Hastalık, hastahane mülâhazaları ve ötelere hazır yaşama
Öteden beri kalb atışlarımda bir aritmi (düzensizlik) hissediyordum; ama bu son yaşadığım farklı bir şey. Son günlerde çok sıkılmıştım. Birkaç mesele oldu ki, âdeta belimi büktü. Her insanın bir duyarlılık ve hissetme seviyesi vardır. Her Müslüman, Allah’ın tanıtılması, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) adının cihana duyurulması meselesinde dertlidir. Ben kendim için “dertli” diyemeyeceğim, şu arz ettiğim şeyleri bir fazilet olarak da söylemiyorum; fakat ümmet-i Muhammed’in çektikleri sineme bir hançer gibi saplanıyor.
Dünyanın dört bir tarafında ezilen, horlanan, mazlum ve mağdur durumdaki insanların hayali gözümün önünden bir türlü gitmiyor. Onların ıstıraplı hali yanında yüce dinimizi tanımayan insanların vaziyeti de içime dert oluyor. Belki her vakit gönlümden şu duyguları geçiriyorum: Herkes İslâm’ın nuruyla aydınlansın; her gün birkaç ihtidâ olsun; ihtidâ etmeyenler de, hiç olmazsa hoşgörüye, diyaloğa açık yaşasınlar. Bunları arzu ediyorum ve bu işin kolay olmayacağını da biliyorum. İşin tabiatını bildiğim halde bu duygumun aksine cereyan eden hâdiseler beni hasta ediyor.
Hatta bazen, “Benim en başta vereceğim bir canım var. Cenâb-ı Hak insanları barış içinde, diyaloğa açık, kendisine ve kullara karşı saygılı yapacaksa; bunun karşılığında da canımı alacaksa hemen alsın da o neticeyi hâsıl etsin” diyorum. Istırap bu olunca kantar ne kadar şeyi tartar hesap etmek lâzım. Zannediyorum, herkes benden çok inanmıştır. Herkes dinin i’lasını ister; herkes her yerde nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi duymak ister. Ama o güzel kullar “Dertliyim dersin, öyleyse belâ-yı dertten âh eyleme!” diyor ve dertlerini sinelerine gömüyorlardır. Benimkine gelince, o, sesli düşünce… Benliğimi saran ve beni hasta eden çığlık…
En kötüsü de, “iç sebb (kınama)” diyebileceğim bir hale maruz kalıyorum ki, o da beni fevkalâde rahatsız ediyor. Başta kendim, daha sonra da çok sevip takdir ettiğim arkadaşlarım hakkında bazen “Biz bunca zamandır neden binlerce gönüle giremedik. Oysa, kalblere girerek Allah’ı kullarına sevdirmek yine Cenâb-ı Hakk’ın emri, onun muradı değil mi!...” Bu duygular benliğimi sarınca kendimi zorluyor ve “Biz ne yaparsak yapalım hidayet Allah’ın elindedir. Allah dilemeyince iman insanın kalbinde hâsıl olmaz. Bu işin tabiatı böyle” diyorum. Fakat yine içimde sebb başlıyor ve “Yahu! İnsanların samimiyetinin, iradesinin hiç mi payı yok? Bu hususta sahabeyi muzaffer ve muvaffak kılan şey neydi? Hz. İsa’nın havarilerini muvaffak kılan neydi? Öyleyse durumumuzu gözden geçirmek lâzım. Neden onlar çok dertli ve insanlara iman nurunu taşımada o kadar hızlıydı ve neden biz böyle âheste davranıyoruz?” demekten kendimi alamıyorum. İşte böyle kafamda alıp veriyorum. Hayır, bu hal mü’minler hakkında sû-i zan değil, onlara olan hüsn-ü zannın meydana getirdiği bir beklenti...
Bir mesele daha var ki, ben de o aziz sultan gibi diyeyim:
Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi
Hatta kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni
İttihad etmekken a’daya karşı çaremiz
İttihad etmezse millet, dağidâr eyler beni.İnanan gönüller âşıkâne birbirine bağlı olmazsa; hasbî ve fedakâr olmazsa; işe yaramadığı ya da yaramıyor olduğunu zannettiği yerde kenara çekilmeyi bilmezse... Off!... Öyle bir dert ki...
