O'nun Muradı
"Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ -Allah'ım bizi kendi istediğimiz değil, Senin hakkımızda razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle." duası çok sevdiğim bir duadır. "İlâ mâ tühibbu ve terdâ" deyip O'nun rıza ve hoşnutluğunu, kendi nefislerimizin değil de O'nun muradını talep etme, kendimize rağmen yapılmış bir duadır.
O esnada isteyeceğimiz başka şeyler de olabilir. Fakat mümine yaraşan O'nun muradı ardına düşmektir. Mesela, insanlar her bucakta kabus içinde kabus yaşıyorken, inananlar dörtbir taraftan kuşatılmış, kolu kanadı kırılıp felç edilmiş vaziyette, dört asırdan beri ızdırap yudumluyorken birdenbire her taraftaki mazlumun ahı dinse, her yanda sevinç nağmeleri duyulsa, dünya yaşanacak bir cennet halini alsa ve bu işin vesilesi de bizim milletimiz görülse, herkes öyle olduğunu kabul etse ve biz de bunun farkında olsak.. işte o zaman bile "Ya Rabbi! Sen bize isnat edilen, milletimize bağlanan bu işten hoşnut değilsen biz de hoşnut değiliz." diyebiliyor ve içimizden de hakikaten o şeye karşı tiksinti duyuyorsak O'nun rızasını arıyoruz demektir.
Evet, O'nun hoşnutluğu her şeyden önemlidir. Bundan dolayı "ilâ mâ tühibbu ve terdâ" sözü bizim daimi virdimiz olmalıdır.
Yeniden “Dua Zamanı”
“Dertlerine derman arayanlar dermanı ondan bekler ve her zaman gönül gözleriyle günebakan çiçekler gibi ona bakar ve onunla muamele içinde bulunurlar.”
Âciz, fakir, muhtaç ve kendine yetmediğinin şuurunda olan kulun, tazarru, tezellül ve alçak gönüllülük içinde, “Rahmeti Sonsuz”a yönelip, hâlini ona arz ederek istediklerini ondan istemesinin ayrı bir unvanı sayılan dua, kulun Rabb’ine karşı iman, güven, itimat ve tevhid telâkkisinin bir gereğidir.
Bu mülâhazalar çerçevesinde, Allah’a yönelen kul, sımsıkı havf u reca duygularına kilitlenir; “Başkalarının nazarlarından uzak, gönülden sadece Rabb’ine yalvarır ve gizliden gizliye ona dua eder.” Bu mazmuna bağlılık duada bir esastır ve bu esas ancak Şâri’in açıp genişletmesi ölçüsünde, açıp genişlettiği yerlerde tecviz, hatta teşvik edilebilir.
Allah bize, “Hem endişe içinde hem de ümitlerle dopdolu olarak yalnız ona yalvarın; bilin ki, onun rahmeti, kalbleri ihsan şuuruyla çarpan kimselerle beraberdir” ferman ederek, hem teveccüh edeceğimiz kapıyı gösterir hem de o kapının önünde durmanın âdâbını öğretir.
Aslında, her hâlimizde ona yönelmek, ona el açmak, dert ve elemlerimizi ona şerh etmek hem bir mazhariyet ve ilk mevhibe hem de Hakk’ın cevabî teveccühleri adına atılmış önemli bir ilk adımdır. O, “Kullarım bana isteklerini yöneltirlerse, bilmelidirler ki, ben yakınlardan yakınım; bana dua ile yönelenin duasına icabet ederim” buyurur. Elverir ki, bu iç dökme ve yakarış “Siz, dua ve niyazlarınızı gönülden, hâlisane ve Hak rızasına bağlayarak yapınız” medlûlü çizgisinde icra edilsin. Evet, halk içinde bağırıp çağırarak başkalarına duyurma, gösterme yerine, duyması ve görmesi mânâlar üstü mânâ ifade eden Hz. Allâmü’l-Guyûb’a, hem de tamamen halka kapalı ve ona açık bir hâl ve atmosfer içinde, nefeslerimizi gizlilik ve içtenlikle derinleştirerek arz etmeliyiz ki, ona iç dökmemiz gizliliğin büyüsünü taşısın ve sesimizi-soluğumuzu başka mülâhazaların şerareleri kirletmesin..
