Enaniyet ve Aidiyet Hisleri
Bediüzzaman Hazretleri işlenecek günahlarla insanda var olan bazı latîfelerin söneceğinden veya öleceğinden bahsederek Lem’alarda şöyle der: "Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür."
Her latîfenin bir gaye-i hilkati vardır. Hilkat gayesine uygun biçimde o latîfenin kullanılmaması elbette onun dumûra uğramasına veya ölmesine neden olacaktır. Burada işin en önemli noktası söz konusu latîfelerin tekrar dirilip dirilmeyeceği veya daha doğru bir tabirle Allah tarafından tekrar diriltilip diriltilmeyeceğidir. Kanaatim o ki, eğer Allah’ın fevkaladeden bir lutfu ve inayeti olmazsa onların tekrar dirilmeyeceği ve diriltilmeyeceğidir. Bu açıdan Bediuzzaman’ın, Lem’alardaki aynı yazının devamında söylediği "Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork- bir lokmayla, bir daneyle, bir bakmakla o latîfelerini batırma" nasihatine iyi kulak kesilmek gerek.
Ancak iman başta olmak üzere marifetullah, muhabbetullah, mehafetullah ve zevk-i ruhaniye erip, hakikat yolcusu insanın asıl hedefi olan rıza-yı ilahiye ulaşabilmesi adına verilmiş olan latîfeler eğer küfür ve dalaletle ölüyor ve bir daha dirilmiyorsa, sonradan hidayete eren insanlar hiç bir yere varamazlar. Oysa ki, mühtediler içinde seyr-i sülûkta nice mertebeleri kat’ etmiş insanlardan söz etmek mümkün olduğu gibi, cahiliyye insanlarından mucize denilebilecek bir toplum da çıkmıştır. Demek burada Allah’ın hususi bir iltifatı, fevkalade bir inayeti var.
Bizim hamuru müslümanlıkla yoğrulmuş insanlar olarak, inayete güvenmekle beraber, irademizi esas alarak davranışlarımızı ayarlamamız gerekir. Zira adet-i ilahi günahlara girme durumunda o latîfelerin sönmesini ve ölmesini netice veriyor.
Bu çerçevede iki önemli tehlikeye dikkatlerinizi çekmek istiyorum; çoklarımızın içki, kumar, hırsızlık türü günahlar kategorisi içine girmediği için belki dikkat etmediği ama işin aslına bakılırsa bir çok latîfelerin ölmesine neden olan iki yanlış his ve duygudur bunlar. Aslında ikisini bir başlık altında da toplayabiliriz: enaniyet. Ama biri şahsi enaniyet, ikincisi yaptığı yararlı işlerle başarılı gözüken ve halk nezdinde öyle kabullenilen bir cemaate mensup ve aid olmanın verdiği cemaat enaniyeti.
Birincisi; şahsi enaniyet. Şahsi enaniyet az veya çok, külli veya cüz’i herkeste vardır. Günümüzdeki Kur’an mesleği, Bediuzzaman Hazretlerinin enfes tespitleri içinde acz, fakr, ihtiyaç, şevk, şükr, tefekkür ve şefkat gibi umdeler üzerine müessestir. Bu hasselerin her biri bir bütünün parçaları olmasının yanı sıra, aynı zamanda birbirinin lazımıdır. Dolayısıyla zincirde halka veya halkalar eksik kalacak ve insan kamil mertebeye hiç bir zaman çıkamayacaktır. Şimdi hem bu halka içinde bulunup, hem bu Kur’an mesleğine intisap edip, hem de onun gereklerini bilmeme ve kurallarını uygulamama insanı farkına varmadan daireden uzaklaştırır. Onun için meslek kurallarını bilme ve onlara riayet etme, o meslekte başarılı olmanın yegane yoludur.
Evet, benlikte öyle bir özellik var ki, insanı merkezden, kendisinden uzaklaştırır, "men ittehaze ilâhehû hevâhu (kendi heva ve heveslerini tanrı edinen kimse..Furkan Suresi 25/43, Casiye 45/23)" sırrınca anlatılan derekeye düşürür. Sadece kendini, kendi yaptıklarını beğenen bir seviyeye, daha doğrusu böyle bir seviyesizliğe düşürür insanı. Bazan da başkalarının güzel yaptıkları şeyleri, sırf kendisi yapmadığı için çirkin bulur böyleleri.