İşte bu gibi şeyler bana çok ağır geliyor. Yatıyorum, uyuyamıyorum. O gece de böyle oldu. Gece boyunca kıvrandım. Sabah kalkınca birden şiddetli ter boşaldı. Eskiden “izordil” alınca o sıkışıklık geçiyordu. Yine “izordil” aldım; ama geçmek ya da azalmak yerine kalb atışlarındaki düzensizlik iyice arttı. Gitmek istemesem de, arkadaşlar ambulans çağırmış, sedyeye koyup acilen hastaneye götürdüler.
Allah (celle celâluhû) değişik hâdiselerle bize kendisini hatırlatıyor. Bizi ikaz ediyor. “Soğukta durmayın üşürsünüz” diyor. O bizi zaten biliyor, hâdiselerle de bizi bize gösteriyor. Acı veriyor, canımızı yakıyor; ama neticede bizi kendisine celbediyor.
Kalbin ritmi çok bozulunca doktorlar elektroşok yapılması gerektiğini, elektroşokun tesirini azaltmak için de uyutmaları lâzım geldiğini söylediler. O an “Tekrar uyanamama da var işin içinde…” diye aklımdan geçti. Son birkaç nefes kendisine bahşedilen bir insan ne demeliyse onu düşündüm. “Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke lehû” dedim, uyumuşum. Hamdolsun, ölseydim de hiç olmazsa son sözüm yine “O” olacaktı.
Şu anda kendimi biraz daha iyi hissediyorum. Bir kere psikolojik olarak rahatladım; üzerimdeki kanı, alkollü ilaçları yıkadım. Teyemmüm yapıp öğle ve ikindi namazlarını cemederek kılmak zorunda kalmıştım. Şer’ân gerekli olmasa da, gönül huzuru için şimdi onları bir kere de kaza ettim. Diğer namazlarımı da kaza edeceğim.
Erzurumluların çok güzel bir duası vardır; “Az ağrı, âsan ölüm, tekmil iman-Kur’ân” ile dünyadan gitmeyi isterler. Ben bunun sonuna bir cümle daha ekliyorum: “İlâ yevmil kıyam, i’lâ-yı kelimetullah’a devam” Kıyamete kadar Allah’ın adını yüceltme vazifesine devam, diyorum. Başka bir isteğimiz yok bizim. Allah’tan istediğimiz bu. Ötelere yürüyeceğimiz âna kadar vifak ve ittifak içinde hizmete devam.
Bazen insan hayatı yaşar, bazen de onu sırtında taşır. Bazen hayatın sâlisesi, saniyesi, dakikası, cennetleri alabilecek kadar pahalı şeylerle geçer. Bazen de insanın bütün bir hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu adına işe yarar ameller açısından ceviz kabuğunu doldurmayacak çer çöpten ibaret kalır. Sorsalar, “Sen Allah için ne yaptın? Bugün değil bütün ömrün boyunca ne yaptın?” Maalesef, bazılarının bu soruya verecek cevabı yoktur.
Onların yaşadığı; kin, nefret, iğbirar ve düşmanlıkla bulanmış acı bir vetire ve “Aman vermeyin, vurun, iflahlarını kesin!” çığırtkanlıklarıyla dolu, cismâniyet altında kalmış, ezilmiş, hayattan daha çok rezalet diyebileceğimiz kâbus gibi bir rüya. Uyandıkları zaman anlarlar. Görününce işin öbür ucu; tecelli edince hayata terettüp eden; hayatın gerçek burcu… Ne türlü bir bayrak dalgalandığını görürler; şeytanın bayrağı mı, Hazreti Rahman’ın bayrağı mı? İşte hepsi o kadar.
Biraz değiştirerek o kutlu gibi diyeyim: Eyvah aldandık, şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçer. Şu temelsiz ömür dahi bir çay gibi akar, bir rüzgâr gibi eser. Önüne katıp sürüklediği de sizin hayatınızın hazan yemiş yapraklarıdır.
Yakınlarımdan bir tanesini vefatından sonra rüyada görüyorlar. Yine abdest alma tavrı gibi hoş bir hali var. Diyorlar ki; “Sen ölmedin mi? Nasılsın?” “Vallahi ahiret çok kötü değil, hatta dünyadan daha iyi” diyor. “Peki sen cennetlik misin, cehennemlik mi? diye sorulunca, “İşte ona gelince, onu bilemiyorum” diyor. Bu hususu biz de bilmiyoruz; bildiğimiz bir şey varsa o da, akıbetimizden endişe etmemiz gerektiği ve ona hazırlık yapmamızın lüzumu.