Başka her şeye kapanıp, içini sadece ona açan, hâlini ona şikayet eden hep ona yakın durmanın insiyakları içinde bulunur ve onun dergâhından eli boş dönmez. Evet, insan ihtiyaçlarını, onları karşılayabilecek birine açmalı; belâ-yı dertten “âh” edecekse derde derman bir hekimin yanında inlemeli.
Kul, efendisine arzuhâlde bulunacaksa, ağyâra bütün bütün kapanarak, aklıyla, şuuruyla, hissiyle hep ona açık durmalıdır; durmalı, sesini sözünü ona göre ayarlamalı ve kendine yakınlardan daha yakın birinin huzurunda iç çektiğini düşünerek nağmelerinden ses ihtizazlarına, tavırlarından mimiklerine kadar her hâliyle bir temkin örneği sergilemelidir.
Kime el açtığının farkında olan bir sadık kul, düşünce ve dualarını niyeti ve içtenliğiyle sık sık kalibrasyondan geçirir; ifade ve hislerini her türlü şerareden arı duru tutmaya çalışır ve duymasını istediğinden başkalarının duymalarına karşı âdeta dilsiz kesilir. Yer ve zamana göre kendi sesini ve kendi sözlerini kendinden bile kıskanır.
Bir kulun, dua ve niyazlarını hâlinin saffetine bağlamasının yanında, nabızlarının “Allah Allah” diye attığı dakika ve saniyeleri kollaması; mübarek gün ve geceleri ilâhî mevhibelere açık kutlu vakitler sayarak dolu dolu yaşaması ve bilhassa, Hak rahmeti sağanaklarının nüzûl emare ve işaretleri sayılan namaz saatlerini, iftar zamanlarını, secde ve rüku hâllerini santim zayi etmeden değerlendirmesi; sonra, arzu ettikleri olmuş olmamış, şartlar aleyhine dönmüş veya lehinde cereyan etmiş, ciddî bir vefa hissiyle ara vermeden yaptıklarını devam ettirmesi hem duanın kabulü için bir esas hem de sadakat ve samimiyetin gereğidir.
Hakk’a inanan bir insan için, yaz gününü kar bastırmış, baharı hazan vurmuş, gündüzler kör kabirler gibi kararmış, her tarafı çeşit çeşit karakura basmış hiçbir önemi yoktur. Allah, “Siz, muztar kalıp ıztırar diliyle dua ettiğinizde, sizi kara ve denizlerin karanlıklarından kurtaran kim?!” diyerek kendini, gücünün her şeyi ihatasını hatırlattıktan sonra ne önemi var, zalâm zalâm üstüne dört bir yanın kararmasının. Ne önemi var, “Kudreti Sonsuz”; “Çaresiz kalıp da ona yalvaranın duasını kabul ederek sıkıntılarını gideren Allah’tan başka kimdir?” deyip mevcudiyetini vicdanlarımıza duyurduktan sonra!
Dua, Hakk’ın tükenmez hazinelerinin sırlı bir anahtarı; fakir, yoksul ve kalbi kırıkların istinatgâhı ve ıztırarla kıvranıp duranların da en emin sığınağıdır. Bu sığınağa adım atan, o sihirli anahtarı elde etmiş sayılır; onun vesayetine dehalet eden fakir, miskin, âciz ve muhtaçlar da umduklarını elde etmiş olurlar.
Gök ehlince elden ele dolaşan dua, bir muztarrın tavır ve davranışlarıyla sergilediği hâl duasıdır. Sıkışmış, canı gırtlağına gelmiş bir perişan ve muzdariptir ki, Allah’a yönelip düşünürken, içini ona dökerken, ne deyip ne ettiğinin, nerede durup ne istediğinin farkındadır. Böyle birinin duasıyla, gözleri kurumuş sema beklenmedik şekilde salar gözyaşlarını ve ağlamaya durur. Çevreyi tehdit eden hortumlar yol değiştirir, her şeyi alabora eden dalgalar diner ve selâmet ufku görünür. Kırılan faylar sürpriz kararlara teslim olur ve faylardan boşalan gazlar atmosfer içinde eriyip gider. Böyle bir duanın meydana getirdiği meltemle arz dirilir, feza aydınlanır. Sîneler inşirahla atmaya başlar; otlar, ağaçlar semâa kalkar; güller, çiçekler etrafa tebessümler yağdırmaya durur. Dua, sebepler üstü kutsal bir talebin “Yüceler Yücesi”ne arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehbân bulunmasına iz’anın da bir unvanıdır. İnsanlar, cinler ve melekler bilhassa iktidar ve ihtiyarlarını aşan bütün konularda -sebepler dairesinde esbâba riayet mülâhazası mahfuz- ellerini ona açar, içlerini ona döker, nâçâr kaldıkları yerde “çare” der inler, dertlerine derman arayanlar da dermanı ondan bekler ve her zaman gönül gözleriyle günebakan çiçekleri gibi ona bakar ve onunla muamele içinde bulunurlar.
Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukut ettiği, içtimaî ahvalin boz bulanık bir hâl aldığı, her yanda zalimlerin “hayhuy”unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder. Sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp. Şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Ufuklarımızdaki ilham esintileri bir yere takıldı, gönüllerimizde heyecanlar söndü, dillerimizde bir kekemelik var; rahmet ilinden bize dirilten bir meltem gönder. Hakkındaki recâ ve hüsn-ü zannımızı rahmetinin serhaddine ulaştır ve bizi o ufkun ümitli dilencileri kabul ederek gönüllerimizi imanî heyecanla şahlandır ve dillerimizdeki bağları çöz; çöz ki hâlimizi arz ederken yeni bir günah işlemeyelim.
Mücrimiz, düşkünüz, derbederiz. Ve yakın tarihimiz itibarıyla hiç bu kadar dağılmamış, bu kadar zaafa düşmemiş, bu kadar senden uzak kalmamış; sürekli “Sen, sen…” diyenler dahil asla bu ölçüde sensizlik yaşamamıştık.
Ey talihsizlerin sığınağı, ey âcizlerin güç kaynağı, ey dertlilerin tabibi ve ey yolda kalmışların hâdîsi ve yol göstereni! Bir kere daha sana dehalet ediyor ve içimizi son bir kez daha sana döküyoruz. Boş şeylerin arkasından koşup durduk; olmayacak hülyalara gönül bağladık. Ümit ettiklerimiz yüzümüze bakmadı ve bel bağladıklarımız asla bizi umursamadı. Bugüne kadar senden başka sesimizi duyan, başımızı okşayan olmadı. Duygularımızla alay edildi; düşüncelerimiz cürüm sayıldı. Her yanda kundaklamalar yaşandı, her tarafta fitne ateşleri körüklendi, yananlar ocaklar gibi yandı ve yapılanlar ismet-i dine dayandı.
Şu anda duygularımız derbeder, davranışlarımız ahenksiz, ruhlarımız kirli, ayaklarımız titrek, ellerimiz mefluç, çoğumuz itibarıyla ümitlerimiz sarsık, havalar boz bulanık, mağripler hicranla tül tül, maşrıklar lütfuna kalmış... İşte böyle bir dağınıklık içinde sana geldik. Böyle gelenlerin ilki değiliz, sonuncusu da olmayacağız. Rahmetin, bu garip pişmanların ümit kapısı, bizler de bu kapının önündeki liyakatsiz dilenciler. Şimdiye kadar gelip senin kapında ihtiyaç izhar edenlerden boş dönen hiç olmamış; hiçbir kaçkın ve pişman da o kapıdan kovulmamıştır. O kapı senin kapın, onun başkalarından farkı da her gelene affındır. Bizi hilm ü silminle güçlendir. Zalimlere de varlığını duyur.
Ey her duada bulunana icabet eden ululuk tahtının sultanı! Şu anda binler, yüz binler senin karşında divan durarak ellerimizi sana açıyor ve külliyet kesbetmiş niyaz edalı soluklarımızla, kullarına her zaman açık bulunan, hiç olmazsa aralık duran rahmet desenli kapının tokmağına inleyerek dokunuyor ve “Biz geldik…” diyoruz. Herkesi ve her şeyi görüp gözettiğine, her sese ve herkese merhamet ettiğine gönülden inanarak kaçkınlığımızı muvakkat dahi olsa görmüyor, günahlarımızı af çağlayanların içinde tasavvur ediyor, karıştırdığımız haltlara değil, senin afv u safhına bakıyor ve ümitlerimizi ona bağlıyoruz; bağlıyor ve sen varsan -ki aslında kendinden var olan sadece sensin- bizim terk edilmemiz söz konusu olamaz. Enîsimiz sen isen, çevrenin vahşetinden bize ne! Her yanda şeytan ve avenesi içten içe homurdanıp duruyorlarmış, sen bizimle olduktan sonra ne ifade eder ki! Sen her şeyin biricik hâkimisin ve hükmünü engelleyecek bir güç de yoktur. Sen saltanat dairen içinde en küçük şeyleri görür, en cılız sesleri işitir, hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi cevapsız bırakmazsın.
