Mücahede
İnsanın teşebbüslerinde ciddî olması, güç ve takatını tam olarak ortaya koyması diyebileceğimiz mücahede; gönül erbabınca, iradenin hakkını vermek, nefis ile savaşmak, onu yenebilme yollarını araştırmak, bedenin istekleriyle dinin emirleri –velev müstehab ve âdâb olsun– çakıştığında tercihlerini her zaman din istikametinde gerçekleştirmek; yemede, içmede, uyumada, konuşmada zarurî olanla iktifa edip, ibadet ü taat ve hayrât u hasenâtta iyiliğe doymamak demektir.
Öteden beri erbab-ı mârifetin; “maddî mücahede-mânevî mücahede”; diğer bir tasnifle “cihad-ı asgar-cihad-ı ekber” diye tahlil edegeldiği mücahede, nefis ve şeytana karşı, mesavi-i ahlâk diyebileceğimiz fenâ huy ve fenâ davranışlara karşı ve kendi şartları içinde zarurî hâle gelince düşmana karşı savaşın, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunmanın unvanı olmuştur. Nefis, şeytan ve mesavi-i ahlâka karşı; hatta iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istikametindeki gayretlerin bütünü “cihad-ı ekber”, diğerleri de “cihad-ı asgar” olarak mütalâa edilmek suretiyle konu iki ana bölüme ircâ edilmiştir. İlim ve fikir yoluyla insanlara hizmet etmemiz, söz veya davranışlarımızla iman, İslâm hakikatlerini ve Muhammedî ahlâkı içimize sindirerek, vicdanlarımızda duyarak önce temsil sonra da tebliğ etmemiz, her iki cihad ruhunun da halitası olması itibarıyla, her iki mücahedeye ait hususî meziyetlerin bütününü birden ihtiva eder.
Riyâzet, irşad, tebliğ veya maddî cihadla alâkalı yazılmış hemen her eserde وَجَاهِدُوا فِي اللهِ حَقَّ جِهَاده۪ “Allah uğrunda tam hakkını vererek cihad edin!”[1] gibi âyetler serlevha yapılarak, mücahede bu umumî espri içinde ele alınmıştır. Ne var ki, burada biz daha çok cihad-ı ekber üzerinde durmak istiyoruz:
Cihad-ı ekber veya sofiyece mücahede –başta da işaret ettiğimiz gibi– nefs-i hayvanînin çirkin ve sevimsiz isteklerine, şeytanın sinsi vesveselerine, cismaniyet ve bedenin aşırı arzu ve “dayatma”larına karşı birer iradeli varlık olduğumuzu ortaya koymak, his, şuur, idrak ve kalb-i insanînin bir diğer unvanı sayılan “latîfe-i Rabbaniye”ye karşı saygılı olma savaşını vermektir. Evet, işte bu mânâda bir cihad, cihadların en büyüğüdür; böyle bir büyüklüğü ihraz eden insan da Allah nezdinde, kadri yüce, O’nun maiyetine mazhar olma mânâsına çok büyük sayılabilir. Zira, nefis ve bedenin arzularına bu ölçüde baş kaldırıp ömrünü rıza hedefli, ihlâs yörüngeli, ibadet ü taat, zühd ü takva dairesi içinde devam ettirebilmek, düşman hattında, gülle, bomba altında hasımlarla yaka-paça olmaktan daha zor olsa gerek... İşte böyle bir zorluktan ötürüdür ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gazâdan avdet ederken: رَجَعْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ “Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz.”[2] buyurarak, ashabını böyle çok önemli bir meselede irşad etmek istemiştir. Bir başka defa da; اَلْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ فِي اللهِ “Gerçek mücahid, Allah rızası yolunda kendi nefsiyle mücahede eden kimsedir.”[3] tembihiyle, cihad-ı ekberin, şeytan ve hevâ-i nefisle mücadele etmekten ibaret olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Ayrıca, cihad-ı asgarın ara sıra vacip olmasına karşılık, cihad-ı ekberde bir süreklilik söz konusudur. Dahası, cihad-ı asgardaki muvaffakiyet, büyük ölçüde cihad-ı ekberdeki başarıya bağlıdır. Bu itibarla her fert evvelâ, kendi içini temizleyip orada enfüsî âhengi tesis etmelidir ki, oturması, kalkması, düşünmesi, konuşması, işlemesi, başlaması da Allah için olsun; olsun da tesirin gerçek kaynağı bulunan ilâhî meşîeti yanına alabilsin. Zaten böyle bir maiyyete mazhar olmaksızın başarı elde etmek de mümkün değildir.
