dağılıp çözülmeleri mukadderdir. Ancak ruhta durum böyle değildir. Onun varlığı sabittir, iyonlaşmaz ve dağılmaz. Mahiyeti böyle olduğu için de biz, onu bir maddeyi gördüğümüz gibi göremez ve laboratuvara götürüp deney altına alamayız. Ancak, hariçte ve maddî âlemde müşâhede edip durduğumuz tezahürleriyle ruhun varlığını kabul ederiz; ederiz ama, yine de mahiyetini bilemeyiz... Zaten bir şeyin varlığını kabul etmekle, mahiyetini bilmek tamamen birbirinden farklı şeylerdir.
Bir şeyi görmek için göze ihtiyacımız vardır ama sadece maddesiyle gözün mevcudiyeti, görmemiz için kâfi ve yeterli değildir. Zira beyin, faaliyetini aralıksız ve arızasız devam ettirmedikçe göz, görme fonksiyonu eda edemez. Çünkü göz bir menfez, görme de beyne ait bir ameliyedir. Beyin için de durum bundan farklı değildir. O da, bünyesindeki bütün fakülteleri çalıştırabilmek için, merkezî bir sevk ü idare kuvvetine ve devamlı surette kumandayı elinde tutan bir kumandana muhtaçtır.
Evet beyin, hiçbir zaman kendini aşıp da, üstünde hükmünü sürdüren ruha, "Senin mahiyetini bilemiyorum, öyleyse sen yoksun." gibi bir hezeyanla karşılık verip küstahlaşamaz. Zira beynin kendi üstündeki mükemmel gücü kavrayabilmesi için, elindeki o geçmez akçeleri, kifayetsiz sermayeyi, kıt, yetersiz materyali ve madde ile sınırlı duyularını aşarak, bilkuvve kendinde mevcut olan bütün cihazlarını kullanması gerekecektir ki, ancak bu suretle, iç içe girift binlerce çember içinden ve gittikçe büyüyen daireler arasından geçip, ruh gibi sahilsiz bir denizin mahiyetini kavrama sınırına yanaşabilsin. Bu ise, halk âlemi dediğimiz şu madde âlemi itibarıyla mümkün değildir.
Ruh, mahiyeti anlaşılamadığından dolayı tarif de edilemez. Bu meselenin ifratı, ruhu inkâr, tefriti de, tıpkı bir madde gibi onu tarif etmeye kalkışmaktır.
Ruh tarif edilemez, çünkü onu tarif etmek isteyecek olan insan, çoğu zaman kendi dünyasına ait eşya ve hâdiseleri dahi tarif etmekten âcizdir. Söz gelimi, hayatında hiç bal yememiş bir insana, ne kadar usta bir edip de olsanız balı tarif edemez ve mücerret sözlerle ona balın verdiği hazzı veremezsiniz. Hayatında hiç gül veya karanfil koklamamış bir insana da bu iki çiçeğin kokusunu sırf tarifler çerçevesinde duyurmanız mümkün değildir.
Konuştuğunuz dili anlamayan bir insana bütün bir kitabı okusanız, o bundan bir tek harf dahi anlamayacaktır.
Bu durumda karşımıza çıkan hakikat şudur: Hakkında söylenenler ne olursa olsun, ruha sıhhatli bir tarif getirmek mümkün olmadığı gibi, beşerî malumatla onu anlamak da mümkün değildir.
3. Bizde maddemizin sustuğu anda konuşan cevher, ruhtur
Halk âleminde dahi konuşmaların farklı farklı olduğu hepimizin malumudur. Burada konuşmadan maksadımız, insan dilinde açan hitap çiçeği değil, konuşma dahil her türden anlaşma ve haberleşme çeşididir. Çünkü her türlü anlatma tarzı, bir çeşit konuşmadır.
