Osmanlı Devleti’nde “Devlet-i ebed müddet” düşüncesi ve onu ayakta tutan dinamikler
Soru: Osmanlı Devleti’ndeki “Devlet-i ebed müddet” düşüncesinden bahseder misiniz? Onu ayakta tutan dinamikler nelerdi?
Milletimizin i’tilâsı, sürekli zirvelerde dolaşması ve büyük bir millet olması bugün de hepimizin arzusudur. Şimdilerde yeryüzünde, muhteşem milletimizin, Devlet-i Âliye döneminde olduğu gibi, devletler muvazenesinde hâkim bir unsur hâline gelmesini, söz sahibi olmasını kim arzu etmez ki? Evet, devletlerarası değişik platformlarda karar alınırken, keşke bizim gözümüzün içine de bakılsa; zannediyorum bu, hepimizin hayalinden geçen bir husustur. Çok acıdır biz, üç yüz senedir başkalarının gözlerinin içine bakıyoruz.
Çok uzun sürecek bir hâkimiyeti ifade eden ve aslında kinaye olarak kullanılan “Devlet-i ebed müddet” şeklinde bir tabirimiz vardır bizim. Burada ebed kelimesi ile alâkalı bir mülâhazayı az açmak istiyorum. Aslına bakılırsa “Ebed” kelimesi Allah’ın Zât’ının lâzım-ı gayr-i mufârıkıdır. Ne var ki biz bu sözü burada mecazen, “Kıyamete kadar devam etsin” şeklinde ve dua, dilek mânâsında kullanırız. Çünkü ebedî ve ezelî olan sadece O’dur (celle celâluhu). Ayrıca ahirette, Allah’ın ebediyeti ile kâim izafî bir ebediyet daha vardır; uhrevî âlemler, Cennet ve Cehennem’in mevcudiyeti zatî değil, Allah’tandır ve O’nun ebediyeti ile kâimdir. İşte buradaki ebed tabirinden asıl kasıt da, devletin kıyamete kadar devam etmesi mânâsınadır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda “Devlet-i ebed müddet” gaye-i hayalinin önemli bir tesiri olmuştur. Bu işe baş koyanlar, sûfîlere ve ulemaya başvurmuş ve Selçuklulardan intikal eden müesseseleri hep canlı tutup yaşatmışlardır. Böyle bir anlayış kaybolunca da devlette yavaş yavaş çözülmeler baş göstermiş, Devlet-i Âliye-i Osmaniye büzülerek âdeta bir fanus içine girmeye başlamıştır. Öyle ki bir yönüyle i’tilâ dönemi tedennîye dönüşmüştür. Evet, bir devleti var edecek, onu uzun ömürlü kılacak ve bizim düşüncemize göre devlet-i ebed müddet hâline getirecek husus böyle yüksek bir mefkûredir.
Tarihte uzun müddet hüküm sürmüş devletler incelendiğinde, hâkimiyetini uzunca sürdüren devletlerin arasında Roma ve Mısır gibi devletler görülür. Evet, Roma’da olduğu gibi Orta Doğu’da firavunlar da değişik sülâleleri ile uzun müddet hâkimiyetlerini devam ettirmişlerdir. Fakat bu büyük devlet ve imparatorlukların tarihinde tek bir sülâlede Osmanlı kadar uzun ömürlü olanına rastlamak mümkün değildir. Roma’da ayrı aileler hüküm sürmüş, bir süre devam etmiş, daha sonra başka bir aile gelerek hâkimiyeti ele geçirmiştir. Roma tarihçilerinin tabiri ile, doğudan gelen barbar kavimler orada yeni bir yapılanma ve şekillenme meydana getirmişlerdir. Bunun gibi Mısır’daki firavunlarda da birinci, ikinci ve üçüncü sülâle şeklinde ayrı ayrı sülâleler vardı ve o şekilde firavunlar saltanatı devam ediyordu.
