Vesvese hassas insanlarda olur
Soru: İnsana sık sık vesvese gelmesinin sebebi nedir? Vesvesenin sebebi, mânevî gıdaların azlığı olabilir mi?
Vesvese, tereddüt, kafa karışıklığı itikatta ve amelde işin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine aykırı mülâhazaların hayale, tasavvura musallat olması demektir. Bazen itikatta ve ibadette olduğu gibi bazen de insanın aile hayatıyla alâkalı meselelerde olabilir.
Vesvesenin en tehlikelisi, akideyle alâkalı olanıdır. Evet, inanılması gereken şeyler hakkında bazen kalbe bir kısım is-pas ve sis-duman gelebilir. Şayet insan, bunların ne mânâ ifade ettiklerini bilmezse zarar edebilir. Ama bunları, tıpkı içinde yağmur ve kar taşımayan boş bulutlar gibi görür ve uğrayıp gideceklerini düşünürse, ona ciddî zararı olmaz. O bakımdan vesvesenin iki yönü vardır: Birincisi, vesvesenin mahiyeti ve ona karşı davranışlarımız. İkincisi de, vesvesenin insana niçin musallat olduğu meselesidir.
Vesvese bir yönüyle özellikle de hassas ve asabî ruhlarda onların ömürlerinin sonlarına kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberek mahiyetindedir. Saati çalıştıran zemberek gibi, vesvese de onları daima hüşyar (uyanık) tutar; sağdan-soldan, önden-arkadan… yani bütün cihetlerden gelebilecek tehlikelere karşı insanı müteyakkız kılar.
Vesvesesiz insan, bazen kendini her şeye hâkim gibi görebilir ve âkıbetinden emin gibi davranabilir. Ama vesveseli insan, karşısında dessas şeytanın, zalim ve gaddar bir nefis ve hevânın bulunduğunu düşünerek her an nöbet bekleyen bir asker gibi uyanık durur. Bu yönüyle vesvese, insanda bir bakıma şeytanın vazifesini yapar, onda Allah’a (celle celâluhu) sığınma duygusunu tetikler.
Ayrıca insanda, ilhamı ve vahyi alabilecek, duyabilecek, “mehbit-i ilham-ı ilâhî”ye mukabil bir de şeytandan gelen şeyleri alabilecek “lümme-i şeytaniye” vardır. Bunlardan birincisi, din-i mübin-i İslâm’ın ruhuna uygun, insana ışık tutucu mahiyette ilhamlar, sünuhat, tulûat ve bütün bunların üstünde vahiy ve vahyin çeşitleri; diğeri ise insanı baştan çıkaracak, onun hayatını katıp karıştıracak şeytan vesveseleridir. Vesvese, lümme-i şeytaniyede, şeytanın müdahalesinin ve nefsi işlettirmesinin neticesinde meydana gelir.
Şeytanın müdahalesi sonucu olan vesvese, esasen insanı dikkatli ve uyanık tutar. Binaenaleyh insan, kendisi hakkında zararlı hâle getirmediği müddetçe vesvesenin faydası olduğu da söylenebilir. Ancak bazen bir kısım asabî ruhlar, vesveseyi zararlı hâle getirebilirler. Böyle bir insan, şeytan karşısında ümitsizliğe düşer, şeytanın ara sıra içine attığı vesveseler karşısında, “Artık ben mahvoldum!” diyebilir ki işte böyle biri mağlubiyeti baştan kabullenmiş demektir. Ama karşı koyma güç ve iradesini, daha sonra da emniyetini kendinde hissettiği an da, ne cin ve şeytan ne de vesvese ona zarar verebilir.
Vesvese, daha çok iman mevzuunda terakki eden mü’minlerde olur. Yerinde sayan insanlara o, çok az musallat olur. İç âlemlerinde yükselip arşiye ve kavsiyeler çizen kimseler, yolun bazı noktalarında vesveseye maruz kalabilir, vesvese veren şeytanlarla yüz yüze gelebilir, onların manyetik alanlarına girerek onların dürtülerinin tesirinde kalabilir.