Sadece bizim duyma sahamıza giren o kadar çok ses türü var ki.. evet, iki taşı birbirine vurduğumuzda çıkan sesle, iki ağaç parçasından veya iki demir çubuktan çıkan sesler birbirlerinden ne kadar da farklıdır! Yerin altından kaynayarak gelen suyun sesiyle, yatağında sessiz sessiz akan suyun sesi bile değişiktir. Fırtına ve kasırganın o korkutucu sesinin yanında bir saba rüzgârının, bir meltemin sesi ne kadar munis gelir insana. Gök gürültüsü de bir sestir, içe ürperti veren bir ses; yağmurun büyüleyici sesinde ise bir sekine gizlidir.
Ormanların sakinleri de kendilerine has sesler çıkarırlar. Kimi kulak tırmalayıcıdır, kimi huzur verici. Gök mavisinin çocukları kuşlar, onlar da ayrı ayrı sesler çıkarırlar. Bülbül şakır, karga ciyaklar.
Nasıl ki, şu madde âleminin kendine has ve çeşit çeşit konuşma şekli var.. ve böyle olması hikmet açısından bütün varlığın tekdüze bir ses çıkararak konuşmasından daha muvafıksa, Cenâb-ı Hakk'ın da her âlemle konuşması farklı farklıdır. Melekle ayrı, nebiyle ayrı, ilham yüklü veliyle daha bir ayrı konuşan Allah (celle celâluhu), insanlara kitabıyla hitap ederken, dağa, taşa ve semaya başka türlü hitap eder. Arı ve emsaline olan vahy u ilhamı ise bütün bütün başkadır.
Berzah âleminin kendine mahsus bir konuşma dili olduğu gibi, mahşerle Cennet ve Cehennem'deki konuşmaların da, yine o âleme göre olacağı anlaşılmaktadır.
Şimdi biraz da kendi âlemimize dönelim: İnsanların kendi aralarındaki konuşma ve anlaşma tarzları da çok çeşitlidir. Yeryüzünde binlerce farklı dil vardır. Hatta, harekete dökülerek ifade edilen his ve duygu dünyamızın mânâlarını jest ve mimiklerimizle çok farklı olarak ifadelendiririz. Her milletin veya aynı millet içindeki çeşitli kavim ve kabilelerin, sevinç ve sürur ifadelerini gösteren hareketlerinin bu kadar değişik olmasını başka neyle ifade edebiliriz! Zaten örf ve âdetlerin çeşitliliği de, bize bu mânâda bir fikir vermekte değil midir?
İnsan, kompüterler vasıtasıyla konuşurken de ayrı bir dil kullanır ve bu, onun normal konuştuğu dilden çok farklıdır. Belki o, ileride robotlarla daha farklı konuşacaktır. Ve hele, insanların telepati yoluyla konuşmaları, bize daha başka âlemlerde daha başka konuşma şekillerinin olduğunu göstermektedir. Ayrıca medyumların, hipnotizmacıların ve ruh çağıranların dilleri de başka başkadır.
Bir de, insanın dilini kullanmaksızın kendisiyle içten içe konuşması vardır. Buna "nefsî konuşma" denir. Aslında konuşma deyince ilk akla gelen lâfzî konuşmadır ki bu, irade ve beynin fonksiyonlarıyla, ses telleri, boğaz, dil... vs. yardımıyla dışarıya döktüğümüz mânâ alfabesi, kulakların duyduğu, muhatabımızın dinlediği, dilde açan bir hitap çiçeğidir ve ölüme kadar giden bir konuşma tarzıdır. Fakat, nefsî konuşmada dil ve dudaklar hareket etmez... Muhatabımız, kendimiz olabileceğimiz gibi, bir başkası da olabilir. Muhayyilemizin kanat çırpışları oranında tamamen başka dünyalarda, başka âlemlerde yaşar ve belki de bizim dünyamıza hiç uğramamış varlıklarla oturur sohbet ederiz, hem de birbirimizin dilinden anlamak suretiyle...