Osmanlılara gelince, tarihte sadece onlar bir sağlam kökten gelerek hâkimiyetlerini tam altı asır devam ettirmişlerdir. Bunun dört asra yakınında, devletler muvazenesine hâkim olarak, hem de koca bir dünyanın husumeti karşısında sağlam bir unsur olarak dimdik ayakta durmuşlardır. Osmanlılar son iki asırda, değişik husumet cepheleri karşısında sarsıntı geçirmiş olmalarına ve iç-dış ihanetlere maruz kalmalarına rağmen hâkimiyetlerini başarıyla devam ettirip güçlüklere karşı dayandıklarını söyleyebiliriz. Şu an, bu ölçüde bile olsa keşke devlet-i ebed müddet diyebileceğimiz bir güce sahip olabilseydik…
Bizim anlayışımıza göre devletin ebed müddet devamı için hayatta dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, dindir. Din, hayatın hayatı, hem nuru hem esasıdır. O olmadan, özellikle de şark akvâmı için hiçbir başarının elde edilemeyeceği rahatlıkla söylenebilir. Evet, ayakta durabilmek için din ruhu önemli bir faktördür.
Bir diğer dinamik de ilimdir. İslâm tarihine genel olarak baktığımızda –Ufuk Turu’nda arz ettiğim üzere– bir mânâda ilimde ve fünûn-u medeniyede (pozitif bilimler) İmam Gazzâlî dönemine kadar ciddî bir ihmal görülmez. Bu yönüyle de o döneme kadar ilimlerle tam içli dışlı görünürüz. Evet, hicrî dördüncü asrın sonu ve beşinci asrın başı itibarı ile her şey gibi ilim hayatında da çok büyük bir canlılık söz konusuydu. Nizamiye de bir yönüyle bu canlılığın ürünüdür. Dahası ilim hayatı Nizamiye’deki canlılığa yeni can ve kan katarak uzun süre devam etmiştir. Ayrıca, fünûn-u müsbete dediğimiz Allah’ın kudret ve iradesinin yazdığı âyât-ı tekvîniye, Selçuklular’ın sonuna kadar belli ölçüde bir meşher gibi temâşâ, bir kitap gibi mütalaa edilmiş, okunmuş ve değerlendirilmiştir. Batı karanlıklar içinde yüzerken –ki onlar o dönemlere zaten “İlk Çağ” ve “Karanlık Çağ” diyorlar– biz hicrî beşinci asrın başında doğuda bir Rönesans gerçekleştirmişizdir ki, bu yenilik Endülüs yoluyla uzun asırlar batılılara ışık tutmuştur.
Ne var ki daha sonraları, Allah’ın bu ümmete ihsan ettiği nimetleri, onun çok iyi değerlendirdiğini söylemek zordur. Hususiyle tecrübe (deney) ve ciddî araştırmalar bir mânâda ta o dönemde bırakılmış ve artık o ciddiyette ele alınmamıştır. Tabiî bütün bütün inkıtaa da uğramamış ve bir ölçüde eskinin ani’l-merkez hızıyla altı asır öncesine yani Fatih dönemine kadar tesirini sürdürmüştür. Fatih devrinde İstanbul’un fethinin çok önemli olduğu tartışılamaz, ama değişik alanlarda bir kısım ihmallerin olduğu da unutulmamalıdır. O dönemden sonra bir taraftan fünûn-u müsbete terk edilirken, diğer taraftan da ulûm-u diniye mevzuunda eskiye nispetle çok bereketli bir çağın yaşandığını söylemek zordur. Binaenaleyh dinî ilimlerde son bereketli ve altın zamanların yaşandığı hicrî üç, dört ve beşinci asırlar olduğunu söylemek mümkündür. Bu itibarla Osmanlı, devlet-i ebed-müddet idealinin önemli bir ayağı olan ilim konusunda istenen performansı tam mânâsıyla gösterdiği söylenemez.
Burada tarihî olayları tahlilde faydalı olduğunu zannettiğim bir bakış açısını istidradî, nazara arz etmek istiyorum. Tarihî olaylar bazen öyle gelişir ki, tarih sahnesinden silinen bir devlet, yıkılırken de ilim hayatı adına en son en büyük semerelerini verir, sonra duraklama veya yıkılmaya gider. Bunun tarihte pek çok misalleri vardır ve bu mesele beni hep hayrete düşürmüştür. Meselâ, Osmanlı’nın son zamanlarından Cumhuriyet dönemine geçerken çok bereketli bir dönem olmuştur. Bu dönemde Üstad Bediüzzaman’ın yanında, Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Abdulaziz Çaviş, Ahmed Naim Efendi, Allâme Hamdi Yazır, Mustafa Sabri Bey… gibi dev insanları görürüz.