Şimdi biz de, bize verdiğin isteme duygusu ve istenenleri vereceğin inancıyla rahmetinin vüs’ati genişliğindeki kapına dayanıyor, son bir kere daha hâlimizi arz etmek istiyoruz. Hâlimiz sana ayan, söyleyeceklerimiz bildiklerinin bir kısmını beyan. Beklediğimiz asırlardan beri bizi kıvrım kıvrım kıvrandıran dertlerimize derman. İcabet buyur ey Rahîm-ü Rahmân!
Dua hakkında, kısa kısa...
Allah ile münasebeti kavi tutmak lâzım. Bunun en önemli yollarından birisi insanlara karşı duyulan ilgi ve alâkadır. Size garip gelebilir bu tesbit; ama insanlara candan ilgi ve alâka ilâhî rahmetin ihtizazına vesile olacak derecede önemlidir.
* * *
Günümüzde Ümmet-i Muhammed’de sebeplere inanma meselesi çok büyütüldü. Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb’la olan münasebetimizi kırdılar, çatlattılar. Artık insanlar Allah’ın mevcudiyetini çok değil bir elli yıl öncesine nisbetle duymuyor ve hissetmiyorlar. Onun sevdiklerine karşı alâka da duymuyorlar. Hâlbuki Allah’ın mevcudiyetini vicdanında hissetmek, onun sevdiklerini sevmek yeri başka şeylerle doldurulmayacak ölçüde önemli hususlar arasındadır.
* * *
Bir hissimi ifade edeyim; ben namazların arkasında dua ederken ellerimi sizin ellerinizin altına koymuş gibi hissediyor ve dualarımın sizin dualarınızla birlikte arş-ı Rahman’a yükselmesini arzu ediyorum.
* * *
Kaside-i Bürde’den olan “Hüve’l-Habibullezi turcâ şefaatuhu/Likülli hevlin mine’l-ehvâli muktehimi/Mevlâye salli ve sellim dâimen ebedâ/Alâ Habibike hayri’l-halki küllihimi” parçasını selef-i sâlihîn belâ ve musibetlerin yoğunlaştığı anlarda bin defa okurmuş.
* * *
“Rabbenâ lâ tuazzibnâ bi zünûbinâ. Rebbenâ lâ tusallit aleynâ bi zünûbinâ men lâ yehâfuke velâ yerhamunâ. Verzuknâ hayrayi-dünyâ vel-âhira. İnneke alâ külli şey’in kadîr” me’surattan olmayan; ama ecdadın çok yaptığı dualar arasındadır.
* * *
Keşke insanlar falana filana lânet yağdırma yerine o vakitlerini dua ile geçirseler. Keşke şekilciliğin hâkim olduğu ücret karşılığı Kur’ân okuyanlar gibi değil de, herkes kendi gönlünün derinliklerinden kopan bir ses ile Allah’a yalvarsa. Keşke Cenâb-ı Hakk’a emir ve komut veriyor gibi değil de, bir dilenci hava ve edasıyla onun kapısının tokmağına dokunulsa. Ve keşke riya ve süm’aya açık olan mekânlarda değil de, hiç kimsenin olmadığı, Allah’a yürüme koyları sayılan tenha yerlerde insanlar içlerini Allah’a dökse.
* * *
Dua ederken kalbin saffetinin bozulmaması gerekir. Umumî yerlerde bu saffet balansını ayarlamak ve muhafaza etmek çok zordur. Bu balansı ayarlayamayanlar tenha yerlerde dua etmeyi tercih etmeliler. Riya ve süm’a ile o duanın kolunu kanadını kırmamalılar. Bununla beraber halk içinde insanların mevcudiyetini hissetmeksizin Rabb’ine yalvaranlar da elbette vardır. O yüreğe sahip olanlara diyecek bir şeyim yok.