Aslında, cennetlik mi cehennemlik mi olduğumuzu merak etmek değil de, o mevzuyu çok iyi bilmiş olmanın gerekleri nelerse onları yerine getirmek önemlidir. Mesela, bilseydin ki iki alternatif var. Hayattan sonra ölüm var; daha sonra hayatın hesabını vermek, ebedî saadeti kazanmak ya da kaybetmek var. İşte bir haşr u neşrin, cennet ve cehennemin varlığını bildikten sonra ne yapmak lâzımsa onu yapmak önemlidir.
Hz. Ali’nin “Dehriyyun”a dediği gibi, “Siz diyorsunuz ki cennet yok, öbür âlem yok, ebedî saadet yok; ben de diyorum ki bu inkâr ettiklerinizin hepsi var. Şimdi iş benim dediğim gibi ise, siz ne kaybettiğinizin farkında mısınız? Farz edelim ki; sizin dediğiniz doğru olsun. Ben ne kaybederim ki. Sadece hayatımı disiplin içinde geçirmiş olurum.” İşte, basit bir ifade içinde yüksek bir mantığın seslendirilmesi.
Ölüm... Bir anlık bir mesele. Hiç gaflete tahammülü yok. Kalbte bir iğbirar, bir kendini beğenme, kibir, amelde başka mülâhazalara girme... Ya o gaflet anında bastırırsa ne yaparsın. O kopukluk içinde gelir çullanırsa ne edersin. Daha kötüsü de vardır; ama o buradaki arkadaşlardan fersah fersah uzaktır. İçki içip sarhoşken denize uçanlar; alkolden ölenler; birbirini bıçaklayanlar; fuhşiyât içinde gidenler… Bunlar meclisten dışarı şeyler. Hep dışarı kalsın, evlad u ıyalinizden de arz ve sema uzaklığında uzak kalsın.
Bir düzen kurulmuş; bu düzen tamamen ebedî âlem için işliyor, çarklar hep onun için dönüyor. O âleme ait ürünler hâsıl ediyor. Bu düzene uymayanlar düzensiz yaşıyorlar. Onlar da enerji sarf etseler bile anarşist enerji sarf ediyor, aritmik yaşıyorlar. Ahiret buutlu bir ömür sürmeyenlerin çok huzurlu oldukları da söylenenemez. İyi inansa insanın hiç kaybı olmaz. Ve inancın gereğini yaşamak Üstad’ın namaz için dediği gibi çok ağır bir şey de değildir.
Büyük bir talihsizlik; Allah’ı tanımama, ahireti bilmeme. Ne liyakatimiz vardı ki? O bize lütfetmiş. Azıcığını bile olsa; numunesini vermiş; “Bakın, tadın” demiş.
Evet, akıbet ve encam çok önemlidir. İnsan, hayatın bir noktasında öyle köpürür ki magmalar gibi, fakat hafizanallah bir inkıtaya girer, bir insilah (Araf Sûresi 175’inci âyette zikredilen şahısta olduğu gibi inanç ve itikadından yavaş yavaş sıyrılıp kopma) baş gösterir. Hiç farkına varmadan uzaklaşır, uzaklaşır, hiç duymamış, tatmamış gibi olur. Kupkuru, kaskatı bir ceset gibi… Encam çok önemlidir. O da ısrara bağlıdır. Kat’iyen kendi ameline, kendi mârifetine güvenmemeye bağlıdır. Onun emrettiği şeyi katlayarak yapma; fakat asla kendine güvenmemeye…
Her şey senden sen Ganî’sin
Rabb’im sana döndüm yüzüm.Acz, fakr, ihtiyaç, şevk, şükür mesleğinin gereği budur. İnsanın, sürekli kendisinin bir sıfır olduğu mülâhazasıyla yaşaması... Onun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Allahümme ahsin akibetenâ fi’lumuri kullihâ ve ecirnâ min hızyi’ddünya ve azabi’lahirah. (Allah’ım, yapıp edegeldiğimiz bütün işlerimizin neticesini hayırlı ve güzel eyle. Bizleri dünyada rezil rüsvay olmaktan ve ahiret azabından koru.)” “Ahsin akibetenâ. (Sonumuzu hayır eyle, akıbetimizi ihsan televvünlü eyle.) diyor. Yani, en büyük lütufta o zaman bulun bize, gözümüzü aç... Bizleri sana kulluk yapıyor olma zirvesine ulaştır. Varlığını benliğimize bütün enginliği ile duyur. Ve başka şeylere ihtiyaç bırakmayacak şekilde kendinle bizi doyur. Amin!...
- tarihinde hazırlandı.