Günah-irade münasebeti
Soru: Günah esnasında insan, iradesiyle değil de hevâsıyla mı hareket ediyor? Günaha karşı duruş nasıl olmalı?
Cevap: İradenin karşısında iradesizliği, kendini salmayı kullanmak lâzım. Hevâya karşılık da Hüdâ kullanılmalı. Bir şey, ya Cenâb-ı Allah’ın rızasına muvafık olarak âsâr-ı Hüdâyladır veya tesir-i hevâyladır. Hevâ; heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, nefsî zevkler demektir ve esasen disiplinsizliğin, emir ve nehiylere karşı duyarsızlığın, prensipsiz yaşamanın ayrı bir ünvanıdır. Ancak, işlenilen günahlar hevâya uyularak işlendiğinden dolayı günah deyince hep “hevâ” hatıra gelmektedir. Leyla Hanım da öyle der: “Hevâ-yı nefsime uydum, pek çok günah ettim, huzura hangi yüzle varayım ya Resûlullah!” Evet, günah işlenmişse, hevâ-yı nefse uyularak işlenmiştir; yani, nefsin istekleri, arzuları, ölçü içine girmeyen ve disipline edilememiş, kıstas ve kriter kabul etmeyen kaprisleri arkasına düşülerek günaha girilmiştir.
Söz hevâda bitince sapıklık mukadderdir, günah kaçınılmaz olur. Kur’ân-ı Kerim’de meâlen, “Baksana şu kendi hevâ ve heveslerini tanrı edinen kimseye!” (Furkan, 25/43) denilerek doğru yoldan ayrılan insanın zamanla kendi hevâsını ilâh gibi görmeye başlayacağı ifade edilmiştir. Zaten, bir hadis-i şerifte de, “Gök kubbe altında Allah’tan başka tapılan şeyler içinde hevâdan daha dehşetlisi yoktur” buyurulmaktadır.
İnsan kararlı olmazsa, yerinde sağlam durmazsa; yani, Allah Teâlâ karşısında sürekli rükuya, secdeye kapanmazsa ve kendini hakirlerden hakir görmenin yanı sıra “Aman kopmayayım!” diye sürekli letâif-i Rabbâniyesini koruma hususunda bir nöbettar gibi durmazsa hemen kırılabilir, kalbî hayatında çok çabuk çatlama olabilir. Bazen insan öyle hatalara düşer ki, bir dakikalık gaflet onu sarar, nefsindeki fena duyguları harekete geçirir. Ve insan bir hareketle, bir hamleyle hemen bu atmosferden sıyrılmazsa dönemeyeceği bir noktaya sürüklenebilir. Bundan dolayı, kul öyle bir hevâîliğe girdiği zaman hemen Hüdâ’ya yönelmeli; nefsine rağmen “Aman ya Rabbi!” demelidir.
Bazen de fevkalâde bir inâyet insanın imdadına yetişebilir. Tam fenalığa adım atacağı zaman dizinden tekme yemiş veya ayağına bir şey saplanmış gibi olur. Hemen geriye döner, o içine gömüldüğü kötü halden sıyrılır, tehlikeli bölgeden uzaklaşır. Fakat böyle harikulâde bir halas her zaman söz konusu olmaz. Allah muhafaza, nazarlarımız yanlış bir yöne kayar; o şaşılık, fasit bir dairenin ilk halkasını teşkil eder. O alır bizi ikinci halkaya götürür. Üçüncü halka, dördüncü halka… Derken halkaların sayısı ve derinlikleri arttıkça artar. Öyle bir noktaya gelir ki insan, tamamen boğulacağı bir derya bulur karşısında ve tutunamaz, boğulur gider dalgalar arasında. Nice serv-i revân canlar, nice gül yüzlü sultanlar, hiç farkına varmadan o deryada boğulup gitmişlerdir.
Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sıhhat derecesiyle alâkalı işaretin ne olduğunu bilemediğim bir hadis-i şerifte, “Ruhunuzu hevâîlik sardığında hemen o halden uzaklaşmaya bakın” buyurmaktadır. Yorganı başınıza çektiğinizde, bir yerde tek başınıza kaldığınızda veya bir ikinci arkadaşla gaflete gömüldüğünüzde, hemen o atmosferi parçalayın ve uzaklaşın oradan. Geri dönemeyeceğiniz bir noktaya çekilmeden kaçın o atmosferden.
Günahlar ve günaha çağıran davetçiler tıpkı öykülerdeki gulyabânîler gibidir. Bir tepe, iki tepe, üç tepe... Nerede karşınıza bir peri kızı gibi çıkacakları veya bir ifrite dönüşüp sizi perişan edecekleri belli olmaz. Karşınıza çıktıkları zaman da işiniz bitmiştir artık.