Bazı kimseler, ruhun semalarına doğru yükselirken şeytan onlara her menzilde tuzak kurar ve bekler. Hatta insanın ruhî terakkisi sayılan “seyr u sülûk”te her menzile girildikçe bazen şeytanın manyetik alanına da girilmiş olur. Şeytanın manyetik alanına girince de insanın kalbinde –tıpkı bulutun altına giren kimsenin, güneşin ışıklarıyla irtibatı kesildiği gibi– Allah ile münasebetin kopuşu söz konusu olabilir. Haddizatında bu hâl gelip geçicidir, yağmursuz bir bulutun çekip gittiği gibi o da çekip gidecektir.
Müterakki olmayan kimselerde az görülen vesvese, sahabe-i kiramda çok olurdu. Bir keresinde sahabiler, Resûl-i Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselâm) gelip, “Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor ki, normalde bunu söylemenin günah ve küfür olacağına inanıyoruz.” diye sıkıntılarını bildirdiler. Allah Resûlü, “Gerçekten de bunları duyuyor musunuz?” diye onlara sordu. Onların, “Evet” cevabı üzerine de Efendimiz, “İşte bu, imanın kuvvetindendir.”[1] buyurdular. Buna şöyle de bakılabilir; şeytanın arkasından tıpış tıpış gidene şeytan niye vesvese versin ki? Kim doğru istikamette gidiyorsa, o, onunla meşgul olur ve onu baştan çıkarmaya çalışır.
Hadis-i şeriflerde anlatılan hususlar kadar emniyet telkin etmese bile, menkıbelerde anlatılan bir hâdise vardır ki bu hususu aydınlatma adına anlatılabilir. Bu tür hâdiselerin, aslından ziyade faslına bakmak lâzımdır, diyerek nakledelim:
Rahatına düşkün birisi rüyada şeytanı görür. Şeytan elinde pek çok iple bir tarafa doğru gitmektedir. “Nereye gidiyorsun?” diye sorar. “Mescitte bir kısım âbid ve zâhitler var. Bu gem ve ipleri başlarına geçirip onları iğfal edeceğim!” cevabını verir. Bunun üzerine adam sorar: “Benim ipim hangisi? Şeytan: “Sen böyle yaşamaya devam ettiğine göre senin için ipe gerek yok; sen zaten rahat rahat arkamdan geliyorsun!” diye cevap verir.
Evet, şeytan ısrarla kendini ibadete vermiş müterakki kimseler için vesvese peşinde koşar. Bu bir menkıbedir ama bize önemli bir hususu anlatmaktadır.
Vesvese, daha ziyade hassas ve asabî ruhlara musallat olur demiştik. Evet, işte bu bakımdan kendisine vesvese gelmeyen herkes baş aşağı gitmediği gibi, her vesveseye maruz kalan da muhakkak müterakki ve yükseliyor demek değildir. Ancak durum ekseriya böyle cereyan etmektedir.
Vesveseden kurtulmanın en önemli çaresi, Bediüzzaman Hazretleri’nin de dediği gibi vesvese üzerinde çok durmamaktır.[2] Herkes hayatının değişik dönemlerinde vesveseye maruz kalabilir. Kendi adıma, benim maruz kaldığıma kimsenin maruz kaldığını zannetmiyorum. Vesvese üzerinde her durduğumda o hayal gibi büyür ve âdeta bir heyula hâlini alırdı. Aksine vesvese hayal gibi olduğundan onu küçük gördükçe küçülür, büyük gördükçe de büyür. Üzerinde hassasiyetle durursanız, söküp atamayacağınız bir maraz hâline gelir; üzerinde durmaz, yağmur taşımayan bulutlar gibi uğrayıp geçeceğini düşünür ve “Benden bir şey koparamazsın!” derseniz o da çeker, gider. O bakımdan vesveseden kurtulmanın çaresi, üzerinde durmamak ve onu ciddî bir dert, bir problem olarak görmemektir. Vesveseyi bir derttir diye kabullenirseniz, zamanla mağlup olabilirsiniz. Vesvese sizin için bir hasımdır. Onu küçük görmek lâzımdır. Eğer vesveseye karşı fikren “Allah’ın tevfikiyle senin altından vurur üstünden çıkarım!” derseniz rahatlıkla onun üstesinden gelebilirsiniz.
