İrade-i Cüz'iyye
1) İrade-i cüz'iyyenin varlığına deliller
a) Vicdan, işlediği kötülüklerin ağırlığını insana hissettirir. Evet, çok zaman insan, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyar; ızdıraptan kıvranır, hatta, muvazenesiz insanların bu sebeple intihara sürüklendiği bile olur. İnsan irade ve istekten mahrum olup, yaptığını cebrî bir kaderin zorlamasıyla yapıyorsa, o zaman neden vicdan azabı çeksin ve günahlarının ağırlığı altında ezilip gözyaşı döksün, istiğfarda bulunsun? Hem neden bir insanı kırdığınızda gidip kendisinden af diler ve beyan-ı i'tizarda bulunursunuz? Bütün bunlar, yaptıklarınızı bizzat dileyerek, yani kendi iradenizle yaptığınızı göstermiyor mu?
b) Söz ve davranışlarımızda, hareket ve faaliyetlerimizde hür müyüz, değil miyiz? İstediğimiz zaman elimizi kaldırıp, ayağımızı, kolumuzu, dilimizi hareket ettirebiliyor muyuz, yoksa, kollarımıza zincir, ayaklarımıza pranga vurmuş ve boynumuza da tasma geçirmişler de, ancak bunları çözdükleri zaman mı yapacaklarımızı yapabiliyoruz? Oturup-kalkmak, yiyip-içmek ya da Hak adına bir iş yapmak istediğimizde, müspet veya menfi mânâda bizi zorlayan var mı? Hak ve hakikati duyurma mevzuunda irademizle mi hareket ediyoruz, yoksa zorlamayla mı? Hayır, hiçbirimiz, kumanda düğmesi başkasının elinde, istenilen yöne çekilen bir robot veya -olmayan- ipimiz çekildikçe oraya buraya hareket eden bir kukla, bir piyon değiliz.
c) Tereddüt, mukayese, muhakeme, düşünüp değerlendirme ve tercih edip karar verme faaliyetleri de iradeyi gösterir.
Güzel bir arkadaşımız güzel bir yere davet ediyor; fena birisi de aynı anda fena bir yere. Böyle bir durumda nereye gideceğimizi düşünür, mukayese ve muhakemede bulunur, neticeye bakar ve sonunda tercihimizi yaparız. Aynı şekilde, günde belki yüz kere içimizde melek ve şeytanın ters istikametteki davetleri karşısında aynı mukayese, aynı muhakeme ve aynı tercihlerle karar verme faaliyetlerinde bulunmaktayız. Zira biz, rüzgârın önünde her tarafa savrulan bir yaprak veya akıntıya kapılıp sürüklenen bir saman çöpü değiliz.
d) İşlediğiniz bir suçtan ötürü, mazlumun veya adalet mekanizmasının önünde, "Ne yapayım, iradem yok ki!" diyebilir misiniz; deseniz bile, böyle bir özrü kabul ettirebilir misiniz? Gerçek bu istikamette olsaydı, o zaman ne hükümet, ne adliye, ne polis ve ne de mahkemeler olurdu ve hayat sahnesi, ölenleri ve öldürenleriyle milyarlarca 'kader kurbanı'yla dolardı. Oysa, insanların bir yanda faziletleri, güzel ahlâk ve davranışları, öte yanda kötü ahlâk ve hareketleriyle; bir yanda suçsuzları, öte yanda suçlularıyla; bir yanda çalışıp ter dökenleri, öte yanda miskin miskin oturanlarıyla ve hayat basamaklarında çeşitli meslek, karakter ve vazifeleriyle sınıf sınıf ve rütbe rütbe oluşları, her bir insanın, iradesinin kavgasını vererek kendine bir yer hazırladığını göstermiyor mu?