* * *
Dua makamında içimizden geçirdiğimiz, mülâhaza ettiğimiz her şeyi mutlaka Allah bilir; ancak bunları telaffuz edersek melaike-i kiram onları yazar. O zaman bizim dualarımız kabule arz edilmiş bir dilekçe gibi olur. Sesin de, sessizliğin de yerine göre ayrı ayrı mânâları vardır.
* * *
İnsan bazen Rabb’i ile baş başa kalıp yana yakıla dua ettiği anlarda çıkarmış olduğu mırıltılar ile birlikte bambaşka âlemlere dalar. Öyle an olur ki hayal dairesinin genişliği nisbetinde melekler ve melekler ötesi âlemlere gider; gider ve orada Cebrail’in (a.s.) âdeta teşvikini alıyor gibi onun kendi sırtını sıvazladığını ve “Duaya devam et” dediğini işitir.
* * *
Dua ederken yaşadığım bir ruh haletimi sizinle paylaşmak istiyorum. Her duada “İnsanlığın İftihar Tablosu”na salât u selâm okuyorum. Ardından ya ismen teker teker hepsini zikrederek veya “...Ve alâ ihvânihî minen nebiyyîne vel-mürselîn ve alel-melâiketi’l-mukarrabîn ve alâ ibâdike’s-sâlihîne min ehli’s-semâvâti ve ehli’l-aradîn” diyerek diğer peygamberleri de duama katıyorum. Aksi halde Hz. Adem, Hz. Nuh ve diğerleri sanki bana küsmüşler gibi bir ruh haleti içine giriyorum.
Aynı ruh haleti vefatlarından sonra Cenâb-ı Hakk’ın izni ve inayetiyle tasarruf sahibi olduğuna inanılan zâtlar için de geçerli. Onun için Abdülkadir Geylanî, eş-Şeyh Hasan el-Harakânî, eş-Şeyhü’l-Harrânî, Akil el-Mübencî’yi anıyorum ve tabi ki Bediüzzaman, İmam Rabbanî, Muhammed Bahaeddin Nakşibendî, Hasan Şazelî, Ahmet Bedevî, Ahmet Rufâî... Hepsini tek tek sayıyorum.
Biliyorum, bunların hiçbirinin benim duama ihtiyaçları yok. Ama içimden öyle geliyor ki; “Neden senin intisabın bu kadar zayıf?” diyecekler. Evet, münasebeti kavi tutmak ve bunların Allah nezdinde –inşaallah– iltimaslarının ilâhî rahmeti ihtizaza getireceğine inanmak lâzım.
* * *
Büyük zâtlara iltica edip, onları vesile kılıp Allah’tan bir şeyler isterken çok dikkatli olmak ve söylenecek sözleri çok iyi seçmek gerek. “Evliya-i kiram hakkı için, hürmeti için” türünden şeylerle asıl maksad ve meramımızı Allah’tan istemeliyiz. Aksi halde o büyük zâtları rencide etmenin ötesinde -Allah korusun- farkında olmadan şirk deryalarına yelken açabiliriz.
Dua heyecanı
Musibetler zamanında okunacak hususî dualar var. Bunların musibet kalkıncaya kadar okunması lâzımdır. Fakat burada en önemli şey arkadaşlardaki dua heyecanıdır. İçten gelmesi lâzım o his ve heyecanın. Ferhat tam Şirin’ine kavuşacağı anda karşısına çıkan dağı aşmak için nasıl bir heyecan duyar içinde, işte öyle bir heyecan. Hatta din-i mübin-i İslâm’ın îlâsı adına duyacağınız heyecan Ferhat’ın, Mecnun’un heyecanından binlerce, milyonlarca kat fazla olmalıdır. Benim için Leyla, Şirin, Ferhat veya Mecnun hiç önemli değil; ama tabiat-ı beşeri inkâr etmemek lâzım. Leylevîler, Şirinîler çok dünyada. Onun için bu misali verdim. Yoksa “Dua yapalım” dendiğinde angarya kabilinden bir şey yapılır ki ona dua denmez.
