Güzel ve Güzellik
Gözümüzü, gönlümüzü okşayan, ruhlarımızda heyecan ve takdir hisleri uyaran, sonra gidip iç âlemimizde estetiğe dönüşen ve bize tarifi güç en tatlı, en neşeli anlar yaşatan mefhum, mânâ, muhteva, manzara, gibi şeyler ya da bunların ihsas ve imtisas keyfiyetleridir güzellik. Böyle bir yaklaşımla konunun çerçevesi biraz daraltılmış görülse de, bu da bir yorumdur.
Eskiden beri, bedîiyât (estetik) unvanıyla değişik anlayış ve görüşler açısından defaatle üzerinde durularak farklı tariflere tâbi tutulan güzelliği, bundan sonra da, varlık, tabiat ve insanı, hattâ tabiat ötesini, bunların birbirleriyle münasebetlerini; her birerlerinin mânâ, mefhum ve muhtevalarını; bütününü birden veya her birerlerini teker teker duyup zevk etme, zevk edip değerlendirme, değerlendirip gerçek çerçevelerine yerleştirme yolunda kim bilir daha kaç defa yorumlayacak, seslendirecek ve tariflere tâbi tutacağız. Onu şimdilik, geleceğin bedîiyât üstadlarına bırakarak, biz burada sadece, kendi inanç, kendi duygu ve düşünce dünyamızda, güzelden, güzellikten ne anladığımıza bir-iki atıfta bulunmak istiyoruz.
Bizim düşünce dünyamızda, her güzel nesne veya obje Hak güzelliğinin bir aynası ve bir aks-i sadâsıdır. Öyle ki, gönüllerimizde takdir, sevgi, hayranlık ve heyecan uyaran her manzara, her ahenk, her ses, her tenasüp, her motif O Güzeller Güzeli'nin bir tecellisi olması itibarıyla, duygularımız her zaman O'nun solmayan güzelliğinin akisleriyle renklendiğinden, kendimizi hep güzellerle ve güzelliklerle iç içe görür, fenâ ve zevalin kasıp kavuran fırtınaları karşısında dahi sürekli bahar temâşâları ile yaşarız. Ve yine böyle bir iç plân ve bakış zaviyesi sayesinde ölüm ve zevalleri yeniden var olmanın yolu, sararıp solmaları daha taze renklere yürümenin aşısı, bozulan tenasüpleri de en baş döndürücü ahenklerin esası sayarız; sayar ve her zaman kendimizi ebedî güzelliklerin gel-gitleri arasında hisseder; dolayısıyla da ne hazanın ekşi yüzünü görür, ne yok olup gitmelerin karanlıklarına takılır, ne de gidip geriye dönmemenin hasret ve hicranlarını duyarız. Aksine, imanın zâtî güzelliklerinin yanında, ümidin şahlandıran havasını soluklar.. değişik beklentilerin farklı dalga boyundaki televvünleriyle coşar.. kalbî ve rûhî beklentilerimize ulaşmanın biricik köprüsü diyerek salih amellere koşar.. her amelimizde ihlâs vesayetine ve ihsan murâkabesine sığınır.. davranışlarımızı bitevî güzel ahlâka bağlayarak Allah ve insanlarla münasebetlerimizde her zaman içten, anlayışlı, şefkatli ve yapıcı olmaya çalışır.. ve düşündüğümüz, hissettiğimiz, inandığımız, sonra da yerine getirdiğimiz bu işlerin hemen hepsini, hayatımızın en olumlu yanları ve en güzel kareleri kabul ederiz. Bize göre iman, ufkumuzu aydınlatan bir ışık ve beklentilerimiz adına da bir ümit kaynağıdır; ancak onunla yokluk kaynaklı kaoslar aşılır.. onunla bir ucu gönüllerde, diğer ucu da gidip ebedî cennet saraylarına dayanan bir mutluluğa ulaşılır. İşte, bu güç ve enginliğiyle iman bizzat güzeldir. İnsan, ancak onunla dağınıklıktan kurtulup tevhide ulaşabilir; Hakk'a yönelip endişelerden sıyrılabilir ve dünya-âhiret saadetine erebilir.
