Hukuk Devleti
Soru: "Hukuk devleti" ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Size göre gerçek bir hukuk devletinin vasıfları nelerdir?
Bu, tahlili oldukça zor ve çetin bir mevzu... İhtisas sahama girmeyen bir konu oluşu meseleyi biraz daha girift hale getirebilir. Ayrıca, bazı meseleleri ben dile getirince, hasımca davranan insanlar ifadelerimi ona göre değerlendirirler; dostlar da, sözlerime hüsn-ü zanları zaviyesinden bir kıymet biçerler. Düşmanca tavır alanlar, mahza hak ve hakikat olan bazı beyanlarımı bile, onları dile getiren ben olduğum için, kabul etmek istemez, onlarda bir yanılma yanı arar, mutlaka bir boşluk bulmaya çalışır ve önyargılı davranırlar. Dostlar ise, daha baştan, sözlerimi içi dolu ifadeler olarak ele alır, ben söylediğim için onları değerli sayar ve yanılırlar. Bu açıdan da, böyle bir konuyla alakalı düşüncelerimi ifade etmem, hem dostları hem de hasım ruhluları değişik yorumlara, farklı mütalaalar serdetmeğe sevk edebilir. Ne kadar temkinli konuşursam konuşayım, benim düzgün dediğim şeyler bazılarına göre eğridir. Onlar, seslendirdiğim hakikatlere tâ baştan yanlış mührü vurmuşlardır. Dolayısıyla, hukuk devleti mevzuundaki fikir ve düşüncelerimin de aynı şartlanmışlıklarla değerlendirilmesi söz konusudur; fakat, ben yine de, sorunuza ve meselenin ehemmiyetine hürmeten bazı hususları arz etmeye çalışacağım.
Devletin Değişmez Vasıfları
Önce, cevaba esas teşkil etmesi için hepinizin bildiği bazı hususlara, hatırlatma kabilinden değinmek istiyorum: Bildiğiniz gibi, Anayasanın birinci maddesi, Türkiye Devleti’nin bir cumhuriyet olduğunu vurgular. Hemen ikinci maddede bu cumhuriyetin vasıfları zikredilir ve Türkiye’nin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilir. Yine bildiğiniz gibi, bu iki hüküm asla değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif de edilemez.
Evet, bu iki esas teminat altındadır, bunlara dokunamazsınız. Belki, bir manada mükemmelini bulursanız, demokrasiye ilavelerde bulunabilirsiniz. Laikliğin tarifini açabilir, genişletebilir ve onu insanî değerleri daha da kuşatıcı olma ufkuna yükseltebilirsiniz. "Sosyal devlet" ifadesi üzerinde durup meseleyi açabilir ve biraz daha insânîleştirebilir, ünsîleştirebilirsiniz.. Fakat, bütün bunlar icmalde meseleleri olduğu gibi kabulün yanı başında, aynı zamanda dünyadaki genel gelişmelerden istifade ederek, bizde de o meseleleri inkişaf ettirme şeklinde olur. Tabir-i diğerle; meselenin icmâli olduğu gibi kabul edilir; tafsîline ise açık durulur.
İdeal Demokrasiye Doğru
Demokrasi, halk hakimiyetine dayalı bir sistem demektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa telaffuz edilirken "Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir" şeklinde söylenen, zamanla mazmun ve mefhum korunmakla beraber kelimelerle oynanarak "Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir" sözüyle seslendirilen ve günümüzde daha yalın bir Türkçe kullanma iddiasıyla "Egemenlik milletindir" cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Başka bir münasebetle de ifade ettiğim gibi, bu söz, hâkimiyetin -hâşâ- Allah’tan alınarak insanlara verilmesi demek de değildir; aksine, hâkimiyetin, Allah tarafından, kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir.
Evet, demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını halkın temsilcilerine tevdî eden, milletin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetiminde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir idare şeklidir. Hatırlarsınız, ilk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: "Ey cemaat, siz, "müntehib"siniz (seçensiniz); ben ise, "müntehab"ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; "müntehabün ileyh"dir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de "intihab" (seçim) denir. İntihab ise "nuhbe"den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur..." Bu sözler aynı zamanda, "Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz." hadis-i şerifinin çok enfes bir yorumundan ibarettir. İşte, halkın içinden çıkan ve onu tam aksettiren temsilcilerin idaresidir demokrasi.