Rüyaların da kendine has bir dili vardır. Bedene ait uzuvların âdeta yarı ölü olduğu uykuda biz, ne hâdiseler yaşar, ne günler geçirir.. kimlerle ve neleri konuşuruz. Bazen kahkahalarımız dağları sarsar, bazen hıçkırıklarımız yürekleri dağlar... Biz bu hengâmeleri yaşayaduralım, başka bir buudun adamı olan ve o anda yanı başımızda oturan insanların bundan zerre kadar haberi bile olmaz. Ne kahkahalarımız onları kızdırmış, ne de hıçkırıklarımız yüreklerini sızlatmıştır!..
Evet, maddemizin sustuğu anda bizde konuşan bir cevher vardır ki, biz ona ruh diyoruz. Bir başkasının ona başka isim vermesi, işin mahiyetini değiştirmez. Ayrıca his, duygu ve latîfelerin de kendilerine has birer dilleri ve kendilerine mahsus birer konuşma şekilleri vardır.
4. Ruhun kendine has bir kılıfı, misalî bir bedeni vardır
Ruhun kendisine has bir kılıfı vardır. Biz, ona misalî beden diyorsak da, daha başka birçok isimle de anılmaktadır o. 'Gılâf-ı nurânî', 'latîfe-i seyyale', 'esîrî beden', 'enerji beden,' 'ikinci beden', 'perispiri', 'duble', 'fantom', 'astral vücud' ... vs.
Her şey çift yaratıldığına göre, fizikî bedenimizin de bir ikizi olması gerekir ki, işte bu, misalî bedendir. Latîf ve akıcı olan bu beden, aynı zamanda ruha kılıflık ve elbiselik vazifesi görür; vefattan sonra da ruhu çıplak bırakmaz ve bedeni terk etmekle beraber, ruhla arkadaşlığını devam ettirir. Ruh maddî kılıfı atar ama, misalî bedeni çıkarıp atmaz.
İslâmî kaynaklarda bahsedildiği ve medyumlar tarafından da tasdik olunduğu üzere, bazı uzuvları kesilmiş insanlarda kesilen uzvun ruhun misalî bedenine ait varlığı hissedilmektedir.
"Rusya'da Tanrıya Dönüş" adlı kitapta bu meselelerle alâkalı uzun açıklamalar vardır. Meselâ bir grup doktor, aynen şöyle diyor: "Bütün canlıların atom ve moleküllerden yapılmış fizikî bedenlerinin yanı sıra, bir de bunun kopyası enerji bedenleri vardır..."
5. Kirliyan metodu ile ruhun misalî bedeninin fotoğraflarının çekildiği de söylenmektedir
Kirliyan fotoğrafçılığı, yüksek frekansta çekilen resimlerle misalî bedenleri tespit etmektedir. Kolları kesik birinin kirliyan fotoğrafçılığı ile çekilmiş resminde görülen kolları, ruhun üzerine giydirilmiş olan misalî bedenin görüntüsü olsa gerektir. Kazakistan'da, Alma Ata Kirov Üniversitesinde yüksek frekans deşarjı altında bir organizmanın yaşayan hareketli dublesi görülmüştür.
1968'lerde "Kirliyan Metodunun Biyolojik Esasları" ismiyle bir kitap yayınlandı. Fotoğraflarda, kesilmiş uzuvların yerlerinde ikinci beden (biyoplazmik beden) görülüyordu.
Amerikalı Doktor Watters da, inbisat odasında su buharının iyonlar üzerinde birikmesinden hareketle ikinci bedeni tespit etti. Elli kadar çekirgeyi eterli pamuklara sarıp, öleceklerini tahmin ettiği andan itibaren odaya su buharı salarak fotoğraflarını çekti. Ve neticede öldükleri anlaşılan on üç çekirgenin hayallerinin plâkalarda fotoğrafla tespit edildiği görüldü...
