Hasret solukları
Bir ölçüde iman ve Kur’ân’a hizmet yolunda bulunan bahadırların değişik şekilde sıkıntılar çekmesi karşısında, “Benim de her gün doğum sancısı misillü değişik sıkıntılara katlanmam gerek.” diye nefsimi ikna etmeye çalışıyorum. Fakat neylersin ki; etten‑kemikteniz ve değişik duygularla, düşüncelerle örgülenmiş bir varlığız.
İşte böyle bir mahiyete sahip olması itibarıyla insan, düşmanlardan gelen her türlü eza, cefa ve sıkıntıya katlanıyor da –yakından tanıyanlar buna şahittir– fakat aynı şekilde eza ve cefada bulunan, su diye zehir sunan dostları kabullenmekte oldukça zorlanıyor. Ama buna rağmen, böylesi dostlara eğer hakkım varsa, yerden göğe kadar helâl olsun! Uhrevî hayatlarının, dinlerinin, diyanetlerinin kaybına vesile olabilecek her türlü yanlışlıktan Rabbim onları muhafaza buyursun!. Ayaklarını kaydırmasın… Evet, bana çektirenlere hakkımı helâl ediyorum. “Rabbim onlara da çektirmesin.” diyorum. Aksi hâlde elimde olmadan, içten bile intizar etsem, Rabbim’in karşılık vereceğinden korkuyorum. Onun için geçenlerde bana çektiren hem de çok çektiren birine “Rica ederim, bana içten bile olsa intizar ettirmeyin...” derken, birden çocukları gözümün önünde tüllendi, ödüm koptu. Ben, aslında, bir karıncanın helâya düşüp ölmesi karşısında üzüntüsünü aşamayan bir insanım. Kaldı ki canım gibi sevdiğim çocuklar...
Evet, Allah’ın bunca lütfu, ihsanı içinde herkes bir şeylere katlanıyorsa ve çekilen bu sıkıntılar neticesi çeşit çeşit doğumlar oluyorsa, bizim de bunca sıkıntıdan bir hissemiz olması lâzım.. lâzım ama keşke bu dostların eliyle olmasa... Her ne ise.. siz de çok dua edin, Allah kalblerimizi telif buyursun. Kâfirce sıfatların gönlümüzde yer etmesine imkân ve fırsat vermesin. Bize güç‑kuvvet lütfedip, Yunusvârî “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve elli defa gönlümüzü kırsalar bile gönülsüz” yaşama gücünü ihsan buyursun.
* * *
Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun ki, bize, yığınla insana hak ve hakikati anlatma imkânı verdi; verdi ama, ben bu konuda endişelerimi hiç yenemedim. Yani bunca insana İslâm’ı tebliğ etme fırsatı bize verildiği hâlde, acaba biz bunu iyi değerlendirebildik mi? Mazhar olduğumuz lütuf ve ihsanlara, kendi cinsinden şükürle mukabele edebildik mi? Yoksa nefsânîliğimizi mi yaşadık? “Mütrefîn” gürûhu[1] gibi yaşamaya mı daldık ya da nimetler karşısında mirasyediler gibi mi davrandık? Şan, şeref, şöhret, para, makam sevdasına mı kapıldık? Evet, bunlar benim endişelerim.. ve ben bu endişelerimi öteden beri hiçbir zaman aşamadım.
Düşüncelerim o ki; bizler bu nimetlerin kadr u kıymetini tam anlamıyla bilemedik. Muhatabımız olan muhtaç gönüllere hak ve hakikati bütün netliği ile anlatamadık. Nefsânîliğimizin altında ezilip kaldık ve bundan bir türlü kurtulamadık. Şayet aksi olsaydı; bizleri dinleyen, okuyan binlerce insanın sinesine taht kurabilirdik.. tabiî, Allah ve Resûlü hesabına.
Evet, çile, ızdırap, gözyaşı üzerine kurulmuş din‑i mübin‑i İslâm’ı taşıma ve gelecek nesillere, hem de en güzel biçimde emanet etme vazifesi, eğer Kur’ân hâdimlerine verilmiş ise, bu vazifeyi, verilen bunca nimetlerden istifade ile tam tekmil yerine getirmek gerekmez mi?
