Gelir Kaynakları

İslâm'ın meşru kabul ettiği gelir kaynakları bazı kasıtlı çevrelerce sadece ganimet ve zekâta inhisar ediyor gibi gösterilmektedir. Gerçi bu iki kaynağın küçümsenecek hiçbir yanı yoktur ama, İslâm'ın meşru kabul ettiği gelir kaynakları sadece bu iki kaynaktan ibaret de değildir.

Biz, hem bu kasıtlı çevrelere cevap olması hem de İslâm'ın ekonomik yapısının bir yanının daha vuzuha kavuşturulması düşüncesiyle bu konu üzerinde bir miktar daha durmak istiyoruz.

Her fert, içinde yaşadığı topluluğun bir başka topluluk karşısında âciz duruma düşmemesi için gayret gösterir. Hele bu fert Müslüman ve hele bu topluluk da İslâm topluluğu ise. Zira her Müslüman, her şeyden evvel şöyle düşünür:

Ben gerektiğinde milletim için canımı feda etmeye hazır olmalıyım. İktiza ettiği hâl ve durumlarda bütün malımı ve bütün servetimi o yolda seve seve harcamalıyım.
Hatta milletimin hep aziz kalabilmesi için nefsim adına bazı zorluklara katlanmasını da bilmeliyim. Zira millet hâlinde mesut yaşayabilmek için, milletin bir ferdi olarak benim böyle davranmam şarttır.
Çünkü saadet milletçe paylaşıldığı ölçüde saadettir. Yoksa bir kısım azınlığın mesut olması, millet mutluluğu sayılamayacağı gibi, bazen değişik felâketlere de sebebiyet verebilir.
Bir toplum en az yüzde doksanıyla huzurlu olmalıdır ki, millet de huzurlu sayılabilsin. Geri kalan kesim için de el ele verilmeli ve onların da en kısa zamanda aynı seviyeye ulaştırılmasına çalışılmalıdır.
Aç bir komşum varsa ben nasıl tok uyuyabilirim ki.. kalbî hayatı yıkılmış bir yakınım varsa, ben nasıl mesut olmaktan söz edebilirim ki.. ben, hayatımı da, saadetimi de milletimin mutluluğunda görüyorum.
Çarşı ve pazar menfî durumunu koruduğu müddetçe ben nasıl yumuşak bir döşekte yatabilirim. Yediğim şeyler nasıl olur da diken gibi boğazıma takılmaz. Madem ben hayatımı içinde bulunduğum milletten alıyorum, öyle ise ben de, Cenâb-ı Hakk'ın bana verdiği her şeyi sarf ederek, milletin şu mâkus tali'ine yeni bir veche kazandırmaya çalışmalıyım.
Eğer bir gün tükenir, biter ve ayaklar altında çiğnenir gidersem, işte o zaman yapacağım bir şey kalmadığı için Rabbimin huzuruna alnım açık olarak çıkabilirim. Aksine, zerre miktar dermanım oldukça hayatımın en son hamle ve çırpınışlarını tahakkuk ettirmeye çalışmazsam, işte o zaman da kendi akıbetimden endişe ederim.

İslâm, ferdî planda insana bu şuuru verdiği için her fert, sadece kendi hayatını yaşama gibi bir basitliğe düşmez. Onun hayatında bütün bir milletin nabzı atar. Fakat bu, hiçbir zaman şuyûîlik (sosyalizm) mânâsına da gelmez.

İslâm'da herkesin ortak olduğu sadece üç madde vardır: Su, ateş (enerji kaynakları) ve bir de otlak.[1]

Bunların dışında her fert meşru dairede kazanma ve mülk edinme hakkına sahiptir. Her ne kadar bazı fakihler, bu üç maddeye bir dördüncüsü olarak madenleri de ilave etmişler ise de, fukahânın büyük bir ekseriyeti, madenleri hususî mülkiyete dahil ederler. Yani fertler madenleri işletir ve devlete belli bir vergi verdikten sonra arta kalanını kendi mülkiyetlerine geçirebilirler.[2]

Mevzuun başında, İslâm'ın meşru saydığı gelir kaynaklarını sıralayacağımızı söylemiştik. Bizim bu kaynaklara bakışımız da yine tevhid esasına göredir.

Bununla bir kere daha şu disiplini hatırlatmak istiyorum: Mülk Allah'ındır. Allah (celle celâluhu), bizler için hangi malı helâl kıldı ve meşru kabul ettiyse, İslâm'ın gelir kaynakları bu sınırlarla tahdit edilmiştir.

Yani İslâm iktisadında para getiren her şey meşru ve mubah değildir. İslâm bu yönüyle de diğer sistemlerden ayrılır. Şu kadar ki, İslâm'ın meşru kabul ettiği gelir kaynakları, bütün insanların ekonomik hayatını ayakta tutacak kadar da yeterlidir.

Binaenaleyh, Allah (celle celâluhu), iktisadî hayatta bütün gayri meşru yolları yasaklamıştır. İslâm'da faiz, ihtikâr, karaborsa, rüşvet ve daha değişik spekülasyonun her çeşidi yasaktır. Allah (celle celâluhu) Kur'ân'da daima insanları meşru çalışmaya ve meşru kazanca teşvik eder.

1. Meşru Gelir Kaynakları

Şimdi de, İslâm'ın meşru kabul ettiği bir kısım gelir kaynaklarını maddeler hâlinde sıralamaya çalışalım. Ben burada her biri tek başına müstakil bir mevzu olan bu hususları sadece ekonomiyle irtibatlı olmaları yönüyle ele almayı ve fazla ayrıntıya girmeden özetle takdim etmeyi düşünüyorum.

a. Avlanma

Avlanmada herhangi bir kayıt söz konusu değildir. Yani ister karada, ister havada ve isterse suda olsun, her çeşit avlanma buna dahildir. Kur'ân, bu meseleyi birçok âyetiyle ele alır ve mü'minlere böyle bir gelir kaynağı hususunda referanslar verir, hatta onları bu işe teşvik eder: "İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz." (Mâide sûresi, 5/2)

Buradaki emir ibâha, yani avlanmanın mubahlığını belirtmek içindir. Ancak böyle bir ibâhanın altında teşvik de vardır. Avlanma karada olabileceği gibi denizde de olabilir. Ve bu hususla alâkalı olarak Kur'ân'da aynen şöyle buyrulmaktadır: "Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetlerinden faydalanmanız için -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- denizi boyun eğdiren de O'dur. Belki (anlar ve) şükredersiniz." (Nahl sûresi, 16/14)

Rahmân sûresinde de, denizden çıkarılabilecek şeylere ayrıca dikkat çekilir: "Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?" (Rahmân sûresi, 55/22-23)

Cenâb-ı Hakk'ın yer, gök ve denizlerde sonsuz denecek ölçüde nimetleri vardır. Yeter ki insanoğlu bu nimetlere ulaşabilmenin yollarını keşfetsin. Bunu yaparken de fıtrat kanunlarına aykırı hareket etmesin. Ve elde edeceği neticeye fıtrat kanunları içinde ulaşsın.

Şu bir gerçektir ki, günümüzün insanı, Cenâb-ı Hakk'ın denizlerde stok ettiği bunca nimetlerden istifade etmesini tam bilmemektedir. Hâlbuki denizlerden ifrata kaçmadan ve suiistimale girmeden pek çok şekilde yararlanmak mümkündür.

Bugün denizleri berbat edip kirletenler, Cenâb-ı Hakk'ın bu büyük nimetine karşı nankörlük etmektedirler. Dolayısıyla şimdilerde insanları rızık endişesiyle korkutup ümitsizliğe düşürenler nasıl bir yanılgı içinde olduklarını anladıklarında çok utanacaklardır.

Onlar böyle davranacaklarına, var olan nimetlerden istifade yolunu araştırsalar ve aynı zamanda mevcut suların muhafazasına çalışsalar, herhâlde daha isabetli bir yol takip etmiş olurlar.

Burada söylediklerimiz, sadece deniz ve nehirlerle de sınırlı değildir; kara ve havanın da bizden beklediği aynı duyarlılıktır.

Sadece üniversitelerde çevre sağlığı ile alâkalı kürsüler kurmak, paneller düzenleyip konferanslar vermekle dünyayı tehdit eden kirliliğin önünü almak mümkün değildir. Esas olan, çevreciliğin bir şuur hâline getirilmesi; konferans, seminer ve panellerde söylenenlerin hayata geçirilmesidir.

Ne yazık ki günümüzde denizler, çok azı müstesna, bütünüyle kirli durumdadır. İçlerinde yaşayan canlılar, birer zehir stoku gibidir. Bu yüzden de insanımız, deniz ürünlerine karşı kuşkulu davranmakta haklıdır. Bütün bunlara sebep olan da teknik imkânların kontrolsüz ve sorumsuzca kullanılmasıdır.

Hava kirliliği korkunç boyutlarda seyretmekte ve kullanılan bazı maddelerin atmosfere menfî yönde tesir ettiği de artık herkesçe bilinen bir gerçektir. Bugünün insanı âdeta elindeki matkapla kendi tavanını delmektedir. Bu durum, Batılı ülkeleri belki yarım asırdır endişelendirmektedir. Kendi elleriyle kirlettikleri bu tertemiz dünyayı bırakıp gitseler bile kurtulamayacaklardır. Zira şimdiden fezayı bile kirletmiş bulunuyorlar.

Birkaç sene öncesine kadar bizim kıyılarımız, bizim denizlerimiz, Batılı düşünür ve yazarlar tarafından destanlaştırılıyor; hatta bazen bunlar nefes almak için bizim ülkemize koşuyorlardı. Aslında Cenâb-ı Hakk'ın bizler için hazırladığı nimetlerden istifade yolunu, onlar hep bizden öğrendiler. Fakat şimdi bizim hâlimiz, onların bize çıraklık yaptığı devirlerdeki hâl ve durumdan daha vahim bir vaziyet arz etmektedir. Bu gidişe bir dur diyen çıkmazsa, bu dünyanın akıbeti hakikaten endişe vericidir.