İkinci çare de, vesvesenin kalbe ait ciddî bir maraz ve dert olmadığını düşünmektir. Aksine o, kalbi rahatsız ve tedirgin eden bir marazdır ama kalbe ait bir maraz değildir. Belki kalbe yakın belli bir noktaya şeytan tarafından atılan okların ifadesidir. Binaenaleyh insan, iradesi ve ihtiyârıyla vesveseye maruz kalmadığı için mesul olmaz. Çünkü insanın iradesini aşkın ona musallat olan bir hastalık, hakikî hastalık değildir. Suç da sayılmaz. O, insanın iradesini aşan bir hâdisedir. Evet, o, şeytanın, insanın kalbinin yanı başında, yani “lümme-i şeytaniye”ye oklarını atmasıyla oradan bir kısım asılsız hayal ve tasavvurların oluşmasından ibarettir.
Bu itibarla da insan, vesveseye sahip çıkmamalı, çünkü o, ona ait değildir. İnsan onu, kendi düşüncesiyle, iradesiyle yapmamıştır. O tasavvur ve tahayyülün, ne plânı ne de hesabı ona aittir. O kendi kendine gelmiştir. Bu açıdan da insan ondan rahatsız olmamalıdır. Zaten işin en mühim yönü de, vesveseden insanın rahatsız olmasıdır. Vesvese, sana ait bir şey olsaydı hiç rahatsız olur muydun? İşte bundan dolayı kâfirin küfrü vesvese değildir. Meselâ, Allah’ı inkâr adına kalemi eline alıp yazı yazan biri, bu işin hesabı ve plânı içinde olduğundan onunki vesvese değildir. Onunki, “küfr-i inadî”dir. Öyle ise o, yaptığı şeyden mesul olur. Mü’mine gelince o, yakışıksız tahayyüllerden mesul olmaz. Çünkü işin içinde onun iradesi yoktur. Şeytan varsın istediği kadar vesvese versin. Sonunda bir şey koparamayacağını anlayınca vazgeçip gidecektir.
Şeytan, insanın kalbine çok farklı şekil ve miktarda dürtülerde bulunabilir. Meselâ, –Ben o vesveseyi bin hicap içinde söylüyorum– insanlık adına iftihar ettiğimiz Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında insî-cinnî şeytanlar, O’nun çok kadınla evlenmesini bir vesvese olarak ortaya atabilir. Bundan kurtulmanın iki çaresi vardır. Evvelâ, Resûl-i Ekrem 53 yaşına kadar bir kadınla yaşamış, bundan sonra vefatına kadar, 8-9 sene diğerlerini almıştır. Çoğu yaşlı olan bu kadınlarla belki kadın-erkek münasebeti bile olmamıştır. Demek ki Resûl-i Ekrem kat’iyen kadınlarla beşerî garizelerinden dolayı evlenmemiştir. Kaldı ki, ahirette ona eş olmak için kendisini teklif eden kadınlar bile olmuştu. Mescitte bu şekilde bir vak’a aynıyla cereyan etmişti. Ancak Efendimiz ona iltifat buyurmamışlardı.[3] Evet, Resûl-i Ekrem’in bu mevzuda kat’iyen bir zaafı yoktu. Bu şekildeki bir izah, işin aklî ve mantıkî yönüyle alâkalıdır.
İkincisi, Kâinatın Efendisi’nin, kâinata neşrettiği nura bakmak lâzımdır. Öyle bir insan ki, akidede, amelde, iktisatta, içtimaî hayatta ve siyasî hayatta o denli ciddî bir dalgalanma meydana getirmiştir ki, O’ndan sonra olan bütün gelişmeler, bir bulut gibi gelip geçici olmalarına rağmen O’nun getirdikleri hâlâ yepyenidir. Günümüzde ortaya çıkan bazı sistemlere bakın. Ortaya çıktıkları günden bugüne bir sürü enternasyonal ve bir sürü revizyona rağmen bugün onların yerinde yeller esiyor. Oysa Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) getirdiği sistem, hayat-ı içtimaiyeyi on dört asır idare ettiği hâlde hâlâ terütaze, olabildiğine canlı, beşerin bütün ihtiyaçlarını karşılamada kâfi ve vâfi olduğunu görecek ve bu husustaki vesveselerin dayanaksız olduğunu anlayacaksınız.