e) Ancak, mecnun veya deli dediğimiz insanlar mükellef değildirler, çünkü onların iradeleri, bizim anladığımız mânâda fonksiyon îfa etmez. Bu sebeple, onların söz ve davranışlarını normal karşılamaz, "Bunlar, akıllı işi değil" deriz. Nedir öyleyse bizi onlardan ayıran şey? Nedir akıllılığın hakkı? Akıl ve kalbin, düşünce ve iradenin hakkını vermemek, ayrı buudda bir deliliğin ifadesi olmaz mı? Malın, paranın, dünyanın ve makamın delisi olmak, çok buudlu bir cinnet ifadesi değil midir? Mefhum kargaşası içinde, akıllılık da delilik de anlaşılmaz oldu... Burada, Hasan Basri Hazretlerine atfedilen şu sözün mânâsını bir daha düşünmek yerinde olur:
"Eğer siz sahabeyi görseydiniz, onlara "deli" derdiniz; onlar sizi görselerdi, "Bunlar mü'min değil!" derlerdi."[1]
f) Hayvanlarda şuur, idrak ve irade yoktur. Onlar 'sevk-i ilâhî' ile hareket ederler. Meselâ arı, Allah'tan (celle celâluhu) aldığı sevk ve ilham, yani sevk-i ilâhî ile (sevk-i tabiî veya içgüdü değil) peteklerini devamlı altıgen şeklinde yapar; çünkü, ne irade sahibidir ne de kendine değişik bir model meydana getirme kabiliyeti verilmiştir.
Bazen farkına varmadığınız, irade dışı davranışlarınız da olur. Plânsız, programsız, düşüncesiz, fakat kafanızda bin bir düşünce ile evinizden çıkarsınız.. kalbleri doğranan, imanı alevler içinde yanan ve kendini kelebekler gibi ateşe atma cinneti içinde bulunan neslimizi ve ümmet-i Muhammed'in hâlihazırdaki durumunu düşünürsünüz.. yağmur yağıyordur ama, siz yağmuru fark etmediğinizden elinizdeki şemsiyeyi açmaz, yürürsünüz. Neden sonra ayağınızın yağmur sularıyla dolmuş bir çukura kaçması ya da yanınızdaki arkadaşınızın gittikçe yükselen sesiyle daldığınız âlemlerden sıyrılıp, kendinize gelirsiniz.. tıpkı, çok zaman ümmetinin derdiyle dopdolu, başına konan işkembelerin, yüzüne atılan çamur ve savrulan yumrukların farkına ancak kızı Fatıma'nın (radıyallâhu anha) veya dostu Ebû Bekir'in (radıyallâhu anh) ağlamalarıyla varan ve "Niye ağlıyorsun Fatıma?", "Niye ağlıyorsun Ebû Bekir?" diye soran Kâinatın Efendisi gibi.
İrşad ve hizmet aşkıyla öylesine şahlanmış ve öylesine hizmet âşığı olmuşsunuz ki, akşam evime gideyim diye attığınız adımlarınız, bir de bakmışsınız sizi evinize değil de, bir Allah evine getirmiş...
Bu şekilde, irademiz dışında yaptığımız davranışları farkına vardıktan sonra değiştirmemiz de, irade-i cüz'iyyeyi göstermektedir.
İrademizle yaptığımız işlerimizin de, yine Allah'ın (celle celâluhu) ilim ve kudreti dahilinde olduğunu ve yine bizzat Allah (celle celâluhu) tarafından yaratıldığını tekrar belirtmeye gerek yok. Evet, âyetin ifadesiyle, bizi de, yaptıklarımızı da yaratan Allah'tır (celle celâluhu).[2]
2) Cüz'î iradenin mânâ ve mahiyeti
Cüz'-i ihtiyarî de dediğimiz 'irade-i cüz'iyye', esasen haricî vücudu bulunmayan, itibarî bir varlığa sahip insanî bir temayül ve eğilim hissidir. İtibarî vücudu var demek, var-yok gibi bir şey demektir. Bu itibarla, vücud-u haricîsi olmadığından, ona mevcut nazarıyla da bakmıyoruz. Meselâ başımız, kolumuz ve kulağımız vardır; çünkü bunlar yaratılmış olup, haricî vücuda sahiptirler. Hariçte yaratılmayan şey ise, esasen mevcut değildir. Yine meselâ, "İki gözüm var" deriz; çünkü yaratılmıştır ve vardır. Fakat, üçüncü bir gözün varlığını kabul etmiyoruz, zira yaratılmamıştır. Fakat siz, "Benim öyle bir iç gözüm var ki, onunla iki gözün gördüğünden daha ilerisini görürüm." diyebilirsiniz. Böyle bir vazife icra eden bir iç göz de olabilir; fakat yaratılmış bir vücud-u haricîsi olmadığından, ona "yoktur" da diyebiliriz. Binaenaleyh, hakikatte bir varlığı olmadığı ve yaratılmış bir vücudu bulunmadığı için, cüz'î iradeye de "yoktur" diyebiliriz, fakat fonksiyon, vazife ve neticesini sürekli müşâhede edip durduğumuz bir meyelanı ve âdeta zar gibi incecik bir tercih noktasının varlığını insana isnad etmekle de Allah'a (celle celâluhu) şirk koşmuş olmayız; zaten, Allah (celle celâluhu) da kulun fiillerini bu meyelan ve tercih üzerinde yaratır ve inşa eder.