Denizlerden istifade ettiğimiz dönemlerde inci-mercan bizim gündelik kullandığımız nesneler arasında ve en mebzul, en bol süs eşyalarımızdandı. Avrupalı ihtimal o sıralarda inci ve mercanı ancak rüyalarında görüyordu. Biz zengindik; onlar ise, bizim elimize bakıyorlardı. Hâlbuki durum şimdi tamamen değişti. Ümidimiz, bu değişmenin de bir gün değişeceği istikametindedir. Ne var ki, bu da, ancak kevnî kanunlardan istifade ile mümkün olacaktır.

Zira Cenâb-ı Hak, dört bir tarafımızı, bildiğimiz-bilmediğimiz nadide nimetleriyle donatmıştır ki, Kur'ân-ı Kerim, şu âyetiyle bu hakikati seslendirir ve dikkatimizi o nimetlere çeker: "Allah'ın, göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?" (Lokman sûresi, 31/20)

Bence mühim olan, bu nimetlerden en iyi şekilde istifade etmektir. Evet, İslâm'ın meşru kabul ettiği kazanç yollarından istifade ederek güçlü ve geniş imkân sahibi olmak, bir şükür yoludur.

b. Madenler ve Yeraltı Zenginlikleri

"Rızkı yerin derinliklerinde araştırınız."[3] sözü hadis kriterleri açısından zayıf olsa da ifade ettiği gerçek bakımından üzerinde hassasiyetle durulması gerekli olan bir husustur.

O günün insanı sadece elinde sabanıyla yeri yararak ekip biçtiği bitki ürünleriyle bu hakikate fiilî olarak iştirak ederken artık günümüzde yeraltı zenginliklerinin nasıl bitmez ve tükenmez birer rızık vasıtası olduğu herkesin malumudur. Ne ki, günümüzün insanı yeni yeni bu nimetlerin mevcudiyetine uyanmaktadır.

Biz Müslümanlar, elimizdeki sonsuz denecek ölçüdeki bu zenginlik kaynaklarını kullanamıyorsak bunun vebali tamamen bize aittir. Bugün dünya ekonomisinin temel unsurlarından biri ve belki en birincisi petroldür. Petrol uğruna devletler kurulup devletler yıkılmaktadır. Oysaki Müslümanlar ellerindeki bu geniş imkânı kullanamamakta, sözde kullananlar da onu israf ve tebzîr ile saçıp savurmaktadır.

Aslında bir zamanlar hasım bir dünyayı, Osmanlı'yı yıkmaya sevk eden en büyük âmil, coğrafî konumu itibarıyla onun bir kısım yeraltı zenginliklerine sahip olmasıydı. Bu konuda Abdülhamid'in akıllara durgunluk veren siyasî manevralarına mağlup düşen Batılı, Müslümanları birbirine düşürme planıyla arzusuna kavuştu ve parçaladığı devletçikleri kendi hesabına sömürmenin yollarını buldu. Daha sonraları ise zavallı İslâm âlemi periyodik bir zamanlamayla hep el değiştirdi durdu. Aslında bu, onun kendisine sahip çıkmamasının cezasıydı.

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç gibi Batı aşkıyla yanıp tutuşan zavallı Müslüman ülkeler, atlarını Batı yamaçlarına doğru mahmuzlarken, onlar da sinsi yöntemlerle bizim dünyamıza yöneldi ve Afrika'da, Arap Yarımadasında, Suriye'de, Mısır'da, Azerbaycan'da, Çeçenistan'da, Kırgızistan'da bizim değişik imkânlarımızı ve hususiyle de petrol rezervlerimizi işletmeye ve doyma bilmeyen bir iştah ve hırsla kullanmaya başladılar.

Tabiî ki bu arada bizi hep birbirimizle vuruşturma hususunu da bir an bile akıllarından çıkarmadılar. Kurdukları istihbarat servisleriyle içte ve dışta Müslümanları birbirine düşürdüler ve dünya haber ağlarını ellerine geçirerek bizleri hep istedikleri istikamete yönlendirdiler. Dahası uydurdukları yalan haberlerle, akla hayale gelmedik komplolarla Müslüman'ı Müslüman'a kırdırdılar.

Burada bazı ülkelerin başına kendi piyonlarını yerleştirdi ve ardından da onları kendi sefil arzularına alet ettiler. Ellerinde kalan üç-beş kuruşu da silah satarak ellerinden aldılar. Sonra da o silahlarla onları birbirine kırdırdılar.

Aslında, birbirinden kopuk bu milletlerin yan yana gelip yekvücut olması ve bu vücuda asil ve necip milletimizin baş olarak geçmesi Batılının her zaman kâbuslu rüyası olmuştu. O, buna mâni olmak için o gün elinde bulunan bütün imkânları kullandı; bundan sonra da kullanmaya devam edecektir ama, ihtimal bu konudaki mücadele çetin geçecektir. Çünkü şu anda dünya imkânları onların elinde. Oynayacakları oyunlarda, ihtimal, verdiklerinin yüz mislini alacaklardır.

Ne Amerika ne Rusya ne de bir başka ülke, Müslümanların üçüncü bir güç olarak ortaya çıkmasını isteyecektir. Onun için de ellerinden gelen her türlü oyun ve entrikadan geri kalmayacak ve bizi geri bırakmaya çalışacaklardır. Şimdi isterseniz bu istitradî notu burada bitirip madenler bahsine dönelim.

İslâm hukukunda madenlerle ilgili ayrı bir bölüm vardır. Orada, hukuk açısından madenlerin nasıl ve kimler tarafından işletilebileceğine ve bunun karşısında devlete ne ölçüde vergi vereceğine dair tafsilatlı bilgi verilmektedir. Biz mevzumuzla alâkalı olmadığı için meselenin o yönünü mevcut fıkıh kitaplarına havale ile beraber sadece bir hususa işaret edip geçeceğiz.

Malikî mezhebine göre, yeraltı madenleri umumîdir ve milletin ortak malıdır, devlet tarafından işletilir. Hâlbuki diğer üç mezhebe göre bunları özel kuruluşlar da işletebilir. Teşkilatını kendisi kurar ve devlete belli ölçüde hisse verir, geri kalan da o madeni işletenin olur.[4]

Yeraltı zenginlikleri sadece günümüzde adı bilinen madenler değildir. İleride kim bilir nerede ve nasıl madenler çıkarılıp insanlığın hizmetine sunulacaktır. Ayrıca fıkıh kitaplarında, çeşitli kazılarla elde edilen kıymetli eşya ve hazinelere ait hükümler de ele alınıp incelenmiştir.

Görüldüğü gibi, İslâm'ın meşru kabul ettiği gelir kaynaklarından yeraltı zenginlikleri uçsuz bucaksız bir yekün teşkil etmektedir. Önemli olan bunlara sahip çıkıp akıllıca kullanmaktır.

c. Ticaret

Ticareti teşvik eden yüzlerce hadis-i şerif vardır:

"Başkasını aldatmayan sadık tüccar, ahirette nebiler, salihler ve şehitlerle beraber haşrolur."[5]
"Dürüst tüccar, hiçbir gölgenin olmadığı o günde Arş'ın gölgesinde haşrolacaktır."[6]
"Rızkın onda dokuzu ticarettedir."[7]

Bu kabîl hadislerin daha nicelerini sıralamak mümkündür.

Görüldüğü gibi İslâm, mü'minleri açıktan açığa ticarete teşvik etmektedir. Bu itibarla da İslâmiyet'in bir bütün olarak yaşandığı devirlerde ticaret en verimli bir vasıta olarak kullanılmış ve o dönemde dünya piyasa ve pazarlarına büyük ölçüde Müslümanlar hâkim olmuşlardır.

Daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde Müslümanlar Medine pazarına yerleşmiş ve o güne kadar pazar ve piyasada hâkim olan yabancıları bu pazardan söküp atmış, ticareti bütün bütün ellerine geçirmişlerdir.

Malumdur ki, Efendimiz Medine'yi şereflendirmeden önce Kureyza, Kaynuka ve Nadır çarşıları bütünüyle başkalarının elindeydi. Altın ve gümüş piyasasını da onlar ellerinde tutuyorlardı. Sarraflık işine de yine onlar hâkimdi. Hatta Medine'nin en büyük ticaret adamları onların arasından çıkıyordu.

Zaten Medine halkı da büyük bir ekseriyeti itibarıyla rençberdi, müstahsildi. Onların arasında ticaret yapan çok az sayıda insan vardı. Elbette bunda, bugün dünya ticaret hayatına hâkim olanların oyununun tesiri büyüktü.

O dönemde Medine'li biri ticarete atılsa, ticareti elinde tutanlar birlik olup onu iflas ettirinceye kadar uğraşırlardı. Bu itibarla da bir Medinelinin ticarette derlenip toparlanması mümkün değildi.

Hâlbuki, Efendimiz'in Medine'ye teşrifinden kısa bir zaman sonra, bu pazarlarda ticaret yapan yabancıların tesiri bütün bütün kırıldı. Evet, hepsi de teker teker piyasadan çekilip gitti ve gidip başka yerlere sığındılar. Daha sonraki yıllarda ise Arap Yarımadasını da tamamen terk ederek başka yerlere göç ettiler.

O günün akıllı Müslümanları, kendi pazar ve çarşılarında istismara imkân vermemişlerdi. Ticareti, kendi kurallarına göre ve akıllıca değerlendirmişlerdi. Onun için de kısa zamanda hepsi güçlenmiş ve servet sahibi olmuşlardı. Ama gerektiği anda da bütün servetlerini Allah için vermeyi biliyorlardı.

Emevî, Abbasî ve Osmanlı devirlerinde de Müslümanlar ticarî hayatın önemli bir kesimini ellerinde tutmayı başarabilmişlerdir. Bu dönemde büyük tüccarlar gemiler dolusu malı çeşitli ülkelere götürüyor, oralarda pazarlıyor ve ülkelerine önemli miktarda para akışı sağlayabiliyorlardı.

