Tevhid-şirk dengesi
Bazen elimde olmadan öyle şeyler kafama takılıyor ki kendi kendime “Beyhude havanda su dövüyoruz” diyorum. Ben imana ve Kur’ân’a hizmet etmeyi hayatlarının gayesi bilenlere karşı ümidimi hep korudum. En yakın daireden en uzak dairede bulunan büyük küçük her ferdin bu örfâneye karınca kararınca iştirak edeceği kanaatimi muhafaza edegeldim. Girdikleri bu reh-i sevdadan ölünceye kadar vazgeçmeyeceklerini, peygamberlerle temsil edilen, ilâhî kitaplarla belirtilen esaslardan taviz vermeyeceklerini düşündüm. Fakat bazen oluyor ki etrafta İslâm’ın şeklinde, kalıbında takılıp kalmış, bir türlü onun ruhuna, özüne inemeyenlerin çokluğunu gördükçe ümidim tükenir gibi oluyor. Bu mevzuda yapılan tahşidatın hiçbir fayda sağlamadığını müşahade edince kahroluyor ve “Acaba Cenâb-ı Hak dinine hizmet etmeyi bizlere müyesser kılmayacak mı?” diye kendi kendime soruyorum. onun dinine hizmet etmeyi istemek belki hakkımız değil, ama ona hizmet etmek için liyakat kazanmak ve onu korumak vazifemiz. Evet, çok küçük, cüz’i bir hâdise çok dokunuyor bana, onu bir tefessüh etme başlangıcı gibi görüyorum.
Hemen her gün ve her fırsatta defalarca söyledim, bir kere daha tekrar etmek istiyorum; insan kim olursa olsun yapılan, kazanılan, başarılan şeyleri kat’iyen kendisine maletmemeli. Bu apaçık bir şirktir. İnsan bunları kendisine maletmekle aslında hem kendisini hem de yapılan, kazanılan şeyleri esas kuvvetinden, o kuvvetin kaynağından koparmış olur. Kuvvet kaynağından kopan o şeyler bu defa kendi kuvvet zeminine dikilir ki o zeminin kuvve-i imbatiyesi onları büyütmeye kâfi değildir. Onlar ancak “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” kuvve-i imbatiyesinde boy atar ve gelişir. İnsanların sun’i, yapmacık müdahaleleri ise onları kurutur. Onun için kat’iyen “ben” dememeli, “yaptım” dememeli, Allah’ın kudretiyle olan şeylere sahip çıkmamalı. Bu türlü şeyler kazaen aklına geldiğinde hemen istiğfar etmeli: “Ya Rabbi! Her fiili yaratan sensin. Ben onu nefsime nisbet eder gibi oldum, bir bulut gibi kafamdan geçti. Bununla sana şirk koştum. Eğer sen de ona şirk diyorsan ben muvakkaten dahi olsa müşrik oldum. Sana sığınırım. “Allahümme innî eûzü bike min en üşrike bike şey’en ve ene a’lem ve estağfiruke bimâ lâ a’lem. (Allahım, bilerek bir şeyi şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmeden yaptıklarım için de senden bağışlanma dilerim.)”
Evet, bazı başarıların, yapılıp edilen şeylerin nefse nisbet edilmek suretiyle çürütüldüğü, karartıldığı, renk attırıldığı ve tozlu dumanlı hale getirildiği kanaatindeyim. İşte bunlar çoğu zaman zıpkın gibi sineme saplanıyor. “Aman Allahım! Ne deniliyor, ne yapılıyor?” diyorum. Tevhid derken, onun bayraktarlığını yaparken acaba şirke mi giriliyor, endişesini atamıyorum zihnimden. Bu türlü yaklaşımlar melâike-i kiramın, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve evliya-yı izamın ruhlarını rencide ediyordur gibi geliyor bana. Bunlarla benim gibi mübtedi bir adamın bile bir gece uykusu kaçıyorsa; benim gibi bir adam bile bencillikten, egoizmadan, gururdan, çalımdan rahatsızlık duyuyorsa; her şeyini Allah’a vermiş, Allah’ta fâni olmuş, Allah’ta görmüş, Allah’ta bilmiş bu insanlar, şirkten küfürden tiksindikleri gibi tiksinti duyarlar bunlardan. Ehlullah’ın tiksinti duyduğu bir hareket ise iflah olmaz.