Cüz'î irade, aslında hiçbir şey, fakat belki de kendine çok şey dedirtecek bir şart-ı âdîdir. Çapı ve ağırlığı, mânâ ve mahiyeti ne olursa olsun, Allah (celle celâluhu), cüz'î iradeyi azîm ve cesîm icraatı için basit, âdî bir şart ve bir sebep kabul etmiştir. İrade-i cüz'iyye çok küçük, basit, zayıf ve dış âlemde yok olmakla beraber, büyük, mükemmel ve kendi üzerinde yaratılan pek mühim neticelerin de sebebi durumundadır.
Yapmak istediğiniz bir binanın plânı, kâğıt üzerinde dolabınızın çekmecesinde kaldığı sürece hiçbir fayda ve mânâ ifade etmeyecektir. Ama, çekmeceden çıkarılıp ona göre bir bina yapımına başlandığı ve bina ortaya çıktığı zaman, o plân mühim bir mânâ ifade edecek ve âdeta binanın temel sebebi mevkiine yükselecektir. Aynen öyle de, -lâ teşbih- insanın iradesi, üzerinde kendine göre çok önemli hizmetler îfa edecek, belki de pek çok kötülüklere sahne olacak bir binanın yapılacağı hatlar ve çizgilerden ibaret böyle bir plân gibidir. Bu plân üzerinde binayı asıl kuracak olan Allah'tır (celle celâluhu); fakat Allah (celle celâluhu), binayı kuracağı zaman, sizin irade-i cüz'iyyeniz olan plâna bakacaktır.. böylece iradeniz, zatında herhangi bir kıymet ve mevcudiyet ifade etmese de, Allah'ın (celle celâluhu) yaratmasına âdî bir sebep teşkil ettiğinden, kendi çapından kat kat fazla önem kazanacaktır.
Evet, her şeyi yaratan Allah (celle celâluhu) olmakla beraber, yine de hilkatte hiçbir zaman mutlak cebir değil, belki insan iradesinin sebep olduğu 'şartlı cebir' bahis mevzuudur. Allah (celle celâluhu), insanın fiillerini plân mesabesindeki iradesine göre yaratmakta ve nasıl davranacağını önceden bildiği için de, yarattıklarını ta baştan 'Kader Kitabı'na yazmış bulunmaktadır.
Büyük bir sarayın aydınlatılması için önce mükemmel bir elektrik şebekesinin kurulması gerekir. Fakat, avizelerin yanar hâle gelip, sarayı aydınlatması için de, basit ve âdî bir şart olarak parmağın düğmeye dokunması zarurîdir. O parmak o düğmeye temas etmediği sürece, o dev ve mükemmel elektrik şebekesine rağmen saray aydınlanmayacak ve o şebeke âdeta işe yaramaz bir hâlde bekleyip duracaktır. İşte, iman adına bir meyil ve isteği olan insan, kalb sarayındaki meş'aleleri yakmak için o düğmeye dokunacak, Allah da meşîetiyle bütün lambaları yakacak ve onu aydınlıklar ülkesi Cennet'e varan yola sevk edecektir.. tabiî ki, küfür meyli olan da ona göre muamele görecektir.
Geda, fakrını, aczini ve ihtiyacını dile getiren kulluk dilekçesiyle ve gedalığına yakışır şekilde Sultan'ın kapısına müracaat etse, dilekçesine Sultan'a yakışır bir sultanlıkla cevap verilecek; bu basit ve cüz'î müracaat, gedayı kâinata sultan yapacağı gibi, ebedî âlemde de dünya sultanlarına taç giydirir hâle getirecektir. Yine, bir üfürmekle yıldızların dağılıp saçılmasını, bir kaşık su ile ummanlara sahip olunmasını, bir damla ile arz yüzünün boyanmasını ve bir asansör düğmesiyle galaksiler ötesine yolculuk yapılmasını da aynı zaviyeden düşünebiliriz.