Bu hep böyleydi, çünkü ticareti bizzat teşvik eden Allah Resûlü idi ve ticarette muvaffak olanlardan biri de hiç şüphesiz Allah Resûlü'nün bizzat kendisiydi. Bi'setten evvel Hz. Hatice'nin ticaret kervanlarını bir süre Efendimiz idare etmiş ve ona (radıyallâhu anhâ) büyük bir servet de kazandırmıştı ki, daha sonra Hz. Hatice bütün bu serveti İslâm uğrunda harcayacaktı. Hem öyle bir harcayacaktı ki, ihtimal, vefat ettiğinde elinde-avucunda hiçbir şey kalmayacaktı.

Ticarette Hz. Osman (radıyallâhu anh) gibilerin durumu ise âdeta bir destandır. Medine'ye geldiğinde o da zengin sayılmazdı. Ancak, kısa zamanda ticaret yoluyla öyle bir servete sahip olmuştur ki, Tebuk seferine hazırlanan orduyu tek başına teçhiz edebilmişti dense mübalağa yapılmış olmaz.[8]

Başlangıcı itibarıyla milletimiz için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. İki-üç asır öncesine kadar ticarî üstünlüğümüz bir tarihî realitedir. Öyleki, o gün Batılı bizimle münasebet peşindeydi. Krallar bizden aldıkları ihsan ve atiyyelerle devlet idare ediyorlardı. Atımızın üzengisini öpmek onlar için âdeta kaderin kendilerine bahşettiği bir tali'lilikti.

Son iki-üç asır esas alınarak bunlara itiraza kalkışılmamalıdır. Zira bu yıllarda bütün düşman güçler bizi ifnâ ve yok etmek için bir araya gelip en amansız saldırışlarla üzerimize üşüşmüşlerdir. Zaten iç kargaşa ile başı dertte olan milletimiz bir de dış saldırılarla tamamen çökertilmiş; çökertilmekle kalmamış, elinde avucunda ne varsa harp tazminatına yatırmak zorunda bırakılmıştır.

Bu meş'um dönemde İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika, Rusya, hatta ta Çin'e kadar bütün devletlerin tek hedefi gelip Osmanlı mirası üzerine konmaktı.

Bütün dünya bu hedefe ulaşabilmek için her yolu deniyor, her vesileyi meşru sayıyordu. İçimizdeki etnik grupları tahrik ediyor, mezhep kavgalarını kızıştırıyor, hatta onları el altından silahlandırıp başımıza musallat ediyor ve belimizi doğrultmamıza fırsat vermiyordu.

Evet, bu dönemde bütün bir hasım dünya, bizi sömürmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyor ve belli ölçüde emellerine de ulaşabiliyorlardı. Bugün ticarî sahadaki iflas etmiş durumumuz bir ölçüde bize ait miskinlik ve tembellikten kaynaklansa da, meselenin kökünde böyle bir ihanete uğramanın getirdiği bir kısım tersliklerin mevcudiyeti de bir gerçektir.

Sadede dönüyoruz. Gelir kaynakları açısından ticaret çok mühim bir rükündür. Mü'minler becerebildikleri devirlerde fert, cemiyet ve toplumun servet ve hazinelerine ticaret kanalıyla hiç de küçümsenemeyecek ölçüde katkılar sağlamış ve milletçe önemli servetler elde edilmiştir.

İslâm'ın meşru gördüğü, hatta teşvik ettiği bu kanal, eğer günümüzde de tam değerlendirilebilse, değerlendirilip dışa açılma imkânı sağlansa, aynı seviyeye ulaşmak hiç de zor olmayacaktır.

d. El Sanatları

İslâm'ın meşru gelir kaynağı olarak kabul ettiği yollardan biri de el sanatlarıdır. El emeği ile yapılan bütün sanat dalları, İslâm'ın temel esprisine uygun olmak kaydıyla bu sahaya girer. Kilim ve halıdan tutun da, ince el işlerine, ondan da kakma ve sedef işleme sanatlarına kadar hepsi bizim için hem birer bedâyi hissimizin ifadesi hem de birer gelir kaynağıdır.

Belli bir dönemde atalarımız, her sahada olduğu gibi bu hususta da dünya kadar ölümsüz eser meydana getirmiş ve başkalarını hayran bırakmışlardır. El sanatıyla alâkalı teşvik edici birçok âyet ve hadis vardır. Bu husus başka bir zaman ve başka bir kitapçıkta müstakillen ele alınabilir.

e. İşçilik

Diğer bir gelir kaynağı da, hiç şüphesiz el emeği ve alın teriyle elde edilen gelir ve kazançtır.

Gerçi devrimizde ecîr yani işçi olmaya karşı bir reaksiyon var ve hiç kimse ücret mukabili işçi olmayı çok arzu etmemektedir ki, bugün fabrika ve değişik iş yerlerinde görülmekte olan değişik davranış ve hareketler bu düşüncenin bir çeşit dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Esasen işi biraz daha derinden kurcalayacak olursak, bazılarındaki bu reaksiyonun çalışmaya karşı değil, haksız servet biriktirmeye karşı olduğunu görürüz. Bazılarında da düşmanlık, haklı veya haksız olduğuna bakılmadan, doğrudan doğruya servetin kendisine karşıdır.

Bu hareketin altında da şu anda yıkılıp gitmeye yüz tutmuş bir sistemin insanları iğfal etmesi yatmaktadır. Evet, senelerce bu milleti komünizme çekmek isteyenler, işçiyi de hep kendi menhus emellerine alet olarak kullanmışlardır.

Hâlbuki işçilik de Cenâb-ı Hakk'ın takdir ettiği ve Efendimiz'in de (sallallâhu aleyhi ve sellem) teşvikte bulunduğu çalışma şekillerinden biridir. Daha önce de zikrettiğimiz bir âyeti burada tekrar etmekte fayda var: "De ki: Amel edin, işleyin. Allah, Peygamberi ve mü'minler sizin işlediklerinizi göreceklerdir." (Tevbe sûresi, 9/105)

Efendimiz ise, bir hadislerinde: "Allah, elinin emeği ile geçinen mü'min kulunu sever."[9] buyurmaktadırlar.

Demek oluyor ki, becerikli, iş bitiren, eli işe yatkın mü'minleri, Cenâb-ı Hak hem sevmekte hem de takdir etmektedir.

Bunun mefhum-u muhalifi de, beceriksiz ve elinden iş gelmeyen insanların Allah tarafından sevilmediği şeklinde ifade edilebilir. Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:

"Sizden hiçbiriniz eliyle kazandığından daha temiz bir şey yememiştir."[10] Evet, elinizin emeği sizin için en hayırlı rızıktır.

Görülüyor ki, alın teri ve el emeği ile kazanılan rızkı hem Allah hem de O'nun Resûlü alkışlamaktadır. Burada sahabinin naklettiği bir hususu arz etmeden geçemeyeceğim:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir iş münasebetiyle Medine dışına çıkmıştı. Dönüşte bahçesinde çalışan bir sahabi gördü ve o bahçeyi şereflendirdi. Çapa yapan adamın elini eline aldı ve sonra da mübarek yüzüne sürdü.

Adamın çatlak çatlak olmuş eli Efendimiz'in gülden narin yüzünde geziyor ve Efendimiz bu esnada şöyle konuşuyordu: "Allah'ın hoşnut olduğu eller, işte bu ellerdir!"[11]

Çapa yapan sahabinin neşesine diyecek yoktu. Zira yaptığı işin ne derece makbul olduğunu bizzat Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm söylemişti. Aslında Allah Resûlü, çalışan amelenin elini yüzüne götürüp sürmekle, kıyamete kadar gelecek amele ve işçilere verdiği önemi de anlatıyordu. Ayrıca yine bu davranışıyla her devrin insanına, insana verdiği değer adına daha neler ve neler anlatıyordu!

Hz. Ebû Zerr'e hitaben söylediği sözlerde konu daha bir farklı yanıyla ortaya konur: "Emriniz altında çalışanlar sizin kardeşlerinizdir. Kimin bir kardeşi onun emri altında çalışıyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve tâkatının üstünde yük yüklemesin. Yüklediği zaman da o yükün altına kendisi de girsin."[12] demiştir. Evet işçi, emek ve ücret, O'nun nazarında hep böyle değerli görülmüş ve alkışlanmıştır.

f. Ganimet

Her ne kadar bazı peşin fikirliler onu dillerine dolasalar da, İslâm'ın meşru kabul ettiği mühim gelir kaynaklarından biri de ganimettir.

Müslümanlarla savaşanlar ya Müslüman olacaklar ya cizye vermeyi kabul edecekler ya da üçüncü ve son alternatif olarak harp meydanını hakem seçeceklerdir. İşte harp meydanlarında kazanılan bu gelire ganimet denmektedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Mü'minin en makbul rızkı, ganimetten gelen rızıktır."[13] buyurur.

Belli devirlerde Müslümanlar ganimet yoluyla büyük zenginlikler elde etmişlerdir. Meselâ, Ömer b. Abdülaziz devrinde gün gelmiş zekât verilecek kimse bulunamamıştır. Bu husus, fıkıh kitaplarında harp ve sulh konusuyla alâkalı bahislerde ariz ve amik olarak anlatılır.

Esasen, mülhid, mütecaviz ve gelip size saldıran birinin hakkı yoktur. Ona böyle bir hak veriliyorsa, o da bedelini cizye vererek ödemek zorundadır. Eğer onu da vermek istemiyorsa, tecavüz ve saldırganlığından ötürü cezalandırılır.