Bunlar öyle büyüklerdir ki, hemen hepsine allâme diyebilirsiniz. Bunlar, çok güçlü ve engin ufuklu insanlardır. Mehmet Âkif gibi bize göre allâme olan birisi, bu büyük zatların çalıştığı yerlerde sekreterlik yapmıştır. Bu devâsâ kâmetlerden biri de Zâhid el-Kevserî’dir. Bu zat, Mısır’a gidip oraya yerleşmiştir ki, son devrin ünlü muhakkiklerinden Abdulfettah Ebû Gudde, ona olan hayranlığını ifade etmek için soyadını değiştirmiş, kendisine Abdulfettah el-Kevserî demiş ve Zâhid el-Kevserî’yi müceddit ilân etmiştir. İşte bütün bunları görünce bir yönüyle şöyle demek geliyor içimizden: Osmanlı Devleti biterken bütün vâridâtını ortaya dökmüş, ta ki bu insanlar tekrar bir dirilişi gerçekleştirsinler veya gerçekleşecek olan dirilişe fikrî muhassalalarıyla zemin hazırlasınlar.
Bu arada yine aynı dönemde tasavvuf cephesinde Arvâsî, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi gibi büyük zatlar yetişmişlerdir ki bunlar sadece İstanbul’da bulunan âbidelerdir. Doğu’da Küfrevîlerden Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi, Tâğîlerden Sırrı Efendi gibi büyük zatlar vardır. (Bu büyüklerden bazıları bize gelir giderlerdi ki, babam da onların rahle-i tedrisine oturmuş bahtiyarlardandı. Babamın ruh yapısı onlardan vicâhî olarak aldığı vâridât ile şekillenmişti.)
İşte böyle Devlet-i Âliye, tarih sahnesinden silinirken bir sürü tohum bırakıp gitmişti. Hani bazı canlılar vardır, yavrularını hiç görmezler. Bu canlılar gidip okyanusun bir yerinde yumurtalarını bırakırlar ve bu yumurtalar hiç ana babalarını görmeden civcive dönüşür, sonra da kalkıp denize girerler. Aynen bunun gibi bu büyük Devlet-i Âliye de âdeta tarihe yumurtalarını bırakıp dünyaya öyle veda etmişti.
Şeriat-i fıtriye içinde şöyle bir kanun caridir: “Herkes nevi adına bir yönüyle kâinata hâkim olmak ister ve bunun için de giderken bir yumurta bırakıp gider. Fakat Allah (celle celâluhu) tek bir kişi hâkim olmasın diye bunları dengeler.”[1] Evet, dikenlere fırsat verilseydi yeryüzü diken tarlası olurdu. Kobralara fırsat verildiğinde onlar da akrepleri dahi iflah etmezlerdi. Allah, bunlarla ekolojik dengeyi korumaktadır. Aslında insanlar arasında da bu kanunu icra etmektedir.
Bu meyanda Cenâb-ı Hak rahmetini öyle tecellî ettirmektedir ki, bu ehadî tecellî; mizaçlara, meşreplere ve mezâklara göre, hiç kimseyi mahrum bırakmayacak şekilde ve çok geniş dairede herkesin hususiyetlerine uygun tezahür etmektedir. Meselâ, Osmanlı’nın son döneminde sadece Hz. Bediüzzaman olsaydı mezâkı ve meşrebi farklı olan diğerleri ne yapacaktı? Hz. Süleyman Efendi’nin yolundan yürüyecekler için o, Arvâsî’nin yolundan yürüyecekler için o, Ali Haydar Efendi’nin yolundan yürüyecekler için o.. ve Alvar İmamı’nın yolundan yürüyecekler için de aynı şeyler söz konusudur. Eğer bunlardan biri olmasaydı, mizaçları bunlardan herhangi birine açık olan insanlar için bir mahrumiyet söz konusu olacaktı. Netice itibarı ile herkes kendi yumurtasını bırakıp gitmeliydi. Allah, dünyanın dört bir tarafında, adını duyurmak için çalışan kimseler için de bu kanunu icra etmektedir. Evet, hep Cenâb-ı Hakk’ın tecellî eden rahmet dalga boyuna bakmak gerekir ki, O’nun hiç kimseyi mahrum etmediği görülsün.