* * *
İstişare, defalarca önemini arz ettiğimiz bir husus. Müslümanların ve hele hele değişik meslek kuruluşlarında kader birliği etmiş insanların münferit hareket etmeleri, son derece sakıncalıdır. Hatta münferit hareket etme isabetli olsa, hayırla neticelense bile, yine de böyle davranmak, o kuruluş ve kuruma zımnî ve kapalı bir ihanettir. Ben, ölçü müyüm‑değil miyim bilemem ama, size bir hususu hatırlatmakta yarar görüyorum; devlet büyüklerinden birisi ile konuşmam‑görüşmem bahis mevzuu olduğunda, 50 insan ile konuşur ve istişare eder, ashab‑ı ilmin, ashab‑ı re’yin görüşlerine başvururum.
Evet, istişareden müstağni kalmamız mümkün değildir. Hele millete, insanlığa hizmet düşüncesi içinde istişare ise değerler üstü değerlere sahiptir. Ben 57 yaşındayım.. bu işin içinde hamurum yoğruldu. Bunca tecrübenin ifade ettiği bir mânâ olabilir. Ama buna rağmen ben, her meseleyi kolektif şuur içinde çözmekten yanayım. Üç aklı, bir akıldan daha üstün görenlerden ve arkadaşlarımın çoğunluğunun hissiyatını, hissiyatıma tercih edenlerdenim. Öyleyse gelin; mutlaka istişare mekanizmasını işletelim. Geleceğin büyük problemlerini o çarkın içinde öğütelim ve kat’iyen münferit hareket etmeyelim.
* * *
İman ve Kur’ân hizmeti adına “ümit eşiğini aşarken” belli ölçüde beni rahatsız eden bir husustan bahsedeceğim. “Belli ölçüde” tabirini bilerek kullandım. Zira, içinde bulunduğumuz zaman ve mekân diliminde, Allah’ın bunca lütuf ve ihsanlarını görmezlikten gelmek, O’na karşı bir nankörlüktür ve bir saygısızlıktır. Sizin yaptığınız çalışmaları, fedakârlıkları görmeme demektir. Doğrusu ben, Allah’a ve size karşı böyle bir saygısızlıkta bulunmak istemem. Ama yine de endişelerimi dile getirecek bir kısım kaygılarımdan bahsedeceğim.
Evet, gönül istiyor ki sizler duyguda, düşüncede, anlayışta, inançta ve hizmette daima genç kalasınız.. kalasınız ve taştan su çıkarma seviyenizi daima muhafaza edesiniz ve hiç yaşlanmayasınız. İçimden öyle geçiyor. Çiçekler gibi, solmayan güller gibi daima ama daima genç kalabilseniz.. zira bazı insanlar, yaşlanınca elde ettikleri bilgi ve tecrübeleri ile beraber, bir ölçüde ukalâlıkları da artıyor.. ve ordu bozanlık etmeye başlıyorlar. Şeytan onların içlerine kolayca nüfuz edebiliyor.. edebiliyor da hizmet düşüncesinin dışında değişik beklentiler içine girebiliyorlar. Keşke, evet keşke elimden gelseydi, “kollarımı makas gibi açarak” bu düşüncelere giden yollar önünde dursaydım da geçmek isteyenlere geçit vermeseydim! Ve “Burası çıkmaz sokak!” deseydim..!
N’olur, genç kalın.. çocuklar gibi saf ve temiz kalın. Duyguda, düşüncede, inançta, amelde ve hizmette daima tertemiz olun. Ve devamlı ön saflarda koşun. Tıpkı küheylanlar gibi; hem de çatlayıncaya, kalbiniz duruncaya kadar ve başlangıçtaki hâlinizden hiç taviz vermeden hep koşun!.
Neylersin ki, elden gelmiyor işte. Geçmişte büyük yararlılıkları olanlar, gün geliyor, duyguda, muhakemede, mantıkta hizmet felsefesinde ihtiyarlıyorlar.. ihtiyarlıyorlar ve turnikeye önce girmenin hakkını arıyorlar. Makam sevdasına kapılabiliyor ve çeşitli şeytan tuzağı beklentilerin esiri ve zebunu olabiliyorlar. “Nerede bize saygı?” diyor, hırçınlık yapabiliyorlar.