Kur'ân-ı Kerim'de ganimet ve onun taksimi birçok âyette ele alınmıştır. Bu âyetlerden birisi şudur: "Eğer, hakkı bâtıldan ayıran, iki topluluğun karşılaştığı o günde (Bedir'de) Allah'a ve kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir." (Enfâl sûresi, 8/41)

Burada Cenâb-ı Hakk'ın ismi, tekrim ve teşrif için zikredilmiştir. Yoksa o da yine mü'minlere aittir. Ayrıca "Allah'ın" dedikten sonra "Peygamberinin" demekle de Efendimiz'in kadir ve kıymetine dikkat çekilmiştir. Her şeyden evvel Allah Resûlü, kendine aldığı ganimetlerin durumunu izah sadedinde "Onlar size geri döner."[14] buyurmuş ve bunları tekrar ümmetine geri vereceğini söylemiştir. Ve yine Efendimiz: "Kim birini harp meydanında öldürürse onun selebi (yanında bulundurduğu bütün eşya) ona aittir."[15] buyurarak ganimetin farklı bir çeşidine de dikkati çekmiştir. Bu disipline bağlı olarak Ebû Talha bir harpte tam yirmi adamın selebini almıştı.[16]

Biz üç asırdır bu konuda da hep verici olduk. Zira hep müdafaada kaldık. Yani bir zamanların aslanı, başkalarına koyun görünmeye başladı ve çevresindeki kasapların iştahlarını kabarttı. Verici duruma düşmemiz sarsıntıya sebep olmuş; buna muhazî ticarî hayattaki kesat bizleri başkalarına el-avuç açan bir millet hâline getirmişti.

Tanzimat'la hızlanan bu düşüş Müslüman Türk'e asıl kimliğini kaybettirme gibi bir vehameti de beraberinde getirmiş ve her hususta bizi dilenciler durumuna düşürmüştür. Keşke böyle bir dilencilik bir şeye yarasaydı. Heyhât; bu dönemde elde çanta kapı kapı dolaşanlar hep elleri ve çantaları boş geriye döndüler. Ne var ki, bu mezellet dahi onların kendilerine dönmeleri için yetmedi. Evet, kendilerinden uzaklaşma bu dereceye gelip ulaşmıştı.

Hak ve adalet çerçevesinde verici değil alıcı olmak çok önemlidir. Biz biz olmayı terk edince, Allah Resûlü'nün ifade buyurduğu gibi, heybet-i İslâmiyeyi de kaybettik. Artık düşmanlarımız bizden korkmaz oldu. Emr-i bi'l-mârufu terk edince de vahyin bereketinden mahrum kaldık. Yani velûd dimağlar köreldi, muhayyileler sönükleşti ve artık içimizden ciddî ilim adamları çıkmaz oldu; çıkmaz oldu da hepimiz birer taklit insanı kesildik ve her şeyi Batıdan kopya etmeyi mârifet sayar olduk.

Efendimiz bir hadislerinde, "Hak yolunda irşad ve mücahedeyi terk ettiğiniz zaman, üzerinizden atamayacağınız bir zillete maruz kalırsınız ve kendinize dönünceye kadar da zilletiniz devam eder."[17] buyururlar.

Dikkat edilecek olursa, İslâm'dan yüz çevirme ve mücahededen geri durma, Efendimiz'in dilinde, dinden dönme şeklinde ifadesini buluyor. Onun içindir ki "Mücahedeye başlayınca" demiyor da "dine döndüğünüz zaman" diyor.

Hadisin diğer bölümünde, "Sığırın kuyruğuna yapışıp her şeyi ziraatta gördüğünüz ve mücahededen uzak kaldığınız zaman da öyle bir mezellete maruz kalırsınız ki, bir daha belinizi doğrultamazsınız."[18] şeklindeki ifadelerin yanında, "Ne zaman ki yeniden insanları uyarmaya başlarsınız, işte o zaman Allah düşmanlarının kalbine korku salar ve hayatın her ünitesinde size başarılar ihsan eder." işaretleri yer alıyor.

Mücahede başlı başına ve uzun bir mevzudur. Onun şekli ve fazileti bu eserin konusunu aşar. Onun içi biz burada cihadın kendisinden değil, onun getirilerinden bahsederek bu hususları arz ettik. Zira bu bölümün madde başlığı olan "Gelir kaynaklarından biri ganimettir." sözcüğüydü ve biz de onun üzerinde durmuştuk.

g. İktâ

Burada fıkhî bir tabirle karşı karşıya bulunuyoruz. İktâ'ın mânâsı, devlet reisi veya onun vazifelendirdiği birinin bazı toprakları ihtiyaç sahibi kimselere vermesi ve onlara temlik etmesi ameliyesidir.

Bu topraklar, ya fetihlerle elde edilen topraklar, ya hiç vârisi olmayan insanlardan geçen araziler ya da bakımsız ölü yerlerdir.

"Kim ölü bir araziyi ihya ederse, burası onun olur."[19] hadisi ve Urve'nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği, "Şehadet ederim ki, Hz. Peygamber şuna hükmetti: Arz, Allah'ın arzıdır, insanlar da Allah'ın kullarıdır. Kim bir ölü araziyi (mevat) ihya ederse, bu yerde, herkesten ziyade o hak sahibidir."[20] mealindeki hadis ile, "Geçmiş milletlerden intikal eden araziler Allah ve Resûlü'ne aittir. Onlar bu arazileri istediklerine verebilir. Kim bir araziyi ihya ederse, o, onundur."[21] mealindeki başka bir hadis bu meseleye delil teşkil etmektedir.

İslâm'da her şey aktiftir. Hatta şahıslar kendi öz mallarını dahi uzun süre terk edilmiş bir hâlde tutamazlar. Hanefî mezhebinin dışındaki üç mezhebe göre, bir insan, arazisini üst üste üç sene ekip biçmezse, arazi onun elinden alınır, ekip biçecek birisine verilir.[22]

Mesele o kadar mühimdir ki, bazı mezheplere göre üçüncü senenin sonunda herhangi bir adam hiç kimseye sormadan sabanıyla o tarlaya girer ve orayı ekip biçerse, artık o tarla onun olur. Hanefî mezhebine göre ise, böyle bir tasarruf devletin iznine bağlıdır. Yani devlet, üç sene bakımsız kalmış bir yere el koyar ve orayı birisine devreder. Öyle veya böyle, İslâmî anlayışa göre hiç kimse kendi arazisi de olsa yerini böyle metruk bırakamaz.

Peygamber Efendimiz, bizzat kendi hayatlarında iktâ yapmış ve eski-yeni birçok sahabiye bu usûlle toprak vermiştir. Raşid Halifeler devrinde de aynı uygulama yapılagelmiştir.[23]

İşte İslâm'ın meşru kabul ettiği gelir kaynaklarından biri de budur. Fert bu yolla da arazi kazanır ve belli ölçüde imkân sahibi olur.

h. Zekât ve Sadaka

İslâm'da zekât, tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bir teminat (sigorta) müessesesine ait fonksiyonları yerine getirme potansiyeline sahiptir. Bu açıdan, günümüzdeki sigorta kuruluşlarının, müsemma olarak "İslâm'da yoktur." hükmüyle bir çırpıda onun nefyedilmesi, biraz aceleden verilmiş bir karar olsa gerektir.

Ancak, dünyada işlerliğini devam ettiren hiçbir sigorta, zekât müessesesindeki teminat ve garantiyi veremez ve onun kadar insanî yanı olamaz. Sadece şu âyet bile bu hükmümüzü ispata kâfidir: "Zekâtlar; Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalbleri İslâm'a ısındırılacaklara verilir ve kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların, yolda kalanların uğrunda sarf edilir." (Tevbe sûresi, 9/60)

Şimdi soruyorum: Hangi sigorta şirketi vardır ki, kendini önceden sigorta ettirerek belli bir prim ödememiş insanlara el uzatsın ve onlara malî yönden destek olsun. Hâlbuki, zekâtın kendilerine verilmesi caiz olan bu sınıfların hepsi, İslâm'ın yaşandığı bir toplumda garanti altındadır.

İslâm fakirin elinden tutar, borçluya destek olur, yolda kalmışın yanında yer alır; Allah yolunda hizmet eden herkese arka çıkar ve yaptıklarından da hiçbir karşılık beklemez.

İşte, zekât müessesesi böyle bir kuruluştur ve âyette anlatılan sınıflar için de önemli bir gelir kaynağıdır.

Esasen, zekât konusu da müstakil bir mevzudur. Onu burada tafsilatıyla anlatmaya gücümüz yetmez. Ancak diğer konularda da yaptığımız gibi, zekâtın da İslâm'ın meşru kabul ettiği bir gelir kaynağı olması hususunu vurgulayıp geçelim.

İslâm'ın meşru kabul ettiği kazanç yollarını, sadece ana başlıklarıyla saymaya çalıştığımız bu sekiz yoldan ibaret kabul etmek elbette ki doğru değildir. Zira buradaki her maddeyi de kendi içinde pek çok bölüme ayırmak mümkündür. O zaman da gelir kaynaklarının sayısı sekiz değil, seksene, doksana ulaşabilir.

Durumu bu şekilde tespit ettikten sonra, İslâm'ın iktisadî yapısının sadece zekât ve ganimete dayalı olduğunu iddia edenleri vak'aların diliyle cevaplamak mümkündür. Demek ki, bizim iktisadî yapımız veya İslâmî gelir kaynakları bir iki maddeyle sınırlı değildir.

İslâm'da pek çok gelir kaynağı vardır. Ancak diğer sistemlerin meşru kabul ettiği her gelir kaynağı İslâm hukukuna göre meşru olmayabilir. İşte İslâm dini bu hususta da hiçbir karışıklığa meydan vermeyecek şekilde bir ölçü ve denge vaz'etmiştir.

İslâm, bir taraftan sa'yi, çalışmayı esas alır. Fakat o, sermayenin gücünü de asla inkâr etmez; ona da kendisine göre değer verir. Çalışmayı, kazanmayı teşvik eder; müntesiplerine bazen sarih bazen de işaretlerle değişik kazanç yolları gösterir ve onları çalışmaya teşvik eder.