Demek ki, küllî irade cüz'î iradeye bakmakta olup, cüz'î irade de çok büyük neticelerin yaratılması için âdî ve basit bir şart hükmündedir. Evet, görülüyor ki insan, kader önünde eli kolu bağlı robot gibi cebren hareket ettirilen, hele bazı edep bilmeyenlerin iddia ve ifade ettikleri gibi, "Kader kurbanı, kaderin mahkûmu, zalim feleğin mazlumu." bir varlık değildir. Ne var ki -hakkını inkâr etmemekle birlikte- irade de kendi adına hiçbir şeye sahip çıkmamalıdır. Çünkü, gayet âdî, basit ve küçük olan insan iradesiyle, son derece büyük olan neticeler arasında herhangi bir tenasüp ve uygunluk mevcut değildir. Evet, küçük bir düğmenin koca bir sarayın aydınlatılmasında veya yine bir düğmenin insanın galaksiler arası seyahat yapmasındaki rolü ne kadar olabilir..? Öyleyse, meydana gelen hareketi yaratan ve çok küçük, zayıf ve basit sebeplere azîm ve cesîm neticeler terettüp ettiren bir Zât vardır ve O, her şeye hâkimdir. İrade, ihtiyar ve çapımıza göre cüz'î bir kudretimiz olsa bile, kâinat çapında teşhir edilen tecellîler içinde bize düşen pay, milyonda bir bile değildir. Bu ve bunun gibi, bize karşılıksız hibe edilen lütufları saymanın üstesinden gelemeyiz.[3] Allah (celle celâluhu) bizden, kendimize düşenle, Zât-ı Ulûhiyeti'ne düşeni ayırmamızı istese, herhâlde kendimize en yakın bilip, "sahibiyiz" dediğimiz 'ben' dahil, elimizde 'sıfır'dan başka bir şey kalmayacaktır.
Meselâ, her gün menşeini ve akıbetini hiç düşünmeden yediğimiz bir lokma ekmekteki payımız ne kadardır? Her şeyden önce, o lokmanın ana kaynağı toprağı var eden ve ekime müsait hâle getiren kimdir? Toprağa atılan buğday tanesini yaratıp, ona çimlenme, başak verme ve nihayet ekmek olma yolunda nemi, havayı, bulutu, yağmuru, rüzgârı, ısı ve ışığı halkeden kimdir? Hatta, tanenin toprak altındaki macerasını; toprakla içli-dışlı olmasını, gübreyle tanışmasını, bakterilerle dost ve kardeş olmasını tanzim eden kimdir? Sonra, toprağı sürme, ekip biçme, ürün alma ve taneyi un hâline getirip ekmek yapma ilmini, kabiliyet, güç ve kuvvetini bize kim verdi, kim öğretti? Öğrenmek ve bütün bu işleri yapmak için lüzumlu aklı, düşünceyi, beyni, kas ve kemikleri bize hediye eden kim? Lokmayı ağzımıza götürüp çiğnemek ve sonra vücudumuza yarayışlı hâle getirmek için gerekli olan el, kol, dişler, birtakım bezler ve yutaktan yemek borusuna, mideden bağırsaklara ve pankreasa kadar bütün uzuvlar kimin eseri ve kimin emriyle çalışıyor? Lokmanın tadı ve dilimizin o tadı alma fonksiyonu nereden geliyor? Hem, bizden habersiz lütfedilmiş olan acıkma ve doyma hissinde irade ve kudretimizin ne dahli var? Sonra, o lokma ile beden arasındaki sıkı hayatî ilişkiyi tanzim eden kim? Lokmanın kan, gıda ve hücrelere yapı taşı oluşundaki kompleks keyfiyet ve kompleks faaliyet kimin eseri? İşte böyle, bir lokma için zeminden âsumana, soğuktan sıcağa, güneşten diğer sistemlere, yağmurdan kara kadar nerdeyse bütün kâinat iş birliği yapıyor ve bu işbirliği en dakik biçimde vücut mekanizmasıyla birleşip, bütünlük kazanıyor... Acaba, bu sergüzeşti içinde lokmanın masrafı ve fiyatı nedir? Dünyadaki gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanların serveti bir araya getirilse, bu masrafı ödemeye kâfi gelir mi? Ve bu sergüzeşt içinde bizim payımız ne kadardır, hiç düşündük mü?!.