Duanın bir mekânda hep birlikte yapılması taraftarıyım. Zira arkadaşlardan bazılarının tertemiz atmosferi diğerlerine tesir eder, huzur-u kalbe vesile olur. Bu da o mecliste bulunanları biraz daha temkine, teyakkuza ve ciddiyete sevkeder. Diğer taraftan insanın sadece kendi kendine olması ve seccadesinde içini Allah’a dökmesinin, elbette farklı bir açıdan birlikte yapılan duaya faikiyeti, üstünlüğü var. Evet, hiç kimsenin bilmediği, görmediği bir yerde el açıp, içini Rabb’ine dökmenin değeri hiçbir şey ile ölçülemez.
Halis ubudiyet ifade etmesi açısından dua, çok namaz kılmadan, çok oruç tutmadan daha önemlidir. Çünkü dua, sebepleri ve şartları nazar-ı itibara almadan, Hazreti Müsebbibü’l-Esbab’tan tasavvurları aşan ve tenasüb-i illiyet prensibine göre melhuz olmayan şeyleri isteme demektir. Mesela, cennet... Kendi iktidarınızla cenneti nasıl elde edebilirsiniz? Kabri nasıl aşabilirsiniz? Sıratı nasıl geçebilirsiniz?
Dua ederken mübalâğa etmeme bir esastır. Ama bunu bazıları çok dua etmeyin şeklinde anlıyorlar. Benim anlayışıma göre bu kabil bir şerh yanlış. Doğrusu çok dua etmeme değil, duada lüzumsuz teferruata girmemedir. Mesela; “Allahım! Benim şu işim olsun veya kara kaşlı, kara gözlü bir oğlum olsun, saçları hiç dökülmesin, bana bir cennet ver, yamaçlarımın sağ tarafında şunlar, sol tarafında bunlar olsun, ırmakları şöyle aksın, hurileri böyle olsun…” İşte bunlar dua değil, gevezeliktir.
Câmî (kapsayıcı, muhtevası geniş) lâfızlarla dua etme duanın en önemli buudlarından biridir. “Rabbenâ âtina fi’d-dünya haseneten ve fi’l-âhireti haseneten. (Rabb’imiz! Bize dünyada da ahirette de hasene ver.)” duasındaki “hasene”; “Allahümme ahsin âkibetenâ fi’l-umûri küllihâ. (Allahım! Bütün işlerde akibetimizi güzel eyle.)”deki “Fi’l-umûri küllihâ (her türlü iş, durum, keyfiyet)”; “Allahümme innî es’elüke min hayri mâ seeleke bihî Nebiyyüke sallallâhu aleyhi vesellem, eûzü bike min şerri mesteâzeke minhü Nebiyyüke sallallâhu aleyhi vesellem (Allahım! Ben senden, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin istediği hayırları istiyor ve onun sana sığındığı şerlerden de sana sığınıyorum.)” duasındaki “Min hayri mâ seeleke ve min şerri mesteâzeke (onun istediği hayır, sığındığı şer)” ibareleri câmî lâfızlara en güzel örneklerdir. Ben bu son duayı haddimi aşarak çeşitli ilavelerle şu şekilde yapıyorum: “Allahümme innî es’elüke min hayri mâ seeleke bihî cemîu’l-Enbiyâi ve’l-Mürselîne ve’l-Evliyâi ve’l-Asfiyâi ve’l-Mukarrabîne ve’l-Makbûlîne ındeke, eûzü bike min şerri mesteâze minhü cemiu’l-Enbiyâi ve’l-Mürselîne ve’l-Evliyâi ve’l-Asfiyâi ve’l-Mukarrabine ve’l-Makbûlîne ındek. [Allahım! Ben bütün enbiyâ, mürselîn, evliyâ, asfiyâ, mukarrebîn (sana yakın kullarının) ve makbûlînin (senin nezdinde makbul kullarının) senden istediği hayırları istiyor ve bütün bunların sana sığındığı şerlerden ben de sana sığınıyorum.]”
Bu çerçevede bir başka câmî dua da şu olabilir; “Allahümme es’elüke min hayri mâ seeltüke min evveli yevmin ilâ sâati hâzihî ve eûzü bike min şerri mesteaztü minhü min evveli yevmin ilâ sâati hâzihî. (Allahım! Senden, ta ilk günden şu âna kadar istemiş olduğum hayırları istiyorum. Sana sığınıyorum ilk günden şu saate kadar sana sığınmış olduğum şerlerden.)”