Şu kadar var ki, bir mü'minin, her kazancı meşru görme gibi bir yanılgıya düşmemesi için de onun elinden tutar ve meşru olmayan kazanç şekillerini bir bir sayar ki, sayılan bu maddeler de yine İslâm ekonomisinin ana meselelerindendir.

ı. Durumumuz ve Bir Tavsiye

Sözün başında da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, İslâm asla kazanmanın karşısında değildir. Aksine o, çalışıp kazanmayı emir ve teşvik etmektedir. Zahitlik bir iç meselesidir. Onun dış yaşantıya akseden yönü insanı aldatmamalıdır.

Şâh-ı Geylânî'nin sürülerle koyunları vardı. Ama o, Halilurrahmân gibi, Rabbinin adını bir kere duyma adına bütün servetini verebilecek bir yapıya sahipti ve zahitliği de buradan geliyordu.

İmam Âzam da çok zengindi. Şu kadar var ki, o, haramın zerresinden dahi fersah fersah uzaktı. Yanında çalıştırdığı birisinin müşterisine malın kusurunu ve ayıbını göstermeden sattığını öğrenince bütün o mallardan alınan paranın hepsini sadaka olarak dağıtmıştı.[24]

Yine o, alacağını istemeye gittiği komşusunun evinin önünde uzun müddet hem de kavurucu bir sıcak altında beklemesine rağmen hemen yanındaki ağacın gölgesine girmemiş ve bunun faiz olabileceğinden endişe ettiğini söylemişti. Belki fetva açısından bu faiz olmazdı ama, takva insanının, meseleyi kılı kırk yararcasına değerlendirmesi gerekiyordu.

Bütün bunların yanında mü'min, servetini nemalandırmalı ve her sene servetine yenilerini ilave etme yollarını araştırmalıdır. Zira mü'min her sahada güçlü olmak zorundadır.

"Kuvvetli mü'min zayıf mü'minden Allah nezdinde daha sevimlidir."[25] hadisinin şümulü buraya kadar uzanır. Çünkü mü'min, aynı zamanda bir dava adamıdır. O her zaman onuruyla, izzetiyle yaşamalıdır. Başkalarının devleştiği; tröstlerle, kartellerle, holdinglerle dünya piyasasını ele geçirmeye çalıştığı bir devrede o, perakendeci esnaf düşüncesiyle hiçbir yere varamayacağını bilmelidir.

Evet, her mü'min iktisadî hayatını belli bir düzene sokmak zorundadır. Mevsiminde aklını kullanır ve büyük paralar kazanır. Kazanırken helâle-harama dikkat eder, kazandığını israfla telef etmez. Muktesit ve dengeli harcamalarla her zaman disiplinli yaşar, tebzîr ve savurganlıkta bulunmaz; bulunmaz, zira savurganlık insanı şeytana yoldaş eder, ölçülü yaşamak ve cömertlik ise onu Rahmân'ın sırdaşlığına yükseltir. Böyle davranan insan ise hem dünyada hem de ukbâda aziz olur.

Tüketime dayalı ekonomiler milletleri oburlaştırır. Tutumlu davranış ise hem fertleri hem de milletleri derbederlikten ve başkalarına avuç açmaktan kurtarır ve onlara hürriyet ve istiklalin tarifi imkânsız hazzını yaşatır.

İnsanları meşru olmayan kazanç yollarına sevk eden âmillerin başında israf ve tebzîr gelir. Fert ve milletler israfla sefilleşir. Durum böyle olunca herkes, meşru-gayrimeşru ayırımı yapmadan kazanç gördüğü her şeye sarılır ve saldırır. Artık o fasit bir daire içine girmiştir ki, onun böyle bir çıkmazdan kurtulması oldukça zordur.

Aslında şu andaki bütün ekonomik sistemlerin bir çıkmaz içinde olduklarını söyleyebiliriz. Eğer Müslümanlar bellerini doğrultur ve İslâm ekonomisini en küçük teferruatına kadar tatbik sahasına koyabilirlerse, bu, ekonomik açıdan hem onların hem de diğer dünya insanlarının kurtuluşu olacaktır. Elbette ki böyle bir neticeye ulaşmak, her şeyden evvel dünya piyasasında söz sahibi olmaya bağlıdır. Onun için de önce bizim kendimize dönmemiz, özümüzü bulmamız şarttır.

Bu millete, kendi değerleriyle var olduğu sürece güvenmeli ve mutlaka ona itimat edilmelidir. Çünkü o, nice defalar en çetin imtihanları başarıyla atlatmış; aç kalmış, susuz kalmış, yoksulluğun her çeşidini görmüş ama devrilmemiştir. Onun katlanamayacağı bir şey vardır, o da, şeref ve haysiyetine gölge düşürülmek istenmesidir. O buna hiç katlanmamıştır ve katlanmaz da.

O, Çanakkale'de İngiliz'in top ve güllelerine göğsünü korkusuzca siper etmiş, Fransız karşısında dimdik durmasını bilmiş ve bacısının peçesine uzanan eli kırmış, Ege'de Yunan'ı denize dökmüş... ve iktiza ettiğinde canıyla beraber bütün varlığını da bir keseye koyup milletine bağışlamasını bilmiştir. Yeter ki o edip eylediklerinin çarçur edilmediğine kanaat getirsin.

Bugün dahi bu millet kendini idare edenlere tam güvense ve bizzat yapılması gereken davranışları onlarda görse, fazla değil beş-on sene içinde iktisadî, idarî ve siyasî açıdan dünyanın sayılı devletleri arasına girecek ve kendinden beklenen misyonu eda edecektir.

Aksine o, kendisini idare edenlerde israf ve tebzîr gördüğü müddetçe, sağa-sola iş olsun diye gidenlerin aldıkları korkunç harcırahları duydukça, onlara itimat ve güvenini kaybedecek ve hiçbir fedakârlığa yanaşmayacaktır. Ne var ki, ondaki bu tavır ve geri duruş arızîdir. Onun asıl cevheri mürüvvet, insanlık ve hasbîlikten yoğrulmuştur.

Burada ona değil de onu idare edenlere bir kısım diyeceklerimiz olabilir:

Bu milleti idare edenler ve onun iktisadî, idarî, ticarî hayatını elinde tutanlar, lüks ve debdebeli hayatı asgariye indirmeliler, mümkünse milletvekilleri ve yüksek bürokratlar normal bir memur seviyesinde maaş alsınlar, lüzumsuz davetler ve fuzulî seyahatlere bir son versinler, milletin malını yine millet için faydalı olacağı kesin bulunan yerlerde değerlendirsinler; sonra da bütün bu yapılanları her türlü siyasî ve politik çıkarlara bağlamasınlar. Bütün bunları yapabildikleri takdirde geleceğe güvenle bakılabilir/bakabilirler.

Aslında, sağlam bir iktisadî yapı isteyenler evvelâ dediklerini kendileri yaşamalıdırlar. Pratikte tatbik gören davranışlar, şüphesiz, realize edilememiş yüzlerce yaldızlı teori ve sözden daha faydalıdır.

Getirdiğimiz bu teklife olumlu cevap verebilmek, elbette fert ve millet olarak ruh sıhhatine ermemize bağlıdır. Ruhunda selâmete erememiş, dünyayı esas maksat yapmış, parayı asıl gaye kabul etmiş ve her gün kırk defa malın karşısında secdeye varan bir insandan ne mürüvvet ne sevgi ne milletine karşı ilgi ve ne de insanlık beklenebilir.

j. Kazanç Meşru Olmalıdır

Bir kere daha hatırlatmalıyım ki, Müslüman mutlaka kazanmalıdır, ama o kazanmayı meşru yollarla yapmalıdır; evet, o, Allah'ın verdiği imkânları ticarî ahlâka riayet ederek değerlendirmeli ve devrinde yaşayan hiçbir inkârcı gücün sultası altında kalmamaya çalışmalıdır. Ancak bunu yaparken spekülasyonlara meydan vermemelidir. Yani o, kazanmak için her yolu meşru görmemeli; aksine, kazanmak için her meşru yolu denemesini bilmelidir.

Bütün bunların yanında bir de dıştan bakıldığında meşru kazanç yollarına benzediği hâlde tamamen gayrimeşru olan kazanç yolları vardır ki, her mü'min bu gayrimeşru kabul edilen kazanç yollarını da bilmeli ve bu yoldan gelen zararlı gelirleri kat'iyen kazancına bulaştırmamalıdır.

İnsan bazı meseleleri sadece aklıyla, mantığıyla halletmeye kalkarsa çok yerde yanılıp hataya düşebilir. Bu, ticarî konularda da böyledir. Meselâ, insan alışverişle faizi birbirine karıştırabilir; karıştırır ve diyebilir: "Madem ki alışverişin tarifi, malı malla değiştirmektir; öyle ise, bu değiştirme niçin paranın parayla değiştirilmesinde de cari olmasın?" Bu arada cahiliye adamının yaptığı gibi, faizi esas kabul ederek, alışverişi ona benzetip: "Alışveriş de aynen faiz gibidir." (Bakara sûresi, 2/275) diyenler de çıkabilir.

İşte bütün bunlar birer yanılmadır. Böyle düşünenlere alışverişin ve faizin ne olduğunu mutlaka anlatmalıdır ki, Kur'ân ve hadisler de işte bunu yapmıştır/yapmaktadır.

İnsan ilk bakışta, fiyatları yükseltmek amacıyla malı piyasadan çekip stok yapmak demek olan ihtikâr ile, bir malı zamanında düşük fiyattan alıp biriktirmeyi ve daha sonra da açıktan kimseye zulmetmeden yükselen piyasa fiyatından bunu satmayı birbirine karıştırabilir.

Hatta böyle bir iltibas kumarda da olabilir; yenilen adam verdiğini rızasıyla veriyor, denilir. Ve bu rızasıyla verme, onun meşru olduğuna delil sayılabilir.