Elden ne gelir? İnsan bu. Elbette, 70’ine, 80’ine ulaştığı hâlde genç kalanların yanında ihtiyarlayanlar da olacak.. ve tabiî önümüzdeki yıllarda toplum çapında yaşanacak imtihanlarla elenen birçok insan da olacak. Bunların birçoğu safvetini, sadeliğini kaybedecek. Allah ile olan irtibatı önemsemeyecek. Dünyevî hazlar ve zevkler adına kendini salıverecek.. ve kimileri tamaha, kimileri tenperverliğe, kimileri şöhrete, kimileri riyaya, kimileri haneperestliğe, çoluk çocuk sevdasına, mal‑mülk‑menal arzusuna kapılacak.. ve pek tabiî ki kimileri de başlangıçtaki inanç, azim ve gayretiyle yoluna devam edecek.
Rabbim, lütfedip başlattığı bu dönemi, bir kısım ihtiyarların (!) zayıf omuzlarına bırakmasın.. ve bu işi, yaşlansa bile genç kalanların omuzlarında bayraklaştırsın!. Bizleri de takılıp yollarda kalanlardan eylemesin!
“Bunları niye söyledin, güllerden bahsetmek varken dikenlere destan tutmanın mânâsı neydi?” diyebilirsiniz. Müsaade edin, bunu ben ledünnî hislerimle baş başa kaldığım zaman kendi murakabe ve muhakemelerim içinde ele alayım…
Yine, “Seni bu denli korkutan nedir? Hem korkmak senin hakkın mı, korkmak gerçekten Allah’a inanan, Allah’a imanda derinleşen ve o has kurbeti paylaşan insanların işi değil mi?” diyebilirsiniz? Haklısınız, ama, müsaade edin de bunları ben, kendi dünyamda düşüneyim. Ve bu düşüncelerimi dile getirmekle sizleri rencide etmeyeyim. Aslında ben, temel düşüncelerim itibarıyla böyle şeylerden hep uzak kalmaya çalıştım, ümit konuştum, ümit yazdım, ümit deyip ağladım, ümit deyip inledim. Ama gel gör ki, bunlar da oluyor. Başınızı ağrıttım. Allah’ın üzerinizde olan lütufları aşkına beni bağışlayın!
* * *
Sancılıyız. Çile ve ızdırap içindeyiz; ama olacak bunlar. Çünkü bir millet doğuyor. Tabiî ki böyle bir doğumun sancısız olması düşünülemez. Nasıl bir anne doğum öncesi çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. –Karında yük taşımak, sırtta yük taşımaktan farksızdır herhâlde. Hatta daha da zordur?– Anne o çocuğun, yiyeceği‑içeceği, giyimi‑kuşamı, sıcağı‑soğuğu vs. her şeyine dikkat etmek zorundadır. Ta ki çocuğuna zarar verilmesin. Yani anne, hayat programını çocuğuna göre yapar, çocuk yörüngeli bir hayat yaşar. Ve doğum mevsimi gelince de sancı üstüne sancı çeker. İşte aynen öyle de şimdilerde bir millet yeniden doğuyor. Elbette ki bunun da kendine göre sancıları olacaktır.
Evet, gerek doğum öncesi ve gerekse doğum esnasında elbette bir kısım çileler, ızdıraplar söz konusu olacaktır ve olmalıdır da. Ancak burada bir hususu hatırlatmak istiyorum: Keşke bu çile ve ızdırapların kaynağı sadece husumet ehli olsaydı!.. Keşke.! Ama gel gör ki aynı yolda yürüdüklerimizden de bu kervana katılan olunca, diyecek bir şey bulamıyoruz. Diller lâl kesiliyor ve gözyaşı pınarları birden kuruyuveriyor. Ne yapalım şimdi? Bir zamanlar birilerinin dediği gibi “Dost vefadan, düşman cefadan usanmaz.” vecizesini “Dost da düşman da cefadan usanmaz.” şeklinde mi değiştirelim? Yoksa işi gerçek yörüngesine oturtmak için hep beraber, el birliğiyle seferber olup bir kere daha gayret mi gösterelim.
Karar sizin.!