Şimdi açtığımız bu büyük antrparantezi kapatıp, biraz da devlet-i ebed müddetin önemli bir dinamiği olan ve belli dönemde bir ilim yuvası sayılan medreselerden İslâm’ın ruhî hayatı diyebileceğimiz tasavvufun uzaklaştırılması meselesinin ve dinî ilimlerin yeni baştan yepyeni bir metotla ele alınması gerektiğinin üzerinde duralım.
Şu an için dinî ilimler, İslâm’ın ruhî hayatı diyebileceğimiz tasavvuftan mahrum olarak gelişiyor. Hicrî beşinci asra kadar olan ve bir bakıma Ebû Nuaym’lar (v. 430) ve Kadı Iyaz’larla (v. 544) son bulan süreçte dinî ilimlerle tasavvuf iç içeydi. Ne var ki daha sonra tasavvuf sadece sistem olarak ele alınmaya başlanmış, Osmanlı’ya kadar –hepsi için öyle konuşmak doğru olmasa da– büyük ölçüde hep önde gelen kimseler taklit edilmiş ve yine büyük ölçüde meselenin ruhu kendi kaynağında aranmamıştır. Bütün bunlardan daha kötüsü de, medrese, tasavvufu bünyesinden söküp atmıştır. Evet, medresenin İslâm’ın ruhî hayatından mahrum olarak gelişmesi çok önemli bir dinamikten yoksunluk demektir. Şu bir gerçektir ki, bu mahrumiyetle bir devletin iflah olması mümkün değildir.
Mehmet Âkif ne güzel ifade eder:
“Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış,
Bir ümmet gösterin, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış?”
Binaenaleyh mâneviyatı ölen bir insanlığın ruhen sağ kalması da düşünülemez.
Günümüzde ulûm-u diniyenin yeniden bir kez daha ele alınması gerektiği açıktır. Ulûm-u diniyeyi ihya edebilmeye ferdî içtihatlarla güç yetirilemese de bu vazife her zaman kolektif şuura havale edilebilir. Şunu da belirtmeliyim ki, ciddî bir ihmalin olduğunu söylemek de selef-i sâlihînin tenkidi mânâsına gelmemelidir; gelmemelidir ama şu da bilinmelidir ki, zaman değişmekte, asır başkalaşmakta ve bir ölçüde bahr-i bî-pâyân olan Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin çağa göre yorumlanıp değerlendirilmesi zaruret hâlini almaktadır. İlhamın Kur’ân’dan alınması ve bulunduğumuz çağa göre onun söylettirilmesi çok önemlidir. Şair-i şehîrimiz Mehmet Âkif bu meseleye şöyle değinir:
“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Evet, günümüzde bu meselelerin üstesinden ancak kolektif şuur ile gelinebilir. Aksine şahsî içtihat çok zor hatta imkânsızdır. Üstad’ın içtihat kapısının açık olduğunu söylediği doğrudur.[2] Fakat bu iş günümüzde çetinlerden çetin bir iştir. Ayrıca laubalilerin kendilerini müçtehit zannettiği bir dönemde o kapıyı aralamak bir hayli tehlikelidir.