İşte İslâm dini, bir taraftan çalışıp kazanmayı teşvik ederken, diğer taraftan da menfî yollarla elde edilen kazançları tarif ederek müntesiplerini bu yanlış yollara girmekten men ediyor.

Eğer bunlar İslâm dini tarafından anlatılmamış olsaydı, onun gayrimeşru kabul ettiği birçok kazanç yolu toplum tarafından kavranamayacak ve insanlar ticarî hayatlarını hep yanlış kazançlar içinde sürdüreceklerdi.

Meselâ, İslâm bize, bir senede bir tarladan on hasat kaldırmanın yollarını gösterir ve teşvik eder; ancak aynı insanın haksız olarak bir arpa dahi kazanmasına göz yummaz ve bu günahı görmezlikten gelmez. O, herkese, yaptığı zerre kadar hayrın mükâfatını ve yine yaptığı zerre kadar şerrin cezasını hatırlatarak sürekli istikameti salıklar.

Oysaki, içinde Allah ve kul hakkı bulunan hiçbir kazanç meşru değildir. Bu tür kazançlar maddî ve mânevî kayıplara vesiledir. Siz, o kazançla hacca da gitseniz, sadaka da verseniz, hatta onu en kudsî hizmetlerde de kullansanız kat'iyen işin vebal ve günahından kurtulamazsınız.

k. Hasaret Getiren Kazanç

Allah Resûlü, "Allah kötülüğü kötüyle izale etmez."[26] buyurmakla bize bir hakikati talim buyurmaktadır ki, o da, Allah, kötülüğü ancak iyi şeyle izale eder demektir.

Onun için bir insan gayrimeşru yoldan kazandığı bir serveti kalkıp en hayırlı bir hizmete sarf etse de o günaha keffaret olmaz. Belki kendi sırtına bir kat daha günah yüklemiş olur. Zira o, tertemiz bir sahayı kendi kirli kazancıyla kirletmiş demektir.

Aslında böyle biri kötülüğü başka bir iyilikle gidermeliydi. Yani helâl malından zekât ve sadaka verip, ardından da işlediği cürme birkaç damla gözyaşı dökebilseydi, belki arınmış olabilirdi. Efendimiz'in mübarek dudaklarından şerefsudur olan bu konuda şu ifadeler ne müthiştir: "Nerede olursan ol, Allah'tan kork. Ve bir kötülük işlersen, hemen onun ardına bir iyilik yapıver. Ta ki, o iyilik evvelki kötülüğü siliversin. Ve insanlar arasında hep güzel ahlâk örneği ol!"[27]

Görülüyor ki Allah Resûlü, bir taraftan kötülük kötülüğü silmez derken, diğer taraftan kötülüğü silecek yolu gösteriyor. Bir kere daha hatırlatalım, meseleye ister Allah hakkı isterse kul hakkı açısından bakalım, meşru olmayan her türlü kazanç ancak hasaret getirir.

Öyle ki, böyle biri hacca gitse, Kâbe karşısında "Lebbeyk Allahümme lebbeyk" dese, Arafat meydanını gözyaşına boğsa, üzerindeki ihramda haram bir kazancın tozu varsa, ona verilecek cevap, Efendimiz'in ifadeleri içinde, "Sana lebbeyk de yok, sa'deyk de yok. Ne senin sesin duyulur ne de sana cevap verilir!"[28] şeklinde olacaktır.

İnsanın midesine indirdiği bir haram lokmanın, onun kırk günlük namazının feyiz ve bereketini alıp götüreceği söylenmektedir. Bu bir hasaret değilse, ya hasaret nedir?

Vücudunun her zerresi haramdan müteşekkil, yediği haram, içtiği haram, düşünceleri kirli, davranışları eğri-büğrü insanların meydana getirdiği toplum hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine liyakat kazanamaz. Liyakat için istikamet şarttır. "Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Cenâb-ı Hak da onları değiştirmez."[29] fehvâsınca iç deformasyon yaşayanlara nazar-ı merhametle bakılmaz. Allah, durup dururken aziz bir cemaati zelil etmez, zelil ettiğini de kimse aziz kılmaz.

Kendini kontrol etmeyen insanlara Allah Kendini unutturur. Allah'ı unutmuş insanlar da, hem kendi nefislerini hem de içinde bulundukları cemiyet ve milleti unuturlar. Bu, Allah hakkını gözetmeyen toplumlara Allah'ın dünyadaki cezasıdır. Ahirette ise onlara can yakıcı bir azap vardır.

Kul hakkı da bunun kadar mühimdir. Allah Resûlü, üzerinde kul hakkıyla musalla taşına yatırılmış bir insanın namazını kılmamıştır. Zira kul hakkıyla giden, kendisine rahmetle dua edilme liyakatini kaybetmiştir.

Kul hakkı, hangi yol ve ne suretle geçerse geçsin, insanın helâkine sebep sayılmıştır. Evet, ahirete kul hakkıyla gidenlerin durumu çok zordur. Ticarette aldatma, ihtikâr, kumar, faiz, hırsızlık ve tefecilik… esasen bunların hepsinde kul hakkı söz konusudur.

Onun içindir ki Allah (celle celâluhu) bu yolların hemen hepsiyle kazancı yasak etmiştir. Yasakladığı bütün bu yolları da rahmetinin bir eseri olarak kullarına tarif ve tayinde bulunmuştur. Ta o yola düşme ve kendi helâklarını kendi elleriyle hazırlamış olmasınlar.

2. Meşru Olmayan Gelir Kaynakları

Gayrimeşru gelir ve kazanç yolları pek çoktur. Biz burada bunlardan sadece çok mühim gördüğümüz bazılarını yine hiçbir tercih sebebi gözetmeden sıralamak istiyoruz. Meselenin tafsilatına girmeyeceğimizi daha önce de söylemiştik. Zira bizim bunları saymaktaki gayemiz bunların iktisadî yapımızla negatif olarak alâkalı olmaları itibarıyladır.

a. Faiz

İslâm, faizi kat'î olarak haram kılmıştır. Kitap ve Sünnet faizi ağır bir dille yerer. Çünkü o, haksız kazancın en çirkinidir ve düpedüz bir sömürü aracıdır.

Kur'ân-ı Kerim, faizi yasakladığı yerde faiz yiyeni şeytan çarpmış bir insana benzetir ki, onun bu mevzudaki beyanı şöyledir: "Faiz yiyenler mahşerde şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, 'Zaten alışveriş de faiz gibidir.' demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten geri durur ve vazgeçerse geçmişte elde ettiği, kendisinin olur. Ve onun işi de artık Allah'a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte onlar Cehennemliktir; onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah faizle malı eksiltir, sadakalarla da bereketlendirir. Allah, nankör hiçbir günahkârı sevmez." (Bakara sûresi, 2/275-276)

Faiz yiyenler, ahirette, dünyadaki amelleri cinsinden bir cezaya çarptırılırlar. Onlar dünyada, rahatın verdiği rehavetle hep miskin miskin ve tembel tembel yaşarlar. Esasen onların hayatları bütünüyle bir sıkıntıdan ibarettir.

Günlerinin geçmesi için çeşitli vesileler ararlar. Yumuşak döşekler üzerinde, sıcacık yataklarında çok defa ellerinde içki, ağızlarında sigara hep parti parti kumar masalarında ömür tüketir dururlar.

Hâlbuki ömür her hâlükârda tükenmektedir. Bu sebeple asıl yapılması gereken, onu en verimli şekilde değerlendirerek bereketlendirmek ve bir mânâda ona derinlik kazandırmaktır. Ne var ki, onların yaşantılarındaki terslik düşüncelerine de aksettiğinden böyle fasit bir daire içine girmişlerdir. Bunlar hayatlarından kat'iyen zevk alamazlar. Hep bir tatminsizlik içinde sarhoş gibi yaşarlar. Tabiî, nasıl yaşarlarsa öyle öleceklerdir ve nasıl ölürlerse öyle dirileceklerdir. Kur'ân ifadesiyle onlar, dünyada şeytan çarpmış gibi yaşadıklarından ahirette de öyle haşrolacaklardır.

Bir de onlar, nasıl kullandıkları ifadeyi çarpıtıp tersine bir teşbih yaptılar; öyle de, ahirette tersleri dönmüş olarak yerlerinden kalkar ve yalpa yapa yapa haşir meydanına sürüklenirler. Zira onlar, dünyada faizi esas alıp alışverişi ona benzetmişlerdir. Hâlbuki, yanlış dahi olsa, bu benzetmeyi hiç olmazsa düzgün yapmaları gerekirdi. Yani, en azından, faizi alışverişe benzetmeleri lâzım gelirdi. Ama şeytan çarpmış insandan doğru dürüst bir ifade nasıl sâdır olabilirdi ki!

Cenâb-ı Hak, iman ehlini uyarır ve onlara faizden vazgeçmelerini tembih eder. Eğer bu emre uyup da faizden vazgeçmezlerse, bu davranışın Allah'a karşı küstahça bir davranış sayılan O'na harp ilan etmek mânâsına geleceğini ifade buyurur: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer inanıyorsanız, faizden alacak olduklarınızdan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberi'ne karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş, haksızlığa da uğramamış olursunuz." (Bakara sûresi, 2/278-279)

Evet, Allah faizi yasak ettiği hâlde inat edip o yolda devam eden fert ve toplumların bu davranışı, Allah'a karşı bir harp ilanıdır. Aman Allahım! Bu ne affedilmez bir saygısızlıktır!

Efendimiz de bir hadislerinde, faizle alâkalı olarak dört sınıfın lanete uğrayacağını ifade buyururlar: "Allah, faiz alana, verene, buna kâtiplik ve şahitlik yapana lanet etti. Bunlar aynı günahta müsavidirler."[30]

Burada, işin başından nihayetine kadar faiz ile alâkalı herkesi içine alan bir hüküm tebliğ edilmiş oluyor. Allah Resûlü bunların hepsinin aynı günahta müsavi olduğunu ilan etmekle bir büyük günahın önünün alınması gerektiğini hatırlatıyor. Zira bu günahın önü alınmazsa, cemiyet içinde meydana gelen çalkantıların önünün alınması da mümkün değildir. Ve hâl-i âlem en açık misalleriyle bunun şahididir.