Bunlar, hemen hepsi iç içe güzelliklerdir ve bu güzellikleri duyup zevk etmenin sihirli anahtarı da imandır. İmana ulaştıran yollardan olması itibarıyla, kâinat kitabının fasıl, bölüm ve paragrafları ya da bu koskoca meşherin varlık, eşya ve hâdiseler unvanıyla değişik tezahürleri, değişik enstrümanları; sonra bütün bunları değerlendirecek insan mantığı, insan düşüncesi; tabiî, tekvînî bu hususların yanında, teşriî açıdan, yine imanla irtibatlı olup ona dayanan, onun bağrında serpilip gelişen bilumum salih ameller, ahlâkî davranışlar, ümitler, recalar, ebedî var olma beklentileri de, imana ulaşmanın, onda derinleşmenin, mârifete ermenin, muhabbetle gerilmenin, rûhânî zevklerle kendinden geçmenin yolları ve semereleri olarak güzeldirler. Hattâ temelinde iman, teslim ve tevekkül olması açısından, dış yüzleri itibarıyla meşakkatli görülen bütün ibadetler, sık sık maruz kaldığımız belâ ve musîbetler; içine düşmeme cehdiyle dişimizi sıkıp sabrettiğimiz günahlar ve masiyetler dahi -onlara karşı tavrımızı iyi belirleyebildiğimiz takdirde- birer nisbî güzellik ifade etmektedirler.
Hakikî güzellik Hakk'a ait, kusursuz kemâl de O'na "özgü" ve O'nun lâzımıdır. Topyekün varlık, O'nun değişik tecellîlerinin birer farklı aynası, her nesne ve her hâdisenin çehresinde temâşâ ettiğimiz mânâ, muhteva, parlaklık ve câzibe de -aynaların kabiliyetine göre- O'nun güzelliğinin küçük bir parıltısı ve varlığının zayıf bir ziyasıdır.
Her gece ışıktan söz ve beyanlarla hutbelerini dinlediğimiz yıldızlar, O'nun öyle nurdan nâmeleridirler ki, sürekli bize göz kırpar ve O'na göndermelerde bulunurlar. Pırıl pırıl mevcudiyetleri, aralarında ışık alış verişi ve ışık oyunları, o koskoca cesametlerine rağmen fevkalâde uyumları, ahenkleri ve o engin boşlukta sergiledikleri farklı şekilleriyle her zaman bize bin bir zevki birden yaşatırken, gözlerimize-gönüllerimize iç içe renk, desen, şive ve güzellikten ne kevserler, ne kevserler içirirler!
Mehtap, o semâvî büyüleyiciliğiyle kendine ayrılan belli zaman dilimlerinde, hemen her defasında, ufukta tıpkı bir gelin gibi belirir.. yasemenlikte reftare yürüyor gibi yumuşak yumuşak yürür.. bütün bir gece boyu nazlı nazlı halesine oturur ve ışıklarıyla hislerimize oltalar salar.. çehresini tam gösterebildiği hemen her gece, sürekli hayranlarına gamzeler çakar ve hassas ruhların yüreklerini ağızlarına getirir...
Güneş, fecirle başlayan beklentilerimize her saniye ayrı bir ışık huzmesi ve morun, kırmızının, pembenin, değişik tonlarıyla cevaplar verir; verir ve başlarımızı döndüren bir ihtişamla ortaya çıkar. Yürüyüp gökyüzüne otağını kurunca da, gözlerimizi kamaştırır, topyekûn eşyayı o ışıktan, renkten kollarıyla kucaklar, kendine yönelenlerin başlarını okşar.. ve bütün bir gün boyu çevresindeki kürelerden, peyklerden, yeryüzündeki denizlere, göllere, ırmaklara, ovalara, obalara; dağlara, ormanlara, bahçelere-bağlara; güllere, çiçeklere ve insanlara kadar her şeye ve herkese kadeh kadeh renk ve ziya içirir, sonra da tül tül renk armonileri içinde gidip guruba kapanır.
Denizler, dalga dalga köpürür, yıldızlarla selâmlaşır.. ayla hasbıhâle geçer, gel-gitler yaşar.. güneşten gelen ziya dalgalarını bir ninni gibi algılar ve beşik gibi sallanırlar.. yer yer kendi sınırlarını aşarak sahillerle koklaşır ve mağrur kayalara çarpıp homurdanırlar.. aşılmaz tepelerle müsademeler yaşayıp köpürdüğü aynı zamanda, bağrında beslediği binlerce canlıyı bir anne gibi kucaklar, onlara yumuşak yumuşak ninniler söyler ve onların yaşama arzularını coştururlar.