Bununla beraber şunu da kaydetmemiz gerekir ki, devlet, ulûm-u diniyeyi desteklediği dönemlerde mutlaka seviyeli insan yetiştirmeliydi. Bu yapılmayacak bir şey değildi. Hicrî 2. ve 3. asırda bir hayli devâsâ kâmet yetişmiş ve yetiştirilmişti. Öyle ki bu insanlar, değil sadece günlük problemleri çözmek, belki bir tek probleme elli tane alternatif çözüm üretebiliyorlardı. Hele bunların içinde Ebû Hanife’nin de bulunduğu Kûfe Mektebi vardır ki bu konuda çok ileri idi. Bundan dolayı onların adı bir kısım muhaddislerce “Eraeytiyyûn” sözcüğüyle anılıyordu.[3] Yani bu insanlar; “Pekâlâ şöyle olsa ne diyeceksin, böyle olsa ne diyeceksin?” şeklinde sorular sorarak zihin jimnastiği yapıyor gibi, olması muhtemel her problemi çözme yoluna gidiyorlardı. Bu devâsâ kâmetler o kadar alternatif çözümler üretmişlerdir ki, bir yerde icracı olan bir müfti, her meseleyi çok rahat olarak kitaplardan bulup söyleyebiliyor ve en muğlak problemleri çözebiliyordu. Bütün bunlardan sonra meselenin sadece “İslâm Hukuku ile ilgili meselelerde hükme tesiri olmayan yabancı özellikleri ayıklama” mânâsına işin “tenkih”i kalıyordu ki, bu da günümüzde ansiklopediler ve mu’cemler gibi hüküm ve meselelerin sistemleştirilip bir araya getirilmesiyle sağlanabilirdi ve sağlanmaktadır.
İşte bu meyanda, bu dev insanların niçin o devirde yetişip de daha sonra yetişmediklerini sormak gerekmektedir. Bu soruyu sorduğumuzu düşünerek cevabını vermeye çalışalım: Çünkü medrese İslâm’ın ruhî hayatına kapılarını kapatmasının yanı sıra; bünyesinden fünûn-u müsbeteyi (pozitif bilimleri) de kovmuştu.
Konuyu biraz daha müşahhaslaştırması adına bir misal arz etmek istiyorum. Osmanlı döneminde Kadızâdeler namında bir aile vardır ve bu aile uzun zaman bu alana hâkim olmuştur. Bunlar fünûn-u müsbetenin hep karşısında olmuş ve tekvînî emirlere karşı nemelâzımcı bir tavır almışlardır. Batı bu mevzuda, bizim getirip kapılarına koyduğumuz ilimleri o kerteden daha ileriye götürüp değerlendirerek bunlarla ilerleye dursun, bu aile “Matematik, hendese ve geometri ne işe yarar?” gibi hiçbir akl-ı selimin kabul etmeyeceği sığ fikir kalıpları içinde oyalanıp durmuşlardır. Tabiî ki devlet de bu olaylardan kaynaklanan sebeplerle tereddütler yaşayıp durmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde basiretli ve ciddî atılımlar olduysa da artık iş işten geçmişti. Değişik ad ve unvanlar altında pek çok müessese için dışarıdan getirilen uzman adamlar, haddizatında Osmanlı’nın kurduğu müesseseleri bozuyordu. Zira ulûm-u medeniyenin medreseden uzaklaşması ile bu yeni atılımlar arasında büyük bir boşluk meydana gelmişti ve bu boşluk bir türlü kapatılamıyordu.
Bizim burada ifade etmeye çalıştığımız bu dinamikler önemli dinamiklerdir. Şayet bundan sonra büyük bir Türkiye düşünülüyorsa bu hayal, ancak kalb ve kafanın izdivacıyla gerçekleştirilebilir. Evet, “Büyük Türkiye” hayalini kuranlar ulûm-u diniye ve fünûn-u medeniyenin uzlaştırma meselesini mutlaka yeniden düşünmelidirler.
Geçmişe bakınca, Ebû Hanife’nin derslerine devam eden çoğu müçtehit binlerce talebesi olduğu söylenmektedir. Bunu söylemek kolaydır ama bu vak’a bizzat yaşanmış bir vak’adır. Ayrıca hadis ricali ile uğraşanlar bilirler ki, derslerine binlerce talebenin devam ettiği pek çok âlim vardır. Ve bu insanlardan İmam Âzam’ın büyüklüğüne bakın ki bu yüce kâmet, dinî meseleleri önce meşhur talebeleri İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi kimselerle müzakere eder, sonra karar verirdi. Bu müzakereler elbette günümüzdeki çirkin tartışmalar şeklinde değil, âdâbına uygun olarak yapılan münazaralar şeklindeydi. Evet, meseleler önce bu müzakerelerle olgunlaştırılıyor, sonra bir icma-ı zımniyle bağlanıyordu.