Türkiye’de yarım asırdan daha uzun bir zamandan beri, demokrasiyi deniyor ve hâlâ en mükemmelini bulmak için uğraşıyoruz. Denemede başarılı olamadığımız zaman yeniden başa dönüyor, bir kere daha arayışa geçiyor ve yeni testler yapıyoruz. Pozitif ilimlerdeki deneme-yanılma ve doğruyu bulma yolunu bir yönüyle biz gerçek demokrasiye ulaşma mevzuunda kullanıyoruz. Böylece, bir manada demokrasi bir gelişme süreci yaşıyor. Batılılar da, "Biz bu meselenin zirvesini henüz yakalayamadık, hâlâ yoldayız" diyor ve onlar da kendi anlayışlarına göre ideal bir demokrasi arıyorlar.
Ayrıca, demokrasi değişik toplumlar tarafından farklı farklı şekilllerde anlaşılmış ve değişik tarzlarda uygulanmıştır. Mesela, A. Lincoln, demokrasiyi "Halkın halk tarafından, halk için idaresi" olarak ifade etmiş; Hitler, Nazizm’i "gerçek demokrasi" diye nazara vermiş; Mussolini de Faşizm hakkında "merkezi ve otoriter demokrasi" diyebilmiştir. Görüleceği gibi, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin bile demokratik oldukları iddia edilmiştir. Rusya’da komünizmin hakim olduğu dönemlerde, onlar da kendi sistemlerine "sosyal demokrasi" demeyi uygun görmüşlerdir. Dünyanın değişik bölgelerine bakılsa, Hristiyan demokrasi, Katolik demokrasi, Protestan demokrasi... gibi daha pek çok demokrasi anlayışına şahit olmak mümkündür.
Dolayısıyla, bugün kemale ermiş ve herkes tarafından benimsenmiş bir demokrasiden bahsetmek imkansızdır; bütün hukukçuların ve sosyal bilimcilerin genel kabulü, demokrasinin henüz bir gelişme vetiresi yaşadığı istikametindedir. Bu açıdan da, Türkiye’nin hâl-i hazırdaki problemleri mevcut demokrasiyle çözülebilecek olsa da, onu daha da geliştirmek ve mümkün olduğu kadarıyla herkesin maddî-manevî ihtiyaçlarına cevap verecek olan en mükkemmel demokrasiye ulaşmak hedeflenmelidir.
Devletin Lâikliği
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarifinde işaret edilen ikinci husus onun lâik bir devlet oluşudur. Lâik, Fransızca’dan alınmış bir kelimedir; rûhânî ve dînî olmayan fikir, müessese, sistem demektir. Fransızlar, meşhur ihtilâlden sonra teokratik düzeni kaldırıp devleti kiliseden ayırarak dînîlikten ve ruhânîlikten çıkarınca, yeni doğan bu çocuğa lâik devlet ismini vermişlerdir. Daha sonraları, bu mevzuda da dünyanın değişik yerlerinde farklı anlayışlar ve uygulamalar olmuştur.
Bu arada, istidradî olarak şu hususun açıklanmasında fayda mülahaza ediyorum: Teokratik düzeni, dinî bir idare şeklinde yorumlamak epistomolojik ve terminolojik olarak yanlıştır. Teokratik düzen demek, dine ve dini metinlere dayalı bir idare biçimi demek değildir. Yani, teoratik devlet sözüyle, Tevrat’a, Eski Ahid’e ya da Yeni Ahid’e bağlı bir devlet ifade edilmez. Onu, Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Sahiha’ya bağlı devlet şeklinde dile getirmekse bütün bütün yanlıştır. Teokrasiyi İslam’la beraber zikretmek ya bir garaza mebnîdir ve Müslümanları ezip sindirme kastına matuftur ya da terminolojiye vâkıf olmamanın ve cehaletin emaresidir. Teokratik devlet, ruhban sınıfının hakimiyetine ve kilise otoritesinin üstünlüğüne dayanan bir idare sistemidir. O, âbâ-i kenâisenin içtihad ve kararlarına göre idare edilen devlet demektir.