Dağlar, o mehib edalarıyla her zaman ürperten bir görüntü sergiler ve yüreklerimizi hoplatırlar. Ufuktaki hâlleriyle her zaman bizde, göklere bir şeyler fısıldıyor hissini uyarır, sonra döner bulutlarla evcilik oynarlar.. durur havayı taraklar, yağmura bağrını açar ve suları konuk ederler.. bakarsın kalkar denizlere "dur" der, toprağı kucaklar, arkadan da o gururlu görünümlerine rağmen toz-toprak olur, ayaklara yüz sürer ve toprak tabakasına dayelik yaparlar.
Çaylar-ırmaklar menfezlerinden her zaman bir sevdayla fışkırır, mehâbetle çağlar ve sinelerimizde vuslat duygularını uyararak deryalara koşarlar, gidip denizlere ulaşınca da, bu son durağı bir rampa ve rıhtım gibi kullanarak döner yeniden yukarılara doğru yürür ve derken atılmış pamuk gibi atmosferde, beyaz, siyah, gri renklere bürünerek koca koca kitleler hâlinde seyahat eder dururlar; bazen de başlarımızın üzerinde kuşlar gibi kanat gerer, gönüllerimize serinlik serperler. Bazen de sağanak sağanak boşalır ovaya obaya; herkesin ve her şeyin ateşini söndürürler...
Kuşlar, kuşçuklar, koyunlar, kuzular aramızdaki munis sesler, ormanlar ve dağlardaki vahşî uğultular hemen hepsi bu iç içe armoniye ayrı bir ses ve görüntü katar, ruhlarımıza tabiatın natürel nağmelerinin en nefislerini duyurur ve farklı bir şive ile bizlere demet demet besteler sunarlar.
Evet semaların, her yana tebessümler yağdıran pırıl pırıl çehrelerinden, arzın bin bir nakış, renk, desen ve işvesiyle gözlerimize gülen, gönüllerimize akan füsunkâr sîmasına kadar her şey o kadar güzeldir ki, ötelere açık ruhlar, gördükleri her nesnede âdeta âhiretin büyüleyen manzaralarından akisler müşahede ediyor gibi coşar, "Daha güzeli olmaz." sözleriyle hayranlıklarını ifade eder ve bu iç içe güzellikler karşısında hep âşıkane duygularla dolup boşalırlar.
İnsanın kendisi ise, bütün bu güzelliklerde âdeta son nokta gibidir; evet heykeli-hendesesi, maddesi-mânâsı, fiziği-metafiziği, düşüncesi-aksiyonu, aklı-imanı itibarıyla insan, -eskilerin ifadesiyle- tam bir nüsha-i kübrâdır. Hz. Ali'nin dediği gibi, "Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir ve onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir." Zerrede güneşi göstermek, damlada deryayı duyurmak, çamurdan, balçıktan yaratılmış bir varlığı meleklerin mihrabı hâline getirmek hangi hikmete bağlanırsa bağlansın, insanın, ilâhî sırları çözmek üzere bir şifre, bir anahtar olarak yaratıldığı açıktır.
İşte biz, imanımız sayesinde, serapa bir güzellikler galerisi olarak topyekûn varlık ve hâdiseleri böyle bir mülâhaza ile değerlendirir ve her nesnenin, her hâdisenin gülen yüzünde, dünyayı daha bir farklı duyar ve daha farklı zevk ederiz. Hattâ bazılarımız itibarıyla, bütün varlığı muhabbet çekirdeği etrafında meczûbâne dönen elektronlar şeklinde algılar, feleği, meleği, yıldızları, Ay'ı-Güneş'i, yerküreyi, taşı-toprağı, otu-ağacı, hayvanı-insanı mest ü mahmur görme hissiyle, kendimizi âdeta kâinat çapındaki bir "halka-i zikir" içinde ve onun serzâkiri olarak temâşâ ederiz.