“Ya Rabbî, ilâ mâ tuhibbu ve terdâ. Allahümme afveke ve âfiyeteke ve ridâke. (Ey Rabb’im! Seveceğin ve razı olacağın şeyleri yapmaya bizi muvaffak eyle. Allahım! Senden af, afiyet ve rızanı istiyorum.)” da çok yapılması gerekli olan dualardan biri. Evet, kendinize rağmen dahi olsa, Allah’ın hoşnut olacağı, seveceği, razı olacağı şeyleri isteyin. Çünkü önemli olan onun hoşnutluğudur.
Yağmur yağarken…
Yağmur yağıyor şu an. O yağmur -ki diğer adı rahmettir- Allah’tan, rahmet semasından yeni kopup gelen şeyin adıdır. O şimdi üzerinde öbür âlemin çizgilerini taşıyor, o âleme ait turfanda televvünlere âyinedarlık yapıyor. Bu esnada eğer gönüller Allah’a teveccüh eder, diller onu mırıldanırsa, Allah o duaları kabul buyurur. Şimdi siz, sizin için hayatta en önemli gaye ne ise, o gayeye kalbinizi kilitleyerek Cenâb-ı Hakk’a dua edin, o meramınızı isteyin. “Güzel söz ona çıkar, iyi amel ona yükselir” diyor Kur’ân. Dolayısıyla ondan gelenlerin geldiği şu anda, ona gidecek şeylerin gitmesinde bir kolaylık söz konusudur. Yani gök kapıları açık, rahmet geliyor, yerden kelimeler de ona yükseliyor.
İsterseniz benim kelimelerime kalbinizin heyecanıyla iştirak edebilir, âmin diyebilirsiniz: “Allâhümme a’li kelimete’llâhi ve kelimete’l-hakki ve dîne’l-İslâmi fî külli enhâi’l-âlem. Veşrah sudûranâ ve sudûra ibâdike fî külli enhâi’l-âlemi ile’l-îmâni ve’l-İslâmi ve’l-ihsâni ve’l-Kur’ân vestahdimnâ fî hâzâ’ş-şe’n. Vec’alnâ min ibâdike’l muhlisîne’l muttakîne’l veriîne’z zâhidîne’l mukarrabîne’r râdîne’l merdıyyîn. Allâhümme yâ müfettiha’l ebvâb! İftah lenâ ümmete Muhammedin sallâhu aleyhi vesellem lâsiyyemâ ihvânî ve ehavâtî ve asdikâî ve sadâikî ve ahbâbî ve ehibbâî hayra’l-bâb. Rabbenec’al lenâ min emrinâ ümmete Muhammedin sallahu aleyhi vesellem lâsiyyemâ emra ihvâni ve ehavâti ve asdikâi ve sadâikî ve ahbâbî ve ehibbâî fî külli enhâi’l-âlemi ferecen ve mahrecâ, ve sallallâhu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve ashâbih.”
[Allah’ım! Yüce adını, hak kelâmını ve din-i mübin-i İslâm’ı dünyanın dört bir tarafında yücelt! Gönüllerimizi ve dünyadaki bütün kullarının kalblerini imana, İslâm’a, ihsana ve Kur’ân’a aç! Bizi bu yolda istihdam eyle! Bizleri ihlâslı; kılı kırk yararcasına takva hayatı yaşayan; zühdü esas edinen; kurbiyetine mazhar olup senin yakınlığını kazanmış; senden razı olmuş, senin de kendilerinden razı olduğun kullarından eyle! Allah’ım, her kapıyı açan Rabb’im! Biz Ümmet-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem), hususen kardeşlerimiz, dostlarımız ve sevdiklerimize hayır kapılarını aç! Ey Rabb’im! Biz Ümmet-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem) ve hususiyle de dünyanın dört bir tarafındaki kardeşlerimiz, dostlarımız ve sevdiklerimize bir rahatlık, sıkıntılarına bir çıkış yolu ihsan eyle! Salât u selâm Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), âl ve ashabı üzerine olsun.]
- tarihinde hazırlandı.