Öyle bir devlette, ruhban sınıfının sözleri hüccettir. Onlar, ne söylerlerse mutlaka Hakk’ın o mevzuudaki muradını seslendirmiş olurlar ve asla sorgulanmazlar. Yani, sizin Zât-ı Uluhiyet ve Rasûl-ü Ekrem hakkındaki o sağlam mülahazalarınız ne ise, teokratik idarenin tabileri arasında âbâ-ı kenâise hakkındaki mülahazalar da öyledir. Dolayısıyla, lâiklik kavramı batının dinî, siyasî ve içtimaî şartları çerçevesinde, ruhban sınıfının baskılarına ve onun farklı mütalaalarından ötürü ardı arkası kesilmeyen dahilî harplere karşı ortaya çıkan bir kilise-devlet ayrımı ihtiyacından doğmuştur. Bu açıdan da, batı toplumlarının problemi din ile değil, din adamlarıyla ve dinin emirlerini kendi şahsî çıkarları için kullanan o günkü kilise teşkilatıyla alâkalıdır.
Hatta belli bir dönemde mesele din–bilim ayrışmasına kadar uzanmıştır. "Metafizik bilim olamaz" teziyle ortaya çıkan Dekart (Descartes), bilginin ancak ölçülebilir ve bölünebilir nesnelerin incelenmesiyle elde edilebileceğini söyleyip bilimin konusunu sadece maddeyle sınırlamış; daha sonra da Kartezyen (Dekartçı) felsefesinin tâbileri hep aynı istikamette idare-i kelam etmişlerdir. Dini ve bilimi ayrı iki alan olarak ele almış ve alan ihlali yapılmaması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu alan ihlali yapılmaması anlayışı kalıptan kalıba girerek zamanla dinin ve devletin sınırlarını belirleme, din işleri ile dünya işlerini birbirinden ayırma ve karşılıklı müdahaleye meydan vermeme düşüncesini ifade eden lâikliğin bir esası olagelmiştir.
Bununla birlikte, lâiklik her toplumda aynı biçimde uygulanmamış; dünyanın değişik yerlerinde farklı şekilllerde yorumlanmıştır. Bir yerde uygulanan lâiklik, herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetini; ibadet, dinî ayin ve törenlere katılma hakkını; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı ya da başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkını temin ederken; bazı yerlerde de çok katıca uygulanmış, lâiklik tamamen sekülerizm olarak ele alınmış ve adeta o sistemin temsilcilerine uymayan dinî hayat yasaklanmış; dinî düşünceleri ve dinî kanaatleri anlatma hakları bütün bütün ihlâl edilmiştir.
Bu açıdan da, lâiklik disiplininin icmâlî olarak varlığına bir şey denmese de, bu meselenin tafsîlî manada bir kısım değişikliklere ve geliştirilmeye açık olduğunu itiraf etmek gereklidir. Demokrasi gibi bu husus da, bir gelişme ve daha insanî olma vetiresi yaşamaktadır. Dolayısıyla, dünyanın değişik ülkelerinde veya gelişmiş ülkelerde bu meselenin en mükemmel tarifinin ne olduğu, lâikliği bizim nasıl tarif edebileceğimiz ve uygulama anında bu tarife –diğer hakları da ihlal etmeden– ne kadar sadık kalınabileceği gibi hususlar üzerinde mutlaka düşünülmeli, bu konuda ciddi müzakereler yapılmalıdır.
Devletin Sosyal Oluşu
Türkiye Cumhuriyeti’nin, anayasa tarafından belirlenen önemli bir esası da sosyal oluşudur. Sosyal devlet olmanın gereği, fertlere temel hak ve hürriyetler tanımak ve bunların gerçekleştirilmesini temin etmektir. Bu hak ve hürriyetler anayasayla belirlenmiştir. Mesela; herkes, özel hayatına ve aile mahremiyetine saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir; özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Bir şikayet halinde mesele emniyete ya da yargıya intikal etmedikçe hiç kimse aile mahremiyetine karışamaz. Sosyal devlet, bu mahremiyet hürriyetini tanımasının yanı başında o hürriyeti korumakla da mükelleftir. Aynı zamanda, herkes istediği bir yere yerleşme ve seyahat hürriyetine de sahiptir. Sosyal devlet çerçevesi içinde mutlaka bu hürriyetin temini de lazımdır; yoksa sosyal devletten söz edilemez.