Süfyan-ı Sevrî Hazretleri bir keresinde itiraf eder ve der ki: “Şu adamın büyüklüğüne bakın ki, akşam Kur’ân böyle diyor, Sünnet böyle diyor, onların yoruma açık yanlarıyla alâkalı bazı değerlendirmelerde bulunuyor, sonra da sabah gelip, ben içtihadımda hata etmişim, gece kafamı zorladım, malzemeyi bir kere daha gözden geçirdim, meselenin öyle olmadığını gördüm.” diyor.
İşte her mesele bu şekilde bir hakşinaslıkla, bir titizlikle tespit, tersih ve tersin ediliyordu. Öyle ki her mesele âdeta kurşunla perçinleştirilen bir bina rasanetine ulaşıyordu.
Binaenaleyh, eğer yeniden bir “devlet-i ebed müddet” deniyorsa, evvelâ misallerini yukarıda arz etmeye çalıştığımız şekilde bir ilim hayatının gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Yoksa müçtehidîn-i izâmı yerden yere vuran, sahabe-i kiramı ve hadisleri sorgulayan, daha sonra da Kur’ân’ın tarihselliğini iddia eden, hatta bunu herkese kabul ettirmeye çalışan insanlarla bir yere varmak mümkün değildir. Bunların içinde bulunduğu durum bir dalâlet midir, bir sapkınlık mıdır onu bilemeyeceğim ama Kur’ân’ın tarihselliğini iddia etmek, onu sadece bir dönemde kabul görmüş olan muharref kitaplarla eş tutmak demektir ki, bu da adı konmamış yeni bir tahrif hareketidir.
Bu itibarla her şeyin ilme bağlı olduğunun şuurunda olarak gerçek ilim adamı yetiştirilmedikten sonra “devlet-i ebed müddet”ten bahsetmek hayal olsa gerek. İmam Malik ne güzel der: “İlim, bilgileri oradan oraya nakletmek değildir. O, Allah’ın insanın içine koyduğu bir nurdur.”[4] Evet, bugün ilim adına ortaya konan ve söylenen şeylere bakınca insanın ürpermemesi mümkün değil. “Efendimiz de bizim gibi bir insandı. –Hâşâ– O da günah işlerdi ve O da yanlış yapardı. O’nun da aklı her şeye ermezdi.” Bunlara sahabeyi tenkidi de ekleyen bu insanların ortada cirit atmasının gerçek sebebi, hakikî ilim adamlarından yoksun oluşumuzda aranmalıdır.
Evet, gerçek ilim adamları olmayınca meydan atıp tutanlara kalmaktadır. Aslında bu insanlar, bırakın İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ve sahabeyi, Ebû Hanife’yi bilselerdi, dilleri ve nutukları tutulurdu. Demek ki içinde bulunduğumuz zaman diliminde ciddî ilim adamlarından yoksun olmamız, bizi başkaları hesabına bir davul hâline getirmiştir. Öyle ki her boşluk bir davul olmuş ve her boşluğu dolduran ehliyetsiz insanlar çıkmıştır. Evet, “devlet-i ebed müddet”, fünûn-u müsbetedeki boşluğun doldurulmasının yanında dinî ilimlerde de ehliyetli ve İslâm’ın ruhî hayatına açık insanların mevcudiyetine bağlıdır.
Bunlardan başka devletin ebed müddet olması için sağlam bir kışla ruhu gereklidir. Başbuğuna bağlı, onun gözünün içine bakan, askerliği meslek hâline getirmiş, onun dışında başka bir şey düşünmeyen asker olmadan devletin ebed müddet olması mümkün değildir. Evet, şu üçlü sacayağının en önemli ayaklarından biri de disiplin ocağı olan kışla kültürüdür. Bizdeki en ciddî inhitat da işte bu müessesenin sarsılmasıyla başlamıştır. İnhitatın yeniden bir i’tilâya dönmesi ve bir rampaya binmiş gibi yukarılara doğru çıkabilmek, bu müesseselerin toplum hayatında yeniden ihya edilmesine bağlıdır.