Evet, bu geniş dairede bir güzel sesten baş döndüren bir manzaraya kadar, sînelerde takdir ve heyecan uyaran hemen her şey karşısında göz nurunu fikir ziyasıyla birleştirebilmiş basiret erbabı, her nesne ve her hâdiseyi Yüce Yaratıcı'ya imada bulunan bir rasat noktası gibi görebilir ve bu temâşâ noktalarından mâverâîliğe açılarak hep "hüsn ü aşk" yamaçlarında dolaşabilir. Zannediyorum, niyet ve nazarlarımızla, biz de, bu rasat noktalarının pencerelerini biraz aralayabilsek, temâşâ edebildiğimiz her obje ve her hâdise karşısında, duyacağımız değişik takdir ve hayranlıklarla gönüllerimiz hep aynı heyecanı duyacak, anlama ve sezme ufkumuz değişerek ruhumuz farklılaşmanın hazlarıyla kanatlanacak ve kendimizi semâvîleşmiş gibi hissedeceğiz.
Aslında, bütün bunları duyup hissetmek çok da zor olmasa gerek. Bazen, iyi dizayn edilmiş bir semtte, çevresindeki güzelliklerle iç içe bir mâbed.. onun bir köşesinde, gönüllerimizi amûdî olarak Hakk'a yükseltmenin remzi bir minare.. ve çıkılabildiği kadar en üst şerefesine çıkıldıktan sonra, imanımızı, irfanımızı, aşk ve heyecanımızı "Sen büyüksün" sözleriyle ötelere haykıran bir lâhutî ses.. mihrabındaki derin bir hâl ve inilti.. tekye ve zaviyenin herhangi bir köşesinden yükselen bir ney çığlığı, bir daire ya da başka bir enstrüman feryadı, hayatı bir zevk zemzemesi içinde duyup yaşamak için yeter ve artar zannediyorum.
Hattâ, bazen güzel bir şiir, zengin bir nesir, ince bir motif, lâtif bir tezhib, gürül gürül bir kahramanlık destanı, iyi dramatize edilmiş bir hikâye, beşerî heyecanlarımızı haykıran bir mûsıkî nağmesi bizi o kadar coşturur ve heyecanlandırır ki, görüp duyduğumuz ses hevenkleri ve değişik objeler tıpkı bir meltem gibi dört bir yandan ruhumuzu sarar, bizi büyüler, güzelliklerin sihirli âlemine çeker ve bize ötelerden güftesiz-bestesiz ne nağmeler, ne nağmeler duyurur.
Ne var ki, bütün bu güzelliklerden duyup hissettiğimiz zevklerin, lezzetlerin, heyecanların, takdirlerin kesilmeden devam etmesi ve bu rûhânî hazların da yeniden elemlere dönüşmemesi, bizde bu hisleri uyaran unsurların hakikî sahipleriyle irtibatlandırılmalarına bağlıdır. Yoksa, hiç beklenmedik bir anda her şey biter, bütün dünyamız yıkılır gider.. güneş batar, ay gurûb eder.. yıldızlar zulmetlerin bağrına dökülür ve her yanı karanlıklar basar; basar da, ruh iç içe kıyametler yaşamaya başlar. Böyle bir zevk ve lezzetin, böyle bir heyecan ve takdirin ise hasret ve hicrana yenik düşeceği açıktır. Hasret ve hicranla yıkılmış ruhların, güzeli güzel görmeleri ve ondan heyecan duymaları da imkânsızdır. Bütün güzelliklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalmaları, zevk ve lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin, nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr ellerin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki revnâkın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar, tebeî bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler, kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna yükselirler. Evet, batıp giden şeyler, kalbin alâkasına değmedikleri gibi, sevilmezler de. Bir şairimiz, bu duyguyu, Kur'ânî ufukla irtibatlandırarak şöyle ifade eder:
"Afitâb-ı hüsn-ü hûbân akıbet eyler üfûl,
Ben muhibb-i Lâ Yezâlim, "la ühıbbü'l-âfilîn."
(Güneş gibi güzel yüzler de sonunda batar gider; bu itibarla ben, fânî güzelleri değil, batmayan Ebedî Güzel'i severim.)
Aynı mülâhazayı Mevlânâ, şu sözleriyle dile getirir:
"Allah'ım, Sen'i görüp, Sen'i tanıdıktan sonra, gözüm artık dünya güzellerini görmez oldu."