Şimdilerde genel kültürümüze o kadar çok aykırılıklar var ki bunları ifadede zorlanıyorum. Aslında Türk milleti tarih boyunca kendi kültürüne, inancına, örf ve âdetine ters şeylere karşı direnç göstermiş bir millettir. Fakat şimdilerde asimilasyona açık gibi geliyor bana. Çin’e, Maçin’e, Japonya’ya giden birisi beş altı ay sonra neredeyse Çinli, Maçinli, Japon gibi çıkıyor karşınıza.
Hâlbuki bağımlı olan bir insan, müstakil ve hür insan gibi hizmet edemez. Bağımlılığınız ne kadar çoksa hürriyetiniz o kadar elinizden gitmiş demektir. Bir mü’min hiçbir şeyin bağımlısı olamaz/olmamalı. Yeme içme gibi tabiî, zarurî ihtiyaçların bile bağımlısı olamaz. Yiyeceklerini kifaf-ı nefs miktarınca yer.
Yuva insanın zarurî bir ihtiyacıdır. O yuvada eş, olmazsa olmaz hayat arkadaşıdır. Ahirete giden yolda yol arkadaşımızdır bizim o. Bazen biz yolda yürürken kubbedeki taşlar gibi kol kola, omuz omuza dayanırız. Ama yuvaperest değiliz. Öyle olursa bağımlı hale gelir insan. İstenilen performansı koyamaz ortaya, gereken aktiviteyi gösteremez. Bağımlılık aslında ruh yapısındakı zaafın ifadesidir, bir boşluktur o. İnsan icabında eşi de olsa, annesi-babası da olsa -bunların hukukuna riayetin yanında- hürr-ü mutlak olduğunu ifade etmeli. “Ben sadece Allah’ın kuluyum!” demeli. Allah’ın kulu onun emir ve yasakları haricinde hiçbir kayıtla mukayyet değildir.
Bunlar bizim genel kültürümüzün tezahürleridir. Bir başka yerde bulunmakla başkalaşıyorsak şayet, daha değişik bir yerde daha değişik bir başkalaşma ihtimali de vardır. Yani bir çeşit başkalaşan her türlü başkalaşabilir. Asimilasyona gelince o kuyûttur (kayıtlar, bağlılıklar), takyittir (kayıt altına girme). Takyitlerle mukayyet olan insan hür değildir, esirdir o. Esir olan ise Allah’a tam mânâsıyla kul olamaz.
Bütün bunlar, müşahedelerimden sızan şeyler. Bazen kan gibi damlıyor içime, bazen de bir iğne gibi batıyor kalbime. Rahatsız oluyorum tavırdan, referanstan, mimikten, bakışlardan, Allah’ı sadece dudaklarla söylemekten, gönülden gelmeyen seslerden, ses adına ortaya çıkan hırıltılardan. Gerçi “Herkes yahşi ben yaman. Herkes buğday ben saman” prensibim; ama nasılsa yine de göz yaman şeylere ilişiyor. Bence Müslümanlığı yaşıyorsak onu Allah’ın istediği tarzda yaşamamız lâzım.
Evet, “İnnemâ emvâlüküm ve evlâdüküm fitne. (Muhakkak ki mallarınız ve evladlarınız sizin için imtihandır.)” İmtihan... Bu dünyada kaybeden anne babalar ve evlatlar var; kazanan anne babalar ve evlatlar var. Kazanan toplum var, kaybeden toplum var. Kazanan mücahit var, kaybeden mücahit var. Kazanan muhacir var, kaybeden muhacir var. Bir ibtila, bir imtihan. Değişmeye gelince, biz değişirsek, seyr-i sülûk-i rûhânîde değişen insanlar gibi değişmeliyiz. Bizim için başka türlü değişme olmaz/olmamalı. Başka türlü değişme dönekliktir, Kur’ân’dan mülhem ifadesiyle “tezebzüb”tür. Bir oraya, bir buraya dönme; bu, münafıkça bir davranıştır. Yalnızca bir kere değişmeli insan. Bundan sonra ki her değişim bir adım daha ona yaklaşma şeklinde olmalı. “Ben boynu tasmalı, onun azad kabul etmez kölesiyim” demeli. Eğer insanın bir kıymeti varsa, buradadır zaten.
Evet, zaman ahir zaman. Zuhur eden de alâmât. Medet ya Rab!
- tarihinde hazırlandı.