Gözlerimin dibinde, kılcallarda serum sızması var. Bir kere dikiş attırdık, bir kere daha attırmaya gittik, “Şimdilik gerek yok” dediler. Bazen göz, Allah’ın izniyle, kendi kendini tamir ediyor. Fakat bazen de bir müdahalede bulunulması gerekiyor. O sızmalar, aletsiz edevatsız hissedilip görülecek hale gelince, sebepler planında artık tedavi mümkün olmuyor. Ben de serum sızmasını anlamak için bazen bir gözümü yumup öbürüyle, daha sonra da onu yumup diğeriyle bakıyor, kontrol ediyordum. Yusuf Beye “Ben bunu emâresiyle nasıl sezebilirim?” dedim. Dedi ki, “Hocam! -hafizanallah- sezdiğiniz zaman zaten iş işten geçmiş demektir.” Anlıyor musunuz?! Hata, günah ve yanlış yöne atılan bir adım öyle bir noktaya çıkar ki, orada iş işten geçmiş olur.
Evet, yine tıpkı uyuşturucuya benzeyen günahlar vardır. Onlarda bir temâdî söz konusudur. Bir kere alışınca, insanın o meretten yakasını kurtarması çok zordur. Bir kere başladıktan sonra bırakmak, ilkine karşı direnmeye oranla on kat daha güçlü bir irade ister. Ama diğerlerine gelince, onlar anlık meselelerdir. Fakat onlar da insanı boğabilirler. Böyle anlık ruh haletleri içinde verilmiş nice kararlar vardır ki, insanın manen ölümüyle sonuçlanır. O ruh haleti içinde karar verirsiniz, fakat bitersiniz.
“Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr ederler.” (Mutaffifîn, 83/14) âyetini açıklama sadedinde Resûlü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir. İşte, Kur’ân’da Yüce Allah’ın ‘Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.’ (Mutaffifîn, 83/14) âyetinde bildirdiği pas budur.”
Evet, manevî hayatımızda meydana gelen öyle bir leke veya pas, Allah’tan gelen tecellilerin mahiyetimize tam aksetmesine mâni olur, orada bir körlük oluşturur. Her bir günah, ikinci bir günaha çağırıcıdır. Bir hata, ikinci hata için bir davetiyedir. Bir kere düşme, insanın ikinci kere ciddî olarak düşmesinin mukaddemesi sayılabilir. Bir kere kayınca toparlanmaya muvaffak olursanız, o mekânda kayıldığını ve yine kayılabileceğini düşünerek oradan uzaklaşmanız iktiza eder. Fakat yine yürümeye devam ederseniz, biraz da sarsılma psikolojisi ile kayıp tekrar düşmeniz mukadderdir.
Aslında, daha baştan, öyle bir atmosfere hiç girmeme; sürekli tedbirli, temkinli yaşama; tasavvuftaki teyakkuzun baktığı ufukta dolaşma; yani, sürekli ona ait duyguların feverânını, feyezânını hissetme ve insanı hep onun huzuruna çekecek bir çevrede bulunma çok önemlidir. İnsan, veli bile olsa, kat’iyen nefsine güvenmemeli. İyi bir yol arkadaşı seçmeli. Gözleri hep üzerinde olacak, arkadaşının gözleri onun üzerinde oldukça da bir başka nazarla asla çarpılmayacak bir hayırhah bulmalı. Onun gözleri de diğerinin üzerinde olmalı. Muayene diyebiliriz buna; yani, karşılıklı bakışma, iki dostun gözlerinin birbirini desteklemesi. Böyle bir irtibatta iki göz arasına bir üçüncüsü girip çarpamaz, Allah’ın inayetiyle. Böylece o iki arkadaşa da nazar değmez.
Maslahat-ı mürsele olarak, sufîlerin ortaya koydukları riyazât gibi şeyler bu mülâhazaya matuftur. Onda bir tecrid, belli bir süre bir alıştırma ve temrin vardır. Kırk gün, insanı tehlikeli atmosferden uzak tutma, yeni bir havaya alıştırma söz konusudur. Sâlik, ilk kırk günde tam motive olamazsa, o havayı tabiatının bir yanı haline getiremezse, yeniden bir kırk gün daha dener. Olmazsa bir kırk gün daha... Neticede insan az yemeye, az içmeye, az konuşmaya, az uykuya ve biraz da halvet hayatına alışır.
