Cemal görülmek ister
Soru: Her kemal ve cemal sahibinin kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi nedendir? Göstermek istemek, noksanlıktan ve âcizlikten ileri gelmez mi, deniyor. Ne cevap verilir?
Bu, insanın aklına gelebilecek bir sorudur ve aynı zamanda bir sorunun da cevabıdır. Cenâb-ı Hak kâinatı ve bizi niçin yarattı? Niçin şu meşhergâh-ı âlemi bir panayır gibi enzâr-ı âleme arz etti? Niye Cenâb-ı Hak, ağaçların başında değişik türden sofralar hazırladı. Neden her yanı sofralar hâline getirdi? Niye zemini bir çemenzâr olarak insanların seyr ü seyahatlerine müheyyâ kıldı? Yer niçin bizim için zelûl (sırtına binip gezeceğimiz bir hayvan gibi itaatkâr) oldu? Bütün bunlara cevap verdiğimiz zaman, sorunun cevabını da bulmuş oluruz.
Her cemal ve kemal sahibi, cemal ve kemalini göstermek istemesine binaen, Cenâb-ı Hak da mutlak kemalini ve kemal derecesine varan mutlak cemalini görmek ve göstermek istemiş ve kâinatı yaratmıştır. Kısaca, kâinatın yaratılması tezahür-ü rubûbiyet içindir. “Cin ve insi yarattım, Beni bilsinler ve Bana kulluk yapsınlar diye.” (Zâriyât sûresi, 51/56) buyuran Cenâb-ı Hak, kâinatı Kendisini bildirmek, şuunatını göstermek ve bir de Zâtını başka aynalarda müşâhede etmek için yaratmıştır.
Soruda, insan aklına gelen, Cenâb-ı Hakk’ın Kendisini göstermek istemesidir. Bu isteme meselesine karşı insanın