Henüz ne kapitalist ne de sosyalist sistemlerle İslâm arasındaki mukayeseye girmiş sayılmayız. Söz oraya geldiğinde, İslâm'ın nasıl bütün sistemlere karşı minare ile kuyu dibi arasındaki kıyas ölçüsünde bir farklılık ve üstünlük arz ettiğini göreceğiz. Biz burada, sadece faizden gelen kazancın İslâm dininde meşru kabul edilmeyen bir kazanç olduğunu hatırlatmak istemiştik.

b. Kumar

Allah kumarı bütünüyle haram kılmıştır. Onun resmî ve izinli olarak yapılanı da, gayri resmî irtikâp edileni de ve piyango şeklinde oynananı da bütünüyle haramdır.

Kur'ân-ı Kerim, kumarı, şeytanın pis işlerinden bir pislik olarak vasıflandırır ve şöyle der: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçersiniz değil mi?" (Mâide sûresi, 5/90-91)

Kumara mübtelâ bir fert kolay kolay kurtulamaz; ona mübtelâ bir millet de iflah olmaz. Çünkü kumarda hem Allah hem de kul hakkı çiğnenmektedir. Kumarın yaygın olduğu bir toplum, şeytanın sultası altına girmiş demektir.

Kumar öldüren bir marazdır. Bu maraz belli bir dönemde kısmen de olsa toplumun bünyesinden sökülüp atılmıştı, şimdilerde çeşitli nam ve unvanlarla yeniden ve bütün çeşitleriyle hortlamış durumda. Kumarda kaybeden de kazanan da zarardadır. Ama ihtimal, kazananın zararı daha büyüktür. Zira o, haksız yere bir başkasının malını almıştır ve aynı zamanda onun tiryakisi olmuştur. Kazandıkça daha bir iştahı artmakta, iştahı arttıkça da gözü kumardan başka bir şey görmemektedir. İhtimal böyleleri zamanla haram-helâl duygusunu da yitirerek küfre yelken açmış olacaklardır.

c. Alışverişte Hile

Aldatmanın her çeşidi İslâm'da mezmumdur ve kınanmıştır. Bilhassa ticarî hayatta başkasını aldatarak elde edilen kazanç asla caiz değildir. Daha önce naklettiğimiz bir hadisin şerhinde de izah edildiği gibi, mü'mini aldatan bir insan bir mânâda Allah Resûlü'nün kudsî dairesinden çıkmış sayılır. Bu da, başkalarını aldatan kendi kendini de aldatmış demektir ki, böyle bir aldanmışlık da aldanmışlığın en bayağısıdır.

İşinde, alışverişinde, ticarî ve insanî münasebetlerinde mü'minleri aldatan, onların aldanma yönlerini araştıran, dahası bazılarının iyi niyetinden veya saflığından istifade etmeye kalkışan ve daha geniş mânâsıyla, hangi yol ve usûlle olursa olsun mü'minleri sömürmeye çalışan bir insan, er-geç Allah Resûlü'nden ayrı düşme tokadını yer ve yediği bu tokatla da tevbe edinceye kadar hep sendeler durur; ihtimal artık hiçbir işinde ve bilhassa da ahiret işlerinde kat'iyen dikiş tutturamaz.

Ticarî alanda aldanmanın önüne geçmek için İslâm çeşitli prensipler vaz'etmiştir. Bu prensipler bütünüyle aldanan tarafın lehindedir. Şöyle ki, taraflardan birisi aldandığını ileri sürer ve bunu ispat ederse, diğer taraf aldığını geri vermek zorundadır. Bu prensip bütün fakihlerce kabul edilmiş bir esastır.[31]

Diğer bir husus, satıcı olan kimse, malın bütün özelliklerini söyleme ve eğer malda bir kusur varsa bunu alıcıya mutlaka bildirme durumundadır. Böyle bir davranış hem güveni artırır hem de Cenâb-ı Hak bütün bir alışverişe yümün ve bereket ihsan eder. Ayrıca yukarıda da söylediğimiz gibi, dürüst tüccar Arş'ın gölgesinde gölgelenmeye namzettir. Cenâb-ı Hak onu salihlerle, şehitlerle beraber haşredecektir.[32]

Şu misal, bu hususu tenvir açısından önemlidir:

Bir gün Efendimiz pazar yerinde dolaşırken bir satıcıya rastlar. Tezgâhtaki mala elini daldırdığında kuru hurmaların üstte, yaş hurmaların ise altta olduğunu görür. Böyle yapan sahabiyi itap eder ve "Aldatan bizden değildir." buyurur.[33] Müslümanlık bunu âmir bulunduğu hâlde günümüzde ticaret, âdeta aldatma üzerine kurulmuş gibidir. Bilhassa değişik reklâmlar, malı olduğundan çok daha başka göstermekte ve farklı yöntemler denenerek kitleler aldatılmakta ve belli şeylere şartlandırılmaktadır.

Aslında bunların hepsi aldatmaya girer; zira eğer söylenenlerde zerre kadar mübalâğa varsa -ki reklâmlarda söylenenlerin yüzde doksanı mübalâğadır- bu yolla elde edilen kazancın helâl olduğu söylenemez.

d. İhtikâr (Karaborsa)

Karaborsacılık, zalim bir ruh hâlinin ticarî hayata yansıyan yüzünden başka bir şey değildir. İhtikârda fert, kendi menfaati veya zevki için kitleleri sömürmeyi ve onların sırtından geçinmeyi iş hâline getirmiştir.

Karaborsacılar, bilhassa zarurî tüketim malları açısından toplumu kolları arasına almış ahtapotlardan farksızdırlar. Vicdandan az bir nasibi olan birinin ihtikâr yapması düşünülemez.

Her karaborsacı, kendi çıkarlarını millet ve memleket çıkarlarının önünde görür. Stok yapar, piyasa ve pazarla oynar, sun'î krizler meydana getirir, yerinde piyasaya mal veya para sürer, diğer insanların ticaretlerini allak bullak eder. Bütün bunları yaparken de temel felsefesi şudur: "Bana kazanç getiriyorsa, o şey çok iyidir. Eğer kazanç getirmiyorsa, o işte hayır yoktur."

Eskiden beri çarşı-pazarda bunu belli bir millet yapıyordu. Belli mevsimlerde piyasalardan her türlü malı, altını, gümüşü çekiyor, narha tesir ile milletin bilip alıştığı fiyatları altüst ediyor ve ticarî hayatı felce uğratıyordu. Aslında dünkü o karaborsacı ile bugünkü arasında zihniyet bakımından hiçbir fark yoktur.

Dünya piyasalarında görülen çalkantıların ekserisinin altında ya doğrudan doğruya ya da dolayısıyla ama mutlaka yine onun parmağı vardır. O her zaman dersini şeytandan alır. İçimizdeki bir kısım beyinsizler de derslerini ondan alırlar ve buna akıllılık derler.

Onlar müstahsil ile müstehlikin (üretici ile tüketicinin) arasına girer; fiyatlarla oynar ve herkesi istismar etmeyi mubah görürler. Zatında bu, bütün dünyadaki karaborsacıların değişmeyen karakteridir. Niye olmasın ki, hepsi de az veya çok aynı mektebin tilmizleridirler.

Efendimiz, ihtikâr yapan insanların durumunu şöyle anlatmaktadır: "İhtikâr yapanlar hata içindedir."[34] Yani onların hareketleri, şahsî çıkarları etrafındadır ve mevcudiyetleri de toplum için zarar üstüne zarardır.

Bir başka hadislerinde karaborsacının kara kaderini O şöyle dile getirir: "Kim halkın zarurî ihtiyacı olan bir malı kırk gün stok ederse, o, Allah'tan uzaktır, Allah'ın rahmeti de ondan uzaktır."[35]

İşte, karaborsacı bu dehşet saçan akıbetini çok iyi düşünmeli ve ürpermelidir. Aslında, hiç durmadan piyasayı karıştırıp duran ve hep kendi lehine çevirmeye çalışan bir adamla, bir başkasının cebini karıştırıp duran ve onun cebindekileri kendi cebine aktarmaya çalışan bir adam arasında netice itibarıyla hiçbir fark yoktur. Fark sadece, oyunun formatındadır. Hepsinin cezası da elbette ameli ve günahı cinsinden olacaktır.

e. Tefecilik

Kadimden beri insanların başına belâ olmuş dertlerden biri de hiç şüphesiz tefeciliktir. Kendisi nesepsizdir ve nesepsiz bir sistem olan komünizmi de kapitalizmi de bu tefecilik doğurmuştur.

Birisi serveti her şey kabul edip bayraklaştırınca, diğeri de ona reaksiyon olarak sa'yi esas almış ve bayraklaştırmıştır. İnsanların başına böyle bir belâyı musallat eden bu sistem de insanlık için, en az musallat ettiği komünizm kadar tehlikeli olmuştur.

Esasen hem komünizm hem de kapitalizm istismara ve insanları aldatmaya dayalı birer sistemdir. Ve her ikisinin ardında da korkunç bir nifak ve ikiyüzlülük gizlidir. Bunlardan hiçbiri dediklerinde asla samimî olmamıştır. Kapitalizmin proletarya düşmanlığı ne kadar sahteyse, komünizmin servet düşmanlığı da en az onun kadar sahtedir. Zaten günümüzde bu sahtelik bütün iğrençliği ile ortaya çıkmış durumdadır. Ancak, olan yığınlara olmuş ve geniş halk kitleleri, bir aldatmacadan diğerinin kucağına düşmüştür.