Evet, imanla belli bir hedefe doğru yönlendirilmeyen, İslâmî ruhla disipline edilmeyen, ihsanla derinleşip Hak murâkabesine açılmayan kimselerin ne hakikat eri olmaları ne ihkak-ı hak etmeleri ne de beşerî münasebetlerde tutarlı bir tavır sergilemeleri mümkündür. Evet, hayatlarını, yeme-içme-uyuma üçgenine bağlamış beden insanları, cismaniyetlerine söz geçiremedikleri gibi ruhlarını yükseltip ona zaferler yaşatmaları, Hak’la hemhâl olup O’na karşı vicdan menfezlerini açık tutabilmeleri de imkânsızdır.. ve hele bunların kinden, nefretten, iğbirardan bütün bütün sıyrılarak, Allah’tan ötürü topyekün varlığı kucaklamaları kat’iyen söz konusu değildir.
Kusursuz bir toplum ancak kusursuz fertlerden meydana gelir; böyle fertler de bugüne kadar hep iyi bir ruhî terbiye eseri olagelmişlerdir. Bu itibarla da biz, fikrî, ruhî, zihnî bir sürü teşevvüş ve problemi olan insanlardan sağlam bir millet inşâ etme gayretlerini beyhude buluyoruz. Kâmil topluma gitmenin yolu kâmil fertlerden geçer; kâmil fertlerin ise ancak, yukarıdaki tarifler çerçevesinde, mücahede potasında kaynaya kaynaya şekillenebileceğini düşünüyoruz.
Böyle bir mücahedenin en önemli esası da hiç şüphesiz cismanî ve nefsanî arzuları zabt u rabt altına alıp vicdan mekanizmasının manevra kabiliyetini artırmaktır. Kendi esasları içinde “seyr u sülûk-i ruhanî” bu ehemmiyetli işin bilinen en selâmetli yoludur. Şimdilik bu hususların tahlilini tayyederek, nefsin ne can alıcı bir hasım olduğunu Hakîm Bûsîrî’nin:
كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً
مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ
“Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri şirin göstermiştir ki, kimse (onun) yağın içinde zehir (sunduğunu) bilememiştir.” sözleriyle hatırlatıp, konuyu, Hüdâyî’nin, seyr u sülûke köprü sayılan bir manzumesiyle noktalayalım:
Ey nefs, yeter sehv ü zelel,
İnsafa gel, insafa gel!
Terk et gitsin tûl-i emel!
İnsafa gel, insafa gel!
Bu âdet ü bid’at nedir?
Bu şöhret ü ziynet nedir?
Bu kuru germiyet[4] nedir?
İnsafa gel, insafa gel!
Bir gün eser bâd-ı ecel,
Ten bağına verir halel,
İhlâs ile eyle amel!
İnsafa gel, insafa gel!
Etme Hüdâîyâ inâd!
Fermana eyle inkiyâd!
Gel eyle kıl Mevlâ’yı yâd!
İnsafa gel, insafa gel!
اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ
وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِ الْمُقَرَّب۪ينَ مُحَمَّدٍ حَب۪يبِكَ وَرَسُولِكَ
وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْمُشْتَاق۪ينَ إِلَيْكَ
- tarihinde hazırlandı.