Şayet, bazı hak ve hürriyetler belirlenmişse ama şahıslara onlardan istifade etme imkanı verilmiyorsa, mesela, inanmanın önü alınıyor, dini öğrenme yolları kesiliyor ve düşünceleri ifade etmeye mani olunuyorsa, yine ortada bir sosyal devletin varlığından bahsedilemez. Bir devletin sosyal olabilmesi için, o ülkedeki herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine, düşünce ve kanaatlerini değişik yollarla açıklama ve yayma hakkına sahip olması gerektiği gibi; her ferdin bilim ve sanata dair değişik sahalarda eğitim görme, öğrenme ve öğretme, bu alanlarda her türlü araştırma yapma ve onları yayma hürriyetinin bulunması da zaruridir. Her mevzunun uzmanları inandıkları şeyleri bir konferansta, bir seminerde veya başka bir platformda rahatlıkla ifade edebilmelidirler. Şu kadar var ki, sizin kendi düşüncelerinizi açıklamanız ve kanaatlerinizi ifade etmeniz, hiçbir zaman başkalarını rahatsız etmeye müncer olmamalıdır. Zira, sizin kişilik haklarınız olduğu gibi başkalarının da ferdî hak ve hürriyetleri vardır; sosyal devlette, bir ferdin hak ve hürriyetleri kullanması neticesinde bir başkasının dokunulmaz ve vazgeçilmez haklarının ihlal edilmesine kat’iyen izin verilmez.
Hukuk Devleti
Devletin, anayasada belirtilen çok önemli bir özelliği de "hukuk devleti" olmasıdır. Hukuk devleti, en kısa tarifiyle, güce ve kaba kuvvete değil, hukuka dayanan bir devlet demektir. Hukukçular onu, faaliyet alanını ferdî hak ve hürriyetler sınırında tutan, kanunların umumîliği esasına bağlı ve şahısların hem başkaları hem de devlet karşısında korunması için yargı organları bulunan devlet olarak tarif ederler.
Hukuk devletinin en mühim hususiyeti, bütün icraat ve işlerin anayasada belirlenen esaslara göre yapılmasıdır. Öyle bir devlette, yeni çıkarılacak olan yasalar da daha önce belirlenen esaslara göre yapılır ve kat’iyen anayasaya muhalif olamaz. İdare sadece yasalara değil genel hukuk kurallarına da bağlı kalır. Devletin her müeyyidesi mutlaka belli ölçülerle ortaya konur, uygulanmadan önce de herkese duyurulur. İdareciler de dahil herkes adli yargı kurumlarınca denetlenebilir. Bunlar hukukun temel prensipleridir ve İslam Hukuku’nda da esastır. Şâtibî’nin Muvâfakât’ına bakarsanız; temel disiplinlere uymayan cüz’iyâtın nazar-ı itibara alınmayacağı üzerinde ısrarla durulduğunu görürsünüz. Dolayısıyla, çıkarılacak kanunların anayasanın ruhuna uygun olması lazımdır. Anayasanın ruhu, fert, aile ya da toplum olarak size şu hak ve hürriyetleri tanıyorsa, çıkarılacak yasalar kat’iyen onlara aykırı olamaz. Aksi halde, anayasa ile diğer yasalar arasında çelişki meydana gelir; toplumda bir herc ü merc yaşanır. Evet, anayasa, bir yönüyle, küllî kaideler mecmuasıdır. Cüz’î disiplinler, ancak o küllî kaidelere bağlı olmak suretiyle ve onlardan istinbat edilecek kaidelerle ortaya konabilir. Külliyât gözetilmeden cüz’iyât vazedilemez.
Hukuk devletinde, devlet kurumları denetim ve işbirliğini de ihtiva eden bir denge içinde çalışır. Yasama yetkisi denen kanunları çıkarma salâhiyeti, millet hesabına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Çıkarılan kanunları uygulama ve yürütme yetkisi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’na aittir. Yargı ise bağımsız mahkemelere bırakılmıştır. Dolayısıyla, bir hukuk devleti, bu üç temel rükün üzerine bina edilir ve hepsinin işbirliğiyle, hakkaniyetle çalışması neticesinde yükselir.
Bu açıdan, bütün hak ve hürriyetleri devlet temin eder; hiç kimse kendi kendine ihkâk-ı hakta bulunamaz, hak arkasına düşemez; bu çerçevenin dışında hak arayamaz ve kendini devletin yerine koyamaz.
- tarihinde hazırlandı.