* * *
Kâfirin kâfirliğini yapmasını hiç yadırgamıyorum da, mü’minin çeşitli sebeplerle, kâfir sıfatlarına takılıp kalmasını hazmedemiyor ve buna bir türlü mânâ veremiyorum. Evet, bir müessese içinde iki insan birbirinin hizmetini engelliyorsa, kâfir olmasalar bile, kâfirlik yapıyorlar demektir. Hırsları, kaprisleri, haset ve kıskançlıkları sebebiyle başkalarına çelme takıyorlarsa kâfirlik yapıyorlar demektir.
Her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir; tıpkı her kâfirin her sıfatının kâfir olmadığı gibi. Yukarıda zikredildiği şekilde davranan insanlar, üzerlerinde kâfir sıfatı taşıyan mü’minlerdir. Fakat bizim sıfat olarak kâfirliği bırakıp mü’minliğe açılmamız lâzımdır. Zira Allah, insanlara, taşıdıkları sıfat ve o sıfatlara göre yaptıkları amelleri nazara alarak muamelede bulunuyor. Ve bence, üzerinde hassasiyetle durulacak mesele de işte budur!
Tekrar ediyorum; mü’min, kâfir sıfatlarının mağlûbu olmamalıdır. Meselâ, düşünmemek, sistemli çalışmamak, vahdeti zedeleyici davranışlar içine girmek, mü’minlere karşı hazımsızca davranmak, küçük küçük meseleleri öne çıkartıp büyütmek, kavga etmek, dedikodu, gıybet ve suizanlara girmek... Evet, bütün bunların hepsi birer kâfir sıfatıdır. Ve bunca kâfir sıfatını üzerinde taşıyan bir insanın ve böylesi insanları bünyesinde barındıran bir müessesenin muvaffak olması kat’iyen düşünülemez.
Ne kadar arzu ederdim, 24 saat hizmet uğrunda ölesiye çalışan; çalışıp muvaffak olan bir arkadaşın, “Allah bana şunları, şunları yaptırdı. Fakat ben, bu işlerin benden olduğunun bilinmesini istemiyorum. Keşke başka bir arkadaşı vitrine koysanız, ben yine aynı şekilde perde arkasında ölesiye çalışsam; çalışsam ama, tembel oturan miskin bir insan gibi görünsem.” demesini. Evet, yıllardan beri günümüz insanından benim beklediğim hep bu oldu. Heyhât! Bunu bulduğumu söylemede biraz zorlanacağım.
Ne yapacağız o zaman? Gelin mukaddes tanıdığımız değerler üzerine yemin edelim. Dinimiz üzerine.. çoluk çocuğumuz üzerine.. ailelerimiz üzerine yemin edelim.. Rabbimiz’e en yakın olduğumuz dakikalarda.. gecenin sessizliğinde: “Eğer iftiraka sebebiyet verecek davranışlarda bulunursak, hazımsız davranırsak, gıybet yaparsak, suizanna düşersek; çoluk çocuğumuz, mal ve menalimiz şöyle olsun‑böyle olsun!..” diyelim ve söz verelim birbirimize.. el sıkışalım ve kenetlenelim birbirimizle.. ücret esnasında Ali Bey, Veli Bey diyerek kendimizi kenara çekelim ama insanlığa hizmet adına gelen tekliflere de “Başüstüne!” deyip hemen o işi yapmaya koyulalım. O zaman, işte bu ruhun karşısında ne kâfirin gücü ne şeytanın plânı ne ifritlerin dehası ne de nefsin vesvese ve desiselerinin tesirinin kalmadığını göreceğiz.. ve işlerin âhenk içinde yürüdüğünü müşâhede edip, aşk u şevkle yeniden kanatlanacağız.
Aslında bugünkü olumsuzluklar devam ettiği müddetçe, bir yere varmak imkânsızdır. Evet, birbiriyle münasebetlerinde düz bir mü’min olmak pâyesine bile eremeyen insanlarla nereye varılır ki? Böyleleri –korkarım– Cennet’i bile kaybederler...
Son sözüm ve duam: Allah kalblerimizi telif buyursun.. îsâr hasletiyle ruhlarımızı coştursun.. bizi kâmil mü’minler seviyesine çıkartsın.. ve Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikî ümmet olma şerefiyle serfiraz kılsın!
- tarihinde hazırlandı.