Kavlî ve Fiilî Dua
Allah Resûlün'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) mervî, sahih hadis mecmualarında kaydedilen bir hayli dua var. Hayatın hemen her alanıyla alâkalı bu duaların bazı kişiler tarafından -maalesef- farklı yorumlandığına şahit olmaktayız. Hatta bunlardan bazıları, bahse konu olan duaların okunmasının gerekli olmadığını, sebepler dairesinde ilgili alanda yapılması gerekli olan şeylerin yapılmasının dua yerine geçeceğini ifade etmektedirler. Bana kalırsa bu düşüncede olanlar, hakikatin bir yönünü görmüş iseler de, diğer yönünü görememişler. Aslında konuya, böyle esbabperestler gibi katı bir biçimde yaklaşmanın bence hiç yararı yok. Sebepler dünyasında bulunduğumuza göre elbette sebeplere riayet etmek şarttır ve Üstad'ın tabiriyle de bu bir fiilî duadır. Ne var ki fiilî duayı yapma, kavlî duayı yapmaya hiç de engel değil; hatta onun için önemli bir istinat noktası sayılır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bedir Savaşı öncesi, harp adına yapılması gereken her şeyi fiilî olarak yapmış ve sonra da bütün benliğiyle Rabbine yönelmiş ve O'na dua dua yalvarmıştı.
Allah Resûlü'nün "Allahümme innî eûzubike mine'l hemmi ve'l-hazen - Allah'ım! Tasa, keder ve hüzünden Sana sığınırım." duası üzerinde durarak konuyu biraz daha açmak istiyorum. Öncelikle, sadece bu duanın değil, bütün duaların hakikatini kavramaya gayret etmenin şart olduğunu ifade etmede yarar var. Yani hangi dua, hangi şekilde, nasıl ve neye karşı okunacaksa bu esasların, hadisleri dikkatle incelemek suretiyle tespit edilmesi gerekir.
Sâniyen, bütün dualarda esas olan teveccühtür. Teveccüh, bir mânâda maddî her şeyi unutarak, sadece ve sadece O'na yönelme ve O'na sığınmayı ifade eder. Bu aynı zamanda bizim için bir moral ve bir takviyedir ki, bununla kuvve-i mâneviyemizi yükseltmiş oluruz; zira biz dua ile her şeye gücü yeten bir Zât'a sığınırız.
Yukarıdaki duanın taalluk ettiği noktalara gelince;
1) İnsanın içinde, tasanın, kederin, hüznün hâkim olması demek, bir anlamda işlerin sarpa sarması demektir. Bu durumda bir insan, mantık ve muhakeme örgüsünü sağlam işletemeyebilir ve çaresizlikten kendini salıverir. Bu ise zaten onun hayatındaki bozuk olan düzenin, daha çok bozulması demektir. İşte bu merhalede insanın "Allah'ım, Sana sığınırım." diyerek O'na iltica etmesi, bahsedilen badirenin aşılması için atılan ilk adımdır. Zira o, her şeye gücü yeten bir Zât-ı Ecell-i A'lâ'ya sığınmış ve moralini güçlendirme adına önemli bir adım atmış sayılır.
2) Tasa, keder ve hüzne medar olan hususlardan kurtulma çabası, o insanı fiilî duayı da yerine getirmeye sevk eder. Kavlî duayı yapıp, fiilî duayı yapmama, sözle davranış arasında bir tenakuz (çelişki) göstergesidir. Hâlbuki söz ve davranış birbirini tamamlayan ve insanı insan yapan özelliklerin başında gelir. Bir diğer ifade ile insan, sebeplere riayetle bu problemin üstesinden gelmek için duanın çağrıştırmasıyla çok ciddî mesajlar da alır.
3) Duaya esas teşkil eden şey, aslında bir hedef ve bir gaye-i hayaldir. Öyleyse bunun şuurunda olan insan, daha baştan kendini gam, keder, tasa ve hüzne boğacak şeylerin hemen hepsine karşı tavır alır.
Hâsılı, sebeplere riayet ile (fiilî dua), kavlî dua arasında bir çelişkiden ya da bir ayırımdan bahsetmek mümkün değildir. Onlar birbirlerini tamamlayan iki unsur ve bir vâhidin iki yüzünden ibarettir. Onun için meseleyi tek yönlü ele alıp, ifrat ve tefritlere girmenin de bir anlamı yoktur. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını doğru anlama ve yorumlama bu türlü ifratlara, tefritlere girmemenin yegâne yoludur.
- tarihinde hazırlandı.