Bunu yapamayacak olan bir insan, başka türlü bir yolla kendini meşgul etmeli; Cenâb-ı Hakk’ın teyidine vesile başka bir atmosfer içinde bulunmalı. Ve nereye giderse gitsin, hangi işe teşebbüs ederse etsin, sürekli birilerine hakikati anlatıp, onları o noktada derinleştirme mülâhazası içinde olmalı. Gördüğü her insan hakkında, “Şunun ruhuna mutlaka bir şey duyurmalıyım, şu insana dinimi tanıtmalıyım, şuna da dalâlete düşmemenin yollarını anlatmalıyım” demeli. Mü’min bunun dertlisi ve hatta hastası olmalı. İşte, bu şekilde, oturup kalkarken hep bunları düşünüyorsa, böyle bir riyazâta ihtiyacı olmadan Allah (celle celâluhû) karşısında iki büklüm ve kendi ubudiyeti adına da dimdik durabilir, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Hata, nisyan ve günah deyip geçmemek lâzım; bunlar insanın insanlığını zamanla aşındırabilirler. Eğer, hata, nisyan ve günah yüzde bir ihtimalle bile olsa hakikaten bir gulyabânî gibi insanı ölüm noktasına çekecek ve tehlikeye atacaksa, böyle bir ihtimalden insan çok korkmalı ve titremelidir. Mesela, size deseler ki, “Gel, kalb ameliyatı ol; göğsünü yaracaklar; ama neticede rahat nefes alacak, daha kolay bir ömür süreceksin.” Fakat bu teklifle beraber, yüzde bir ihtimal de olsa, ameliyat masasından kalkamama ve ölüm riski de bulunduğunu söyleseler; önemser misiniz, önemsemez misiniz? Şimdilerde, kalb doktorları, ciddî rahatsız olanları teselli etmek için, birkaç sene önce yüzdelerle ifade edilen ölüm oranlarının bindelere çekildiğini; eskiden bir anjiyoda bile ölüm nisbetinin yüzdelerde olmasına rağmen günümüzde ancak bindelerde kaldığını iddia ediyorlar. Ama böyle bir ihtimalden dolayı doktor, masadan kalkamamanızdan korkuyor ve ameliyat etmeden önce size ölüm riskine razı olduğunuza dair imza attırıyor. “Ben böyle bir meselenin sonucundaki riski üstleniyorum” diyor ve imza atıyorsunuz. Doktor öyle korkuyor, siz de ameliyat odasına korkuyla gidiyorsunuz. Ameliyattan sağ salim çıkarsanız, herkes size “Geçmiş olsun” diyor. Çünkü siz, bir ölüm riski atlatmış oluyorsunuz.
Acaba insan, manevî hayatının ölümüne sebep olabilecek şeytanî ve nefsânî tuzaklara karşı neden aynı hassasiyeti göstermez? Kaldı ki, manevî hayat adına gulyabânîlerin ağına düşme riski, bir kalb ameliyatındaki gibi yüzde birle, binde birle de değil, çok kavî ihtimallerle ifade ediliyor. Bazen onda bir ihtimalle bile insan, kendisini helâkete, felâkete atabilecek bir yola girebiliyor. Mesela, yalnızlık bu istikamette atılmış çok yanlış bir adımdır. İki kişinin birarada kalması bile yine yanlış bir adımdır. Çünkü, iki kişi arasında da şerde mutabakat sağlamak kaviyyen muhtemeldir.
Bazen bir televizyonun düğmesini çevirme, karşınıza çıkacak çirkin bir görüntü açısından, bu istikamette atılmış yanlış bir adımdır. Hatta manevî hayat adına bu durumlardaki tehlike ihtimali çoğunlukla “ikide bir”e kadar çıkmakda, iki sahneden birinde ruha bir hançer vurulmaktadır. Bu açıdan biz, bu işin sonucunu hesaba katarak tehdit edici bir akıbetle karşı karşıya kalmamak için çok dikkatli olmalıyız. Bir farz veya bir vecibenin edası söz konusu değilse, gereksiz yere çarşıya çıkmamalı; boş boş gezmemeli; kalb ve ruhumuzda yaralar açabilecek herhangi bir hâdise ile karşılaşmamak için gözümüze, kulağımıza, adımlarımıza dikkat etmeliyiz. Mesela, bir internet sitesinde kaçta kaç ihtimalle insan çirkin bir manzara görür? Eğer o riski yüzdelerle ifade ediyorsanız bence çok tehlikeli bir zeminde yürüyorsunuz. Bu tehlikeyi düşünüp ona göre davranmanız teyakkuzdur, temkindir.