6. Misalî beden, cesetten ayrılıp seyahat edebilir ve aynı anda birkaç değişik yerde temessül edip görünebilir mi?
Fransızca Le Monde la Vie adlı derginin Mart 1963 sayısında, -eğer Hıristiyanlık propagandası maksadı taşımıyorsa- bir rahibin başından geçen şöyle bir hâdise anlatılmaktadır: Bu rahip, bir grup çocukla gezmek için İsviçre dağlarına gittiğinde yolda uyur. Kendine geldiğinde, şuurlu bir şekilde vücudundan uzaklaştığını ve kollarını oynatamadığını fark eder. Kısa zamanda duruma alışınca dağların üzerinden uçmaya başlar. Çocuklar aklına gelince, yanlarına gitmek ister ve gider; sonra eşini hatırlar ve kendini şehirde eşinin yanında bulur. Kendisi hareketlerini bizzat izlerken, onu kimse görmez. Ardından ani bir rahatsızlık hisseder ve kendisini vücudunun içinde bulur; artık geri dönmüştür. Sonra, gördüklerini bir bir anlatınca herkes hayrete düşer. Bu olay, İngiltere'de araştırılıp, doğruluğu kabul ve teslim edilmiştir.
Yine, Sovyetler Birliği'nde beden dışı seyahat yapabilen yogiler üzerinde çalışılmaktadır. İnsanlar kriz, koma veya trans hâlinde ve anestezik tesir altında enerji bedenlerini kendiliklerinden dışarı atabilmektedirler.
Esasen temessül, herhangi bir keyfiyette görünme demektir. Melekler de, cinler de temessül edebilir. Rüyalarda hakikatler, kabirde amellerimiz temessül eder. Ruh da, kılıfı olan misalî bedeniyle temessül edince, onun da aynen kendisine benzediğini görürüz. Bundan dolayıdır ki, rüyalarda tanıdığımız kişiler ruhlarıyla temessül ettiği ve görünen de ruh olduğu için, onları sanki maddî şekilleriyle görür ve bilir gibi oluruz.
Ruh, kendi zatında maddî kılıfı olan ceset gibidir. Mânevî kılıfı da, âdeta misalî bedendir. Ehlullah temessül ettiği zaman, bu ikinci bedeniyle aynı anda beş on yerde görülebilir. Meselâ onları hapishanedeyken, sabah namazında camide ve aynı zamanda Kâbe'de tavafta görebiliriz. Abdülhamid Cennetmekân Hazretleri hiç hacca gitmediği hâlde, onu hacda gördüklerini yeminle söyleyenler vardır. Hatta, "Geldi ve şu evde kaldı." diyenleri dinlemiştik. Halkımız arasında, "Falan muharebede, falan veli gelip yardımda bulundu." şeklinde çok hâdiseler de anlatılmaktadır. Uzağa gitmeye gerek yok; Kıbrıs çıkartmasında falan veli zatın, pilotun yanına oturup, "Evlâdım, bombaları şuraya, şuraya bırak." diye rehberlik ettiği söylenir. Fakat, hakikî vücutları nerede ise, nerede kendinden geçip vücud-u mevhibe-i Rabbaniyeyi kazanmış, latîfeleşmiş ve incelmiş ise, kendileri gerçekten oradadır. Bunun dışında misalî bedenleriyle, aynalar içinde görülen misalî şekiller gibi değişik yerlerde görülebilirler. Ehlullahtan 'abdal' sınıfı içinde bulunanlar, şu anda diyelim camidedirler; ama aynı anda, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunurlar. Kâbe'dedirler, ya da bir yerde irşadla meşguldürler. Farkına varılsa, el atılsa, eliniz bellerinden öbür tarafa geçiverir. Çünkü elinizin değdiği, ne onların asıl vücududur, ne de ruhlarıdır; belki, akıcı ve ruha kılıf olmuş misalî bedenleridir ve onlar temessül hâlindedirler.
Güneş bile bir yönüyle maddî olduğu hâlde, bir iken binlerce yerde temessül etmekte ve görünmektedir...
[1] Hac sûresi, 22/5.
[2] İsrâ sûresi, 17/85.
- tarihinde hazırlandı.