Lütfedilen ve daha da lütfedilecek bunca nimeti acaba hangi ibadetimiz karşılayabilir? Bir günlük cüz'î bir ücret için sekiz saat yorucu bir mesai yapmıyor muyuz? Yeryüzünde üzümün kendi değil de sadece resmi mevcut olsaydı, bütünüyle insanlık olarak gücümüzü, kabiliyetimizi ve servetimizi birleştirerek, bir salkım gerçek üzüm elde edebilir miydik? Oysa, Allah (celle celâluhu) bütün nimetleri karşılıksız vermiş ve vermektedir de; karşılığında istediği nedir? Meselâ, bir çuval buğday için bin rekât namaz emredebilir, insanlar da açlıktan ölmemek için bu emri mecburen yerine getirirlerdi. Kuraklık zamanında dağlara, sahralara çıkıp, dualar ediyoruz; ya her damla su bir rekât namaz karşılığı olsaydı, milyonlarca rekâtı eda etmekten başka ne gelirdi elimizden? Çölde kalıp, ciğeri yanmış bir insana bir şişe suyu keselerce altına satamaz mısınız?
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurdukları üzere,[4] vücudumuzdaki her bir eklemin şükrünü ne ile ödeyebiliriz? Hastahanelerde idrarını yapamayan, kolunu, bacağını ya da gözünü kaybetmiş veya kendilerine patatesten başka bütün yiyeceklerin yasaklandığı insanlar görürsünüz. Şimdi, sıhhatin şükrü nasıl eda edilebilir, düşünün! Mü'min ve Müslüman olmanın, mü'min insanlarla bir arada bulunmanın mukabilinde nasıl teşekkür edilmesi gerektiğini tefekkür edin! Sonra, kulluğumuzu hakkıyla yapamamanın murâkabe ve muhasebesiyle, Cennet'i müşâhede nimetini hesap edin.! Bütün bu nimetlere Allah'ın (celle celâluhu) sonsuz rahmetinden ve bu rahmeti harekete geçiren acz, fakr ve hiss-i ihtiyacımızdan başka ne ile hak kazanabiliriz? {Yâ Rab, bizi Sana kulluktan ırak etme, sırat-ı müstakîmden ayırma ve Habib-i Edibi'nin izinden ve Sünnet'inden mahrum etme! (Âmin)}
Herhâlde, sahip olduğumuz iradeyle, perverde kılındığımız nimetler arasında herhangi bir tenasübün olmadığı anlaşıldı. Gerçek bu iken, Allah (celle celâluhu) sonsuz merhametiyle bizim için çeşitli vesileler yaratmış ve o küçücük ve incecik cüz'î irademizi Cenneti'ni lütfetmeye sebeb-i âdi kılmıştır. "Allah!" diye inleyip, "ah!" ile bir buhurdanlık gibi kaynayınca, Allah'ın (celle celâluhu) affına mazhar olursunuz. Ebediyyen iman, sebat ve azim niyetiyle bir defa "Lâ ilâhe illallah" dersiniz, Allah (celle celâluhu) da "Cennetimi size vacip kıldım." karşılığında bulunur. İşte, dilde kolay, mizanda ağır ifadeler ve işte cüz'î irademiz, işte neticesi!.
Netice olarak, her ne kadar şudur diyemesek de, cüz'î irade, varlığı bedîhî ve açık ama, mahiyeti ve ağırlığı bizce meçhul bir meyelandan ibarettir. Hariçte elle tutulur ve gözle görülür bir mevcudiyeti yok; ama, kendi var olan bir sır.. belki, insana göre beyin ne ise, ruha göre de irade odur.
[1] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/134.
[2] Sâffât sûresi, 37/96.
[3] Bkz.: Nahl sûresi, 16/18.
[4] Buhârî, sulh 11; cihad 72, 128; Müslim, müsafirîn 84; zekât 56; Ebû Dâvut, tatavvu 12; edeb 160.
- tarihinde hazırlandı.