İkincisi ise bir cemaate mensup olmanın verdiği bir başka türlü enaniyet. Çok açık ve net bir ifade ile "kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız"a bedel, "Dünyanın dört bir yanında eğitim-öğretim faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet asrı hariç İslam ve belki de insanlık tarihi boyunca eşi-menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal edilen ahlaki temelleri atan bir hareketin gönüllü fertleriyiz" şeklinde bir yaklaşım. Halbuki bizleri bu yola hidayet eden de, o yolları lütuf ve ihsan eden de sadece O. M. Akif’in deyişi ile bugün biz neye malik isek hepsi O’nun vergisi ve biz sadece O’na medyûnuz. Üstad Hazretleri ne güzel söyler; "Bilmeyerek bu yolda istihdam ediliyoruz." Kendisini sorguladığı bir baska yerde; "Hem deme ki ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.’ Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Aynı hakikatı diğer bir misal içinde şöyle anlatır; "Hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin, güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların, ziyanın lem'alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere aynalık etmeleri bilbedâhe gösteriyor ki, o lem'alar, yüksek birtek güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar." Yani senin güneşle irtibatın budur. Güneşe müteveccih olman Ondandır diyor. 26. Sözde de "Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma, ‘inne’llâhe leyüeyyidü heze’ddîne bi yed-i racüli’l-fâcir’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîze-î hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyadan kurtul." diyor.
Evet, bu zat, haşa! estağfirullah’a yatırım yapmıyor, kendine nasıl bakıyorsa öyle konuşuyor, mazhariyeti söylemiyor, hatta ona memerriyet diyor. Kendini vahdet-i vücutçulardan farklı olarak bir ayna misali tecelligah olarak görüyor. Onlar malum, tüm varlığı cansız akisler olarak kabullenir. Cami gibi bazıları açıktan açığa evham ve hayalat der varlığa. Yani bakış açınıza göre değişiyor eşyanın mahiyeti. Netice itibariyle insanın bu şekilde bakması lazım kendine. Halbuki biz tam aksini yapıyoruz, Cenab-ı Hakk lütfediyor, biz kendimize malederek söylüyoruz. Ve bazan meseleyi, karşı tarafı aldatmak için inşaallah ile, maşaallah ile süslüyor ve besliyoruz. Bunlar da riyanın koruyucu serası, mahfazası, kabuğu oluyor. Bana göre bu Allah adına yapılan gizli bir saygısızlık. Yani "Ben yaptım, ben ettim" deme açık, "Allah’ın izniyle, inşallah, maşaallah" gibi koruyucu seralar içinde konuşma tarzı da gizli saygısızlık. Tabii bunlar gerçekten kalpte yer bulmayıp, sadece dilin ucundan zahiri kurtarmak için söylenen sözlerse.
Bu açıdan Kur’an dairesi içinde bulunan herkes ciddi bir tehlike sath-ı mailinde bulunuyor. Onun için herkesin bir muhasebe ve murakabe ile nefsin oynadığı bu oyundan sıyrılması, bunun icin de başkaları ile konuşurken, kendi kendine düşünürken, yazarken, çizerken hasılı sürekli O’nun kudretini, O’nun inayetini, O’nun riayetini, O’nun hıfzını, O’nun kelaetini, O’nun vekaletini öne çıkarması lazım.
Evet, ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira, hepimizin sürekli rehabilitasyona, nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl ibni Iyâz'ın dizlerinin dibinde hıçkıra hıçkıra ağladığını biliyoruz biz. Selâhaddîn-i Eyyubi’nin Izz ibni Abdüsselâm'ın dizlerinin dibine kapanıp ağlaması da az değildir. Ya Zembilli’nin yanında hıçkırıklara boğulan koca sultan Yavuz Selim'e ne demeli.
Evet, ‘ve’l-muhlisûne alâ hatarin azîm’ deniliyor hadiste. Yani "..İhlasa erenlere gelince, onlar da büyük tehlike içindedir." Menkıbe kitaplarında anlatılır, Hazreti Musa Cenab-ı Hakka diyor ki: "Ya Rabbi! Hayret ediyorum, Sana gelmiş, ulaşmış insanlar nasıl oluyor da başka mülahazalara kapılıyorlar." "Ya Musa" diyor Cenab-ı Hak; "Onlar bana gelip ulaşanlar değil, yoldakiler." Allah hepimizi muhlisin basamağını da aşıp muhlas olan yani ihlasa erdirilmişler zümresine ilhak eylesin.
Allâhümmec’alnâ min ibâdike’l-muhlisîne’l-muhlasîn el-veriîne’z-zâhidîn el-mukarrabîne’r-râdîne’l-merdiyyîn es-sâfîne’l-muhibbîne’l-mahbûbîn.
Amin Ya Rabbi!
- tarihinde hazırlandı.