Evet, maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli'ne yönlendirmek için sadece birer vesiledirler. Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecazî muhabbet ve alâkalarla tüketip, hakikate karşı kapalı kalmak demektir. Aslında böyle bir tıkanmanın yaşanmaması için Yüce Yaratıcı, bizi Kendisi'ne götüren yolların sağına-soluna güzelliğinden ışıklar, renkler, tenasüpler, sesler, soluklar, nağmeler serpiştirmiştir ki, yoldakiler hem yol yorgunluğunu duymasın, hem de asıl hedefi unutmasınlar. Yol boyu göz ve gönüllerimize ilişen bütün bişâret televvünlü bu işaretler, Hûda'nın ışıklarla, renklerle şekillendirip gözlerimizin önüne serdiği O'nun âyetleri ve apaçık şahitleridir ama, bakış zaviyesini yakalayamamış ya da inkâra kilitli ruhlar için bunlar birer fitne, birer iptilâ, âriye güzellikleriyle birer mecazî mahbubdurlar ve maalesef vuslat vesilesi olarak yaratılmışken, birer hasret ve hicran saikine dönüşmüşlerdir.
Oysaki, düşünebilenler için sevmenin de, aşkın da, iştiyakın da, kalbî alâka ve irtibatın da esası, bizim güzellik diye değişik şekil ve suretlerde gördüğümüz her şey, çok perdelerden geçmiş ve biraz da aynaların kabiliyetlerine göre farklı mahiyetler almış Hakk'ın güzelliğinin gölgesinin gölgesidir. Her güzelliğe karşı duyulan hayranlık hissi de, aslın büyüsünün gölgeye aksetmesi gibi bir şeydir. Asıl-gölge, esas-tâbî fark edilebildikten sonra, küll hâlinde veya parça parça varlığa karşı hissettiğimiz alâka da mahzursuz sayılır. Bu açıdan da, hem gölgeye hem de tâbî olana güzel nazarıyla bakabiliriz. Zira, güzellere tâbî olanlar da güzeldir ve her güzellik, onu duyan âşıkları, sevgiliye ulaşma arzusuyla coşturan bir nâme, bir mesaj, bir fısıltı, bir sinyal ve bir çağrıdır. Evet, bazen bir ses, bir renk, bir desen, bir şive gözlemcide müthiş bir özlem ve iştiyak ateşi tutuşturur. Ağyâr araya girmezse, bu ateş zamanla alev alev bir aşka dönüşür ve cayır cayır onu yakmaya başlar, başlar ama, bir kor hâline gelmiş bu sermest ruh; "Yakan Sen'in ateşin olduktan sonra ocaklar gibi yansam da gam izhar eylemeyeceğim; elverir ki, vefa bâbında dolmasın gözlerim hicrandan ve cüdâ kalmayayım yar kapısında Cânân'dan." der inler.
Bazen hemen hepimiz kalbimizin derinliklerinden fışkırıp bütün benliğimizi saran ve ruhlar âlemindeki maceralardan iz, işaret ve ima taşıyan öyle derin duygular anaforunda hissederiz ki kendimizi; her şey silinir gider gözümüzden ve gönlümüzden, derken ufkumuzda sadece bir hüsn-ü mücerred (soyut güzellik) kalır ve kulaklarımız aşk u vuslat gürültüleriyle dolup taşmaya başlar. Güzellik ve aşkın iç içe girdiği böyle anlarda, ruh, o kendine mahsus görme, duyma, hissetme, yaşama kabiliyetleriyle, gördüğü hemen her nesne ve her hâdisede sadece aslı duyar, özü hisseder ve kendine ait sistemleriyle, bütün görmeleri, bilmeleri, duymaları, değişik istihalelerden geçirerek hakikatlerine ulaştırır.. ve Gazzalî'nin ifadesiyle, "akl-ı meâd"ımıza, Mevlânâ'nın deyimiyle de, "semâvî idrak"imize sunar.
Bu itibarladır ki, gördüğü zahirî güzellikleri, ruh sistemiyle rafine etmeden onlara dilbeste olan bir kısım natüralist veya materyalistler, mücerred tecelliye takılıp kalmış, zevki de, heyecanı da daraltmış ve zaman-mekân üstü olanları, zamana, mekâna sıkıştırarak kendi ufuklarını karartmışlardır. Oysaki bütün güzellikler, bizi bizden alıp aşkınlığa yükseltmek, maddenin dar mahbesinden kurtararak, kaynağın enginliğine ulaştırmak için vardır.