Aslında her tefeci bir pragmatisttir. O, bütün ticarî hâdiseleri kendi çıkarı açısından değerlendirir. Ona göre esas olan, kazanmaktır. Böyle bir kazanmanın yolu ve şekli hiç mühim değildir. Bir yönüyle de o, makyavelisttir. Ona göre, hedefe götüren her yol meşrudur.

Esasen onların umumî karakterini ele veren bu anlayış, insanın bir zaafından kaynaklanmaktadır. Bu zaafını zabt altına alamayanlar, çapına göre bazen bir grup insanın, bazen de bütün insanların başına belâ olagelmişlerdir.

Kur'ân-ı Kerim insanın bu zaafını şöyle dile getirir: "Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nimet verdiği zaman o, 'Rabbim beni şerefli kıldı.' der. Ama imtihan için onun rızkını daraltıp belli bir ölçüye göre verdiği zaman, 'Rabbim bana hor baktı!' der. Hayır, yetime karşı cömert davranmıyor, yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özenmiyor, size kalan mirası hak gözetmeden yiyor ve malı pek çok seviyorsunuz." (Fecir sûresi, 98/15-20)

İşte parayı mihrap edinenlerin ruh hâli!

Evet, parayı gaye hâline getirenlerin, içinde bulundukları topluma karşı takındıkları tavrın gerçek çehresi işte budur. Mal onların ruhlarıdır, canlarıdır ve mal sevgisi bütün benliklerini sarmış ve kaplamıştır. İşte Kur'ân-ı Kerim de yukarıdaki âyetlerle onların bu bozuk karakterlerinin tahlillerini yapmaktadır. Değil insanlara karşı, -hâşâ- Allah'a karşı bile onlar hep bir pazarlık peşindedirler.

Servet böylesine esas hâline gelince, durum elbette böyle olacak; onu geliştirmek ve nemalandırmak için her yerde pazar aranacak veya her yer pazar yapılmaya çalışılacaktır. Zira o sistemi başka türlü ayakta tutmak imkânsızdır. Bunun için de ihtikâra başvurulacak ve tefecilik de teşkilatlandırılmış bir güç hâline getirilecektir.

Batının bugün yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Piyasadaki mal çekiliyor, sun'î krizler meydana getiriliyor ve insan döviz darboğazına sokuluyor. Sonra da orta ölçekteki devlet ve milletlere ait ne kadar gelir kaynağı varsa, ya kendi lehlerinde çalıştırmaya ya da baltalayıp yıkmaya çalışıyorlar.

Büyük ölçüde Batı, insaftan, insanlıktan ve mürüvvetten nasip alamamıştır. Eğer aksi doğru olsaydı asırlarca kendilerine hep insanca davranmış olan Osmanlı'ya karşı sergiledikleri tavrı sergilemezlerdi. Zira Müslüman Türk tarafından onlara, hem de tarihin hiçbir devrinde zulüm ve tahakküm yapılmamıştı.

Hatta kendi aralarında meydana gelmiş husumet ve düşmanlığı Türkler, birer âdil hâkim sıfatıyla düzeltmiş ve yapılmak istenen zulümlere bir makas gibi kollarını açmış ve engellemişlerdir. Demek ki iyiliğimiz onları nankör ve hain yapacak kadar çok olmuş ki şimdi bize bu iyiliklerin faturasını ödettiriyorlar...

f. … Ve Denge

Yakın bir döneme kadar iktisadî güç bir ölçüde bizim elimizdeydi. Ama biz Batılıların zayıf oldukları anları birer fırsat bilip sömürmeye kalkışmadık. Bizim lügatimizde, ihtikâra, karaborsaya, faizciliğe, tefeciliğe ve çeşitli spekülatif yollara tevessül etme yoktu. Borç veriyorduk, verdiğimiz kadar alıyorduk. Hatta durumları sıkışık olanlara müddet tanıyor, bazen de alacaklarımızın üzerine bir çizgi çiziyorduk.

Çünkü Kur'ân bize bu ahlâkı öğütlüyordu. Hadisler bize, borçluya müsamahayı talim ediyordu. Biz de Kur'ân'ın gösterdiği ve hadislerin işaret buyurduğu bu nurlu ve kutlu yoldan yürümeyi kendimize şiar edinmiştik.

Bizdeki ahlâk bugün de değişmemiştir ve değişmeyecektir. Fakat kapımıza kadar gelen bu korkunç tehlikenin de farkındayız. İnsanımız istismar edilmekte ve bu zalim ahtapotun kolları arasında inim inim inlemektedir.

Sa'y ve gayret unutulmuş, insanlar hiç yorulmadan, hiç ter dökmeden bir başkasının sırtından geçinmeyi mârifet ve akıllılık kabul eder olmuş. Bu gidişi durduracak, hiç şüphesiz İslâm ahlâkı ve İslâm ruhunun hayata tatbik edilmesidir.

İslâm'da meşru kabul edilmeyen kazanç ve gelir yolları diğer sistemler tarafından nasıl bayraklaştırılırsa bayraklaştırılsın ve istenildiği kadar iktisadî hayatın vazgeçilmez birer düsturu gibi gösterilsin, İslâm nazarında merdut ve mezmumdur, red ve zemmedilmiştir.

İslâm dini, ferdi çalışmaya teşvik eder ve her ferdin yaptığı işleri, Cenâb-ı Hakk'ın, Peygamber'in ve mü'minlerin müşâhedesine arz edebilir bir kalitede yapmasını söyler. Ayrıca meselenin bu yönü kazanç adına da çok mühimdir. Çünkü mü'min ancak bu sayede güçlü olacak ve karşı dünyanın insanları tarafından sömürülmekten kurtulacaktır. Ancak, mü'min bütün bunları yaparken de malın belli ellerde toplanmasından, ihtikâr ve karaborsadan, faizden ve zayıf kimseleri ezme hasisliğinden kaçınma ve piyasayla, pazarla oynamama gibi bir sorumluluğu vardır.

Gerçi meselenin birinci yönü kısmen bu hususla da alâkalı gibidir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın müşâhedesine arz edilecek bir duyarlılık ve hassasiyetle yapılan iş ve muameleler, zaten saydığımız menfî tavırlara girmeye mânidir. Evet, Allah'ın, Resûlullah'ın, hatta mü'minlerin müşâhedelerine arz edilecek bir sa'y ve semere-i sa'y, gayrimeşru mülâhazaya bütün bütün kapalıdır.

Ancak, güçlü olmanın yanında insafı elden bırakmama; cömert olmanın yanında israfa kaçmama; çok zengin olmanın yanında saçıp savurmama; hâkim olmanın yanında mütevazi ve sade bir hayat yaşama; başkalarının ayranını kabartmama; tutumlu olmanın yanında elini boğazına bağlayıp cimri kesilmeme... evet, bütün bunlar, İslâm'ın iktisat anlayışı içinde değerlendirilmesi gereken hususlardır. Bu ve benzeri meseleleri kavramadan ve bunları pratik hayata döküp tatbik etmeden İslâm'ın ekonomik sistemini anlamak ve kavramak mümkün değildir.

[1] Ebû Dâvûd, büyû 60; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/364.
[2] Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletuhû, 6/4646-4649.
[3] Beyhakî, Şuabü’l-iman, 2/87; Münâvî, Feyzu’l-kadir, 1/541.
[4] Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletuhû, 4/2909-2912.
[5] Münâvî, Feyzu’l-kadir, 3/278.
[6] Münâvî, Feyzu’l-kadir, 3/278.
[7] Münâvî, Feyzu’l-kadir, 3/244.
[8] Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/63.
[9] Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağir, 8/380; el-Mu’cemü’l-kebîr, 12/308; Beyhakî, Şüabü’l-iman, 2/88.
[10] Buhârî, büyû 15; İbn Mâce, ticârât 1.
[11] Serahsî, el-Mebsût, 30/245.
[12] Buhârî, iman 22; ıtk 15; edeb 44; Müslim, eymân 40; Tirmizî, birr 29.
[13] Bu mânâyı ifade eden lafızlar için bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/50.
[14] Ebû Dâvûd, cihad 121, 149; Nesâî, fey 1; Muvatta, cihad 22; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/127; 5/316, 319.
[15] Buhârî, hums 18; megâzî 55; ahkâm 21; Müslim, cihad 45; Ebû Dâvûd, cihad 135; Tirmizî, siyer 13; Muvatta, cihad 18.
[16] Ebû Dâvûd, cihad 136; Dârimî, siyer 43.
[17] Ebû Dâvûd, büyû 54; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/42.
[18] Ebû Dâvûd, büyû 54; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/42.
[19] Ebû Dâvûd, harâc 37; Tirmizî, ahkâm 38; Muvatta, akdiye 26.
[20] Ebû Dâvûd, imâret 37.
[21] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 6/143; Münâvî, Feyzü’l-kadir, 4/298; San’ânî, Sübülü’s-selâm, 3/83.
[22] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 7/191-192.
[23] Buhârî, cizye 4; humus 19; nikâh 107; Ebû Dâvûd, imâre 36; Tirmizî, ahkâm 39; İbn Mâce, ruhûn 17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/192.
[24] Hatib el-Bağdadî, Tarih-i Bağdat, 13/358.
[25] Müslim, kader 34; İbn Mâce, mukaddime 10; zühd 14.
[26] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/387.
[27] Tirmizî, birr 55.
[28] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/251.
[29] Enfâl sûresi, 8/53; Ra’d sûresi, 13/11.
[30] Müslim, müsâkât 106; Tirmizî, büyû 2; Ebû Dâvûd, büyû 4; İbn Mâce, ticârât 58; Nesâî, ziynet 25.
[31] Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletuhû, 5/3408-3415, 3449; 3558-3598.
[32] Münâvî, Feyzu’l-kadir, 3/278.
[33] Bkz.: Müslim, iman 164; Tirmizî, büyû 74; İbn Mâce, ticârât 36.
[34] Müslim, müsâkât 129; Ebû Dâvûd, büyû 49; Tirmizî, büyû 40.
[35] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/33.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.