Meselenin bir buuduna daha temas etmekte yarar var. Dinî ve müspet ilimleri ihya etmek için çalışan insanlar, şu an itibarı ile dünyanın dört bir yanına tohumlar saçmış ve saçılan bu tohumlar da neşv ü nema bulmuş olabilir. Ve gayrı bundan sonra her şey şeriat-i fıtriyeye göre boy atıp gelişebilir. Ancak bütün bu işlerin ötesinde bizde hep bir kırağı korkusu ve dolu vurması endişesi olmalıdır. Aslında mü’minin vazifesi, Allah rızası yörüngeli hareket etmek ve ihlâsla Cenâb-ı Hakk’ın rızası doğrultusunda i’lâ-yı kelimetullah için çalışmaktır.
Bu dengelerin bozulması, bizim bozulmamız demektir. Bunun dışındaki her şey bizim için tâlidir. Her türlü mülâhaza ve beklentinin dışında millete hizmet ve Allah’ın hoşnutluğu deyip koşmak, başka beklentileri tâli bir iş olarak kabul etmek ve Cenâb-ı Hakk’ın rızası haricindeki her şeyden kat-ı alâkada bulunmak gerekir. Öyle ki insan, değişik hizmet alanlarında yapacağı bazı şeyler varsa ve bu hususlar kendisi olmayınca yapılamayacak şeylerse –sırf bu sebepten dolayı– o alanlarda vazifeye talip olmalıdır. Aksine kendi hırslarını tatmin etmek ve ondan bir kısım gelir ve çıkar teminine çalışmak için istemek kat’iyen doğru değildir. Hangi konuda konuşursa konuşsun sözünü bağlarken, bir şekilde sözü Kartaca’ya getirip her defasında: “Nihâî fikrim odur ki Kartaca yıkılmalıdır.” diyen Romalı meşhur senatör Marcus Porcius Cato, Kartacalıları yendiği her defasında gelir, hükümdara başkumandanlık atını teslim eder ve “Ben köyüme dönüyorum!” der. Bir dönemde Sasaniler’in, başka bir dönemde de Bizans’ın başına bir balyoz gibi inen Hz. Halid b. Velid gibi koca bir kumandan can verdiğinde geriye sadece bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kalmıştı.[5] Hz. Ömer, onun bu durumunu anlatırken şöyle der: “O, herkesin senâ ettiği ve övdüğü bir insan olarak yaşadı, İslâm’ın bir yitiği olarak da öbür âleme göçtü. Geriye sadece bir atını, bir kılıcını ve bir de kalkanını bıraktı.”[6]
İşte bu mantık ve felsefeyle hareket edildiği takdirde devlet ebed-müddet var olacaktır. Yoksa devletin içinde veya onun yönettiği milletin herhangi bir ferdi, “Devletin parası deniz…” yaklaşımıyla hareket ederse, böyle bir idealin gerçekleşmesi asla mümkün olmayacaktır.
Hâsılı, devlet-i ebed müddet bir idealdir ve bu idealin gerçekleşmesi için de bir kısım dinamiklere ihtiyaç vardır. Biz bu dinamikleri, sözün bazen kendi mecrasında akışına mâni olmadan uzun istidratlarla arz etmeye çalıştık. Ama öyle anlaşılıyor ki, devlet-i ebed müddet, din, ilim ve yaşatma arzusuyla yaşamaktan vazgeçmiş asker ruhlu hamiyet erlerinden oluşan sacayağı üzerinde yükselir ve bu dinamiklerden veya sacayaklarından birinde arıza olursa istenen neticeye asla ulaşılamaz.
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.522 (Yirmi Yedinci Söz).
[3] Bkz.: Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 4/320; İbn Abdilberr, Câmiu beyâni’l-ilm 2/146.
[4] İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3180; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/319.
[5] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 7/397; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 16/276, 279, 280.
[6] Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 16/279.
- tarihinde hazırlandı.