“Rabbin kimdir, Peygamberin kimdir..?”
Bir yolculuk münasebetiyle gittiğim hava alanında, günün ölçüleri içinde giyinmiş orta yaşlı iki kadın, beni tanıdılar. Tazim ve saygılarını öyle bir ifade ettiler ki, görseydiniz siz de şaşırırdınız. Yine bir yolculuk esnasında hosteslerden aynı saygıyı görmüş, onların dua talebi ile karşılaşmıştım. Hatta onların ısrarlı istekleri üzerine, kendilerine Dua Mecmuası’nı imzalayıp hediye etmiştim. Son günlerde bunlar ve bunlara çok benzeyen sayısız hâdiseler var ki, hepsi de milletimizin hoşgörüye ne kadar susamış olduğunu göstermektedir.
Aslında bunları sizlere intikal ettirmekle, bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Dün bu ülke insanlarının zihinlerinde, hususiyle de misallerde göstermeye çalıştığım kitle arasında, öyle bir Müslüman imajı uyarılmıştı ki, aman Allahım, tavsif etmeye diller varmıyor. Ama şimdi, Allah’ın bir lütfu olarak, o korkutucu imaj neredeyse bütünüyle silindi. Artık şimdilerde elit tabaka, aydın kitle arasında İslâm’ı ve Müslümanları kabullenmeler gayet tabiî kabul edilmekte. Zannediyorum, Türkiye’nin bu seviyeye gelmesinde, bu adanmış ruhların rolü çok büyük olmuştur. Evet, içtimaî hayatın bütün ünitelerinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin, giyimden kuşama, ilimden spora varıncaya kadar, onların estirdiği genel havanın, bu neticenin elde edilmesindeki rolü inkâr edilemez. Zira eskiden herkesi kucaklayacağız deniyor ama aksi yapılıyordu. Müsamaha deniliyor, bağnazlıklar gösteriliyordu. Sevgi deniyor, yılan gibi ısırmadan geri kalınmıyordu... Bütün bunlar milletin canına yetiyordu ve tabiî herkes birbirine düşman kesiliyorlardı.
Oysa şimdi millet, daha başka beklentilerin içinde. Onun için adanmış ruhlar, bu beklentileri boşa çıkartmamalıdırlar. Öyle ki millet, gerçekten yaşatma zevkiyle, yaşamadan vazgeçmeyi; onun neşesini, zevkini, hazzını ve bu mânâda gerçek hayatı onlarda görmeli ve kendinden geçmelidir. Ayrıca yaşatma sevdalısı bu insanlar, bu kabîl bir hayat tarzında, Süleyman Nazif’in ifadesiyle yüz, iki yüz, üç yüz hatta dört yüz sene ısrar etmeli; endişesi olanlar bu süre içinde, nabızları elli defa tutmalı ve her defasında da aynı şeyi almalılar.
Öte yandan, bu mübarek topluluk içinde yer alan her fert, Allah’a inanmış, saf, temiz, dupduru mü’minlerle münasebetlerini de gayet iyi ayarlamalıdırlar. Ayarlama derken “artistlik yapma”, “aktörlük tavrı” takınma gibi şeylerden de fevkalâde sakınmalıdırlar. Dinde, gönüllerden gelmeyen şeyleri yapmanın adına, riyakârlık veya münafıklık denir. O bizden, bizim düşünce dünyamızdan fersah fersah uzaktır ve öyle olmalıdır.
Bu konuda bana, başkaları tarafından anlatılan bir vak’ayı arz etmek istiyorum. Çok eski yıllarda birisi gelmiş bana İslâmî cemaatlerden birisini sormuş. Ben de, “Onlar, ufkumuzda yalancı bir şafağın bile olmadığı dönemde, Edirne’den Ardahan’a kadar ülkemizin her tarafını köy‑kent demeden dolaşarak kurslarla, yurtlarla, pansiyonlarla donattılar.” demişim. Aradan bir‑iki ay geçmiş. Bornova’da akşam sohbetleri sırasında yine aynı soruyu sormuşlar, ben yine benzer şeyler söylemişim. Belki aradan birkaç ay geçmiş o zat tekrar gelmiş, yine aynı soruyu sormuş. Ben de ilk söylediğime benzer şeylerle soruya cevap vermişim.
Bu meselenin bir de öteki yüzü var. –Bilmiyorum söylesem mi?– O zat benim, haklarında böyle konuştuğum cemaate gitmiş, dediklerimi aktarmış. İhtimal bu hususta ölçüyü tam anlamıyla kavrayamayan birisi benim için “Aktörlük yapıyor.” demiş. İkinci ve üçüncü seferlerde de aynı şekilde cevap alınca “Bir insanın beni tanımadan, nereden geldiğimi bilmeden, farklı zamanlarda ne niyetle sorulduğunu bilmediği bir soruya hep aynı şekilde cevap verebilmesi mümkün değildir ve bu kat’iyen aktörlük olamaz.” demiş.
Evet, bizim için temel ölçü, din ve diyanete, hangi yolla olursa olsun hizmet etmektir. Biz az veya çok bu uğurda katkısı bulunan herkesi, ama herkesi alkışlar, başlarımızı ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koyabiliriz. Kaldı ki bu ölçüyü biz koymuyoruz ki?.. Allah ve Resûlü bu hususla alâkalı ölçüyü asırlar önce koymuşlar: “‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah’ diyen herkes, bizim din kardeşimizdir.”[1] Ayrıca kabirde Münker‑Nekir, “Rabbin kimdir, nebin kimdir, dinin nedir?”[2] diye soracak. O sorular arasında falanı filânı kabul etme yoktur. Yani onları kabul etme iman esasları arasında değil. O hâlde ben, ne diye şu ya da bu sebeple beni tasvip etmeyen din kardeşlerime cephe alayım ki?
Hâsılı, herkes mü’min kardeşlerine bakış açısını yeniden ayarlamalı ve çevresine hep rahmet ve merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecellî edecektir ki, şeytan bile: “Acaba ben de istifade edebilir miyim?”[3] diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma ve o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun.. öyleyse herkes haddini bilmeli...
Söz buraya gelmişken bir düşüncemi arz ederek bu faslı da kapatmak istiyorum. 70’li yıllardan beri beni ve gönüllüler hareketini yakın plana alan ve yakaladığı her fırsatı değerlendirerek gammazlayan, hatta devlet ricalini iğfal eden ve bir gazetede sahibi olduğu sütunu çoğunlukla bunlara ayıran bir yazar bir gün “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” dese inanın bana, o gün benim için bayram olur. O şahsın bana yıllardan beri durmadan, usanmadan, yılmadan yapıp ettiklerini hiç önemsemeden onu bağrıma basarım. Evet, önemli olan o zatın Allah ile arasındaki düşmanlığı aşabilmesi ve O’na yakın olabilmesidir.
- tarihinde hazırlandı.