Keza Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, sıfatları, esmâsı hakkında da insanın aklına bir şey gelebilir. –Hâşâ– Allah’a insanî vasıflar nisbet etme vesvesesi gibi... İnsan, böyle bir vesveseye maruz kaldığında hemen Allah’ın eşi, ortağı, menendi olmadığını düşünmelidir; çünkü bunlar insanlarda çoğalmak için bir kısım ihtiyaçların ve zaafların ifadesidir. Vâcibü’l-Vücud, kâinatı kabza-i tasarrufunda tutuyor. Her şey, “اَللّٰهُ الصَّمَدُ”in[4] kabza-i tasarrufundadır. İnsan, kâinattaki Allah’ın tasarrufuna bakarak O’na acz ve zaaf isnat etmekten uzaklaşmalıdır. Zira bu türlü şeyleri Allah’a isnat etmek kat’iyen aklî ve mantıkî değildir.
Bunun gibi, ibadete de vesvese musallat olabilir. Meselâ, abdestte bazı yerlerin kuru kalıp kalmadığı şeklinde sık karşılaşılan bir vesvese vardır. Şayet bu durum, sık sık tekrar ediyorsa, burada yapılacak şey “Abdestim hak mezheplerden birine göre olmuştur.” deyip artık üzerinde çok fazla durmamaktır.
İbadetlerden muamelâta hayatın her sahasında muhtelif vesveseler olabilir. Bunlardan kurtulmak için, üzerlerinde çok durup onunla uğraşmamak ve bunların kalbe arız olan geçici bir durum olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Soruda bir de vesvesenin sebebinin mânevî gıdaların eksikliği olup olmayacağı soruluyor. Tabiî ki bu da bir sebep olabilir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, çok müterakki insanlarda da vesvese olabilir. Hatta sahabe-i kirama vesvese geldiği gibi, onlardan sonra çok büyük bir hüviyeti haiz bulunan İmam Rabbânî Hazretleri’ne dahi vesvese gelebilir; ama bunlar gelip geçicidir; gelmeleri, ömrün sonuna kadar insanın müteyakkız olması içindir.
Vesvese, İmam Rabbânî’de oluyorsa, başkalarında olması gayet normaldir. O bakımdan mânevî gıdasızlık, tam bir sebep değildir vesveseye. Bazen fazla gıda alanlarda da vesvese olabilir. Bunun için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz; Allah, sizi helâk eder ve yerinize günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfirete erecek kimseler yaratırdı.”[5] buyururlar. Zira bazen insan kendini günahsız sanmakla gurura düşüp aldanabilir. Bu da insanın farkına varamayacağı ledünnî bir hastalıktır. Bu ledünnî hastalık daha tehlikeli olduğundan insan, kendi nefsini levmedeceği, kınayacağı, beğenmeyeceği yola kendisini sevk edecek bir kısım vesileler bulması lâzımdır. O da, küçük bir iki zelleyle insanın bilerek veya bilmeyerek sürçmüş veya düşmüş olması gibi şeyler olabilir. Bu durumda insan, kendini beğenme hastalığına da düşmemiş olur.
[2] Bediüzzaman, Sözler s.291 (Yirmi Birinci Söz, İkinci Makam); Lem’alar s.96-97 (On Üçüncü Lem’a, Altıncı İşaret).
[3] Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (22) 1; Nesâî, nikâh 41
[4] “O Samed’dir (herkesin muhtaç olduğu bir müstağni).” (İhlâs sûresi, 112/2).
[5] Müslim, tevbe 11; Tirmizî, cennet 2.
- tarihinde hazırlandı.