Siyasete bakış
Soru: Zamanımızda mutlaka siyasî bir fikre katılmanın zarurî olduğunu söylüyorlar. Ne dersiniz?
Siyasî bir fikre katılma bazen bir vazife olabilir. Toplumun kaderini belirlemede her mü’min behemehâl reyini kullanmalıdır. Zira bu, vatanî bir vazifedir. Bir mü’min, seçimlerde kendisine düşen vazifeyi yapmazsa, Allah indinde mesul olur. Aynı zamanda o, bu meselenin ciddiyetini ana baba, dede nine gibi yakın dairede bulunan kimselere de mutlaka anlatmalıdır.
Ancak, oyların hangi partiye verilip verilmemesi meselesi beni çok ilgilendirmez. Hayatımın sonuna kadar da bu mevzuda, değil açık ve sarih bir şey söylemek, iş’ardan dahi içtinabı kendime vazife sayarım. Ben, “Falan partiye oy verin, filân partiye oy vermeyin!” demiyorum. “Oy kullanmak bir vecibedir. Herkes bu vazifeyi yerine getirmeli yoksa mesul olur!” diyorum. İşte bu kadar ben de siyasîyim...
Bir partiyi tutma mevzuuna gelince; bizim gibilerin bir partiyle alâkası seçime bir hafta kala başlar. Onlar kendi aralarında, hangi partiye oy verecekleri mevzuunda konuşur, görüşür ve seçim günü de gider reylerini kullanırlar. Daha sonra da artık bu işin münakaşasını yapmazlar. Çok demokratik ülkelerde anlayış böyledir. Nitekim Amerika’daki seçimler sonrası Türkiye’ye Amerikalı bir vatandaş gelir. Buradan birisi ona, “Siz hangi partiyi tutuyorsunuz? Cumhuriyetçileri mi, yoksa Demokratları mı?” şeklinde bir soru sorar. Adam, “Ben hiçbirini tutmam!” diye cevap verir. “Rey kullanmadınız mı? Oyunuzu nereye attınız?” diye sorunca adam ona şu cevabı verir: “Oyumu Kennedy’ye verdim. Ancak ben daha sonrasını düşünmem. Çünkü benim seçimle alâkam ve iştigalim muvakkattır.”
Bunun gibi bizim de dar dairede devamlı bir vazifemiz vardır ki biz büyük ölçüde onu düşünürüz. Bu itibarla da vazifemizi yaparken şu veya bu nokta-i nazar bizim görüşümüze kat’iyen tesir etmez. Bizim bu dar dairedeki vazifemiz kalbî hayatımızla alâkalıdır. Biz daha ziyade bununla meşgul oluruz.
Yukarıda söylenilenler, mü’minler için de önemli düstur ve prensiplerdendir. Zira mü’minin ruhuna ve kalbine karşı muttasıl sürekli vazifeleri vardır. Beş vakit namaz kılma, kalbini pak tutma, Allah ile münasebetlerine dikkat etme ve O’ndan kopuşu kopukluk sayma… gibi bir sürü vazife. Bunlar bir mü’minin hiç inkıtasız devamlı vazifeleridir. Seçimler dört senede bir olur. Bir hafta kadar onun yoğun propagandası sürer. Rey atılır ve kavga biter. Akıllı insanların yapacağı şey de bundan ibarettir. Akılsız insanlardır ki, her şey bittikten sonra yok yere çene çalar, şuna buna sataşır, sürekli iftirak türküleri söyler, sevdirme yolu varken herkesi tenfir ettirir ve ömrünü kavga yolunda tüketir.
Resûl-i Ekrem’i düşünelim. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud öncesi, “Uhud’a çıkmayalım, Medine’de kalalım!” der. Buna karşılık hususiyle de gençler, “Çıkalım, savaşalım, onlara karşı koyalım!”[1] derler. Meşveret gereği gençlerin dediği olur. Oraya kadar gidilir. Savaş başlarken münafıklar cepheden çekiliverir. İşte böyle bir durumda Efendimiz’in yerinde kim olursa olsun çok öfkelenebilirdi. Belki O, her şeye rağmen yine öfkelenmeyecekti ama yine de Allah ikazda bulunur: “Senin insanlara yumuşak davranman da başka değil Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer öfkeli, şiddetli, hiddetli ve katı kalbli olsaydın (ki değilsin), onlar etrafından dağılıp gidecek ve seni yalnız bırakacaklardı. Öyleyse bağışla onları, kusur işlediler. (Bir de Bana karşı kusur işlediler.) Onlar için istiğfar et. (İş bitti diye ‘Artık sizinle meşveret etmiyorum’ deme. Şu yaralı hâlinle –ki onların kalbleri de kırık– topla onları ve) meşveret et (ve ‘şimdi ne yapalım’ de.) Bir kere de azmettin mi yalnız Allah’a tevekkül ol!”[2]
İşte Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğretilen ölçü budur. Şimdi siz de kendi durumunuzu hesap edin ve ne demek istediğimi değerlendirmeye çalışın...
- tarihinde hazırlandı.