Her insan, şöyle veya böyle ortaya koyduğu bir eserde, hemen her zaman kendini, kendi duygularını, iç zenginliğini, yorum kabiliyetini ve tefsir ufkunu sergiler ki bu, aynı zamanda hem varlığı ve tabiatı, hem de varlık ve tabiatın mâverâsını bir iç sezi prizmasından geçirerek, yeni bir çerçevede temâşâ edeceklerin müşahedesine sunmak demektir. Hakk'ın, Kendi eserlerini, ışıkla, renkle, mânâ ile, muhteva ile resmederek, Kendi'ni tanıtıp sevdirmek, Kendi'ne ulaşmaya vesile yapmak için hazırlayıp vicdanlarımızın önüne serdiği gibi, bizler de, O'nun izni dairesinde, varlığa müdahalede bulunma, bediî zevkimize göre onu yeniden şekillendirme sorumluluğuyla bu dünyaya gönderildiğimizden, ortaya koyacağımız eserlerimizle, bir yandan kendi şuur, kendi idrak ve kendi hislerimizi ifade ederken, diğer yandan da, varlık, eşya ve insanın yaratılmasıyla anlatılmak istenen ledünnî gerçeklere tercüman olma durumundayız. Bu konuda, kâinat da, hâdiseler de, meşk edilmek, kopyası alınmak için en iyi örnekler sayılırlar. Ancak, örnek ne kadar mükemmel olursa olsun, yine herkes duyup değerlendireceği objeleri, kendi istidadı çerçevesinde resmedecek, seslendirecek ve yorumlayacaktır. Charles Lalo, estetikle alâkalı bir mülâhazasında: "Güneşin battığı sırada gurûbla meydana gelen o müthiş tablo, bir köylünün zihnine hiç de estetik olmayan akşam yemeği düşüncesini getirir; bir fizikçinin aklına ise, ne güzel ne de çirkin, sadece doğru ya da yanlış olması muhtemel bir işin analizi düşüncesini uyarır. Bu itibarla, güneşin batması, sadece güzelliği hisseden insanlar için güzeldir." der. Evet, varlığın bağrına serpiştirilmiş güzellikleri de ancak, Hakk'ın duyurmasıyla duyan, anlatmasıyla anlayan gönül erleri görür. Zira onların; gören gözleri de, duyan kulakları da, hisseden vicdanları da her zaman ötelerin renkleriyle tüllenir. Bir mârifet eri, bu mazhariyeti şu üç-beş kelime ile ne hoş ifade eder:
"Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin,
Sonra dönüp çeşm-i âşıktan temâşâ eyledin."
Göğsü her zaman aşk u iştiyakla inip kalkan, nabzı da sürekli vuslat arzusuyla atan müştak bir sîne, yürüdüğü yolun her menzilinde Sevgili'den değişik işaretlerle karşılaşır. Evet o, doğan Ay'dan, batan Güneş'ten, göz kırpan yıldızlardan, rengârenk tabiat meşherlerinden, esen yelden, yağan kardan, başımızdan aşağı dökülen yağmurdan ve melekler gibi süzülüp göklere yürüyen buhardan aldığı mesajlarla, hemen her adımda, vuslat koyuna gireceği heyecanını duyar; duyar ve göz-gönül birliğine ulaşmış bir sevdalının duygularıyla, "Her yerden herkes, Sen'in güzelliğini temâşâ için koşup geliyorlar ve o eşsiz Cemâlinle naz naz üstüne cilvelerle salınıyorlar. Aşağıdan, yukarıdan her varlık, dellâllar gibi avaz avaz Sen'i haykırıyor ve Sen'in nakış nakış güzelliklerinin akisleri olarak keyiflenip oynuyorlar." der, eşya ve tabiata bakar ama, hep öteleri temâşâ eder. İşte bu nokta, hem bir aşk, iştiyak, hem de bir alâka noktasıdır. Ama, böyle derin bir mülâhaza, bu yazının hacmini aşacağı da açıktır.
Yağmur, Temmuz-Eylül 1999, Sayı 4
- tarihinde hazırlandı.