Bir farz, bir vacip söz konusu değilse niye kalbimin bozulacağı yere gideyim, niçin gönlümü yaralayacak sahnelere bakayım, neden sayfalar dolusu çer çöple ruhumu bulandırayım ki? Böyle risklere girmem için tekvinî ya da teşriî emirler açısından bir vecibe olması gerekir. Mesela, kalb krizi geçirmişsiniz, ambulansa koyup götürmüşler sizi hastaneye. Bu, tekvinî açıdan bir vecibedir. Diğer taraftan, vaaz-u nasihat edeceksiniz, tebliğ ve temsil vazifenizi yapacaksınız; o zaman da gideceğiniz yere gitmelisiniz. Çünkü, bu da teşriî bir vecibedir. Şu kadar var ki, arabaya bindiniz, çarşıdan geçtiniz… Her adımınıza dikkat edecek ve levsiyattan elden geldiğince uzak kalacaksınız. Ancak, bu durumda üzerinize sıçrayan çamur ve kirler, umumî ve kaçınılması güç sıkıntılardan (belvâ-yı âm) sayılır ve mazur kabul edilirsiniz. Aksi halde, bir adımın, bir duyuşun, bir bakışın hesabı vardır ötede. Sadece ötede mi? Hayır, burada da batmamanız mevzuunda sık sık karşılaştığınız inayet inkıtaya uğrar; artık inayet-i ilâhiye kesilir, yüzüne bakılmaz, elinden tutulmaz bir kaçkın olursunuz. Rahman ve Rahîm, böyle bir akıbetten hepimizi muhafaza buyursun.
Oysaki, düşeceğiniz bir yerde, sürçtüğünüz bir anda bile çoğu zaman bir inayetle, bir riayet ve kilâetle kurtuluyorsunuzdur. Mesela, nefis atına binmiş bir günaha yürüyorsunuzdur; hiç beklemediğiniz bir yerden bir dostunuz çıkıverir karşınıza. “Gel, bir çay içelim” der. Bir bardak çay içecek kadarlık bir sürede, ruhunun ilhamlarını boşaltır sizin sinenize. Allah söyletir, o da sizin kalb hastalıklarınıza çareler söyler. Ve ondan ayrılırken bakarsınız ki, içinizde günaha karşı bir azim kalmamış, sevap mahalli arama iştiyakı hasıl olmuş gönlünüzde.
Fakat böyle bir himaye ve inâyet için siz, size ait olan zeminde kalmalı, sınırı aşmamalısınız. Şüpheli bölgeye yaklaşmamalı, oraya kilometrelerce uzak durmalısınız. Siz, size ait sınırlar içinde kalmaya çalışırsanız; elinizde olmayarak öbür tarafa girme söz konusu olduğu durumlarda o kilâet, o vekalet, o hıfz, o riayet ve o inayet hiç beklenmedik bir şekilde karşınıza çıkar ve sizi, yürümesini bilmeyen çocuk düşeceği zaman annenin, babanın arkadan, iki omuzundan tutup onu kurtardığı gibi kurtarır. Görürsünüz, iliklerinize kadar hissedersiniz bu himayeyi. Ama siz önce kendi sınırlarınız içinde, melikin hudutlarına riâyetkar olarak kalmalısınız.
Evet, kulluk kıldan ince, kılıçtan keskindir. Varıp onun üstünde ev yapanlar da vardır, onun üzerinde duramayarak yuvarlanıp helâk olanlar da.
Maalesef, insanların görme ve idrak ufku çok dar. Dar olduğu için de hata, nisyan ve günahların kendilerine neye mal olduğunu bilmiyorlar. Bazıları inkâr etse ve “Peygamber neden görüyor da ben görmüyorum?” diyerek maddeperest bir tavır sergilese de görebildiğimiz âlemin, şu buudların dışında, daha pek çok âlem, pek çok buud var. Görülebilecek çok şey var daha. Peygamber, vazifesi ve misyonu icabı farklı donanımıyla, sizin görme ufkunuzun üstünde çok daha farklı şeyler görüyordu. Sadece peygamber de değil; ben çehrelerde mânâ okuyan, içten geçeni duyan, dinleyen, birinin ellerine baktığı zaman onun hakkında hükmünü veren insanlar gördüm. Bunlar objektif olmayabilir; ama Allah duyurursa onlar duyar, gördürürse görür, okutursa okurlar.
Hz. Osman’ın (radiyallahu anh) böyle bir firasetinden bahsederler. Camiye gelirken bir sokaktan geçme esnasında gözü harama ilişen bir sahabiyi üslubunca ikaz ettiğini anlatırlar. Zaten, mü’min, Allah’ın nuruyla, basiret ve firasetle bakmıyor mu etrafına? Aranızda öyleleri vardır ki, sizin gözünüzden üç yüz mânâ okurlar. Fakat başkaları kendi görmeleri sınırlı olduğu için onun okumasına bir mânâ veremezler; o da Allah’ın sırrını vermemek için saklar kendini. Eşyanın melekûtuna açık gözler kim bilir daha ne kadar şey okuyor insanın gözünde, ağzında, kulağında, burnunda, yürüyüşünde ve duruşunda?
İşte, âh bir görülse, hata, nisyan ve günahlar ne yaralar açıyor gönüllerde!... Ah bir bilinse, bu gulyabânîler ne katliamlar yapıyor kalb ve ruh ufkunda!...
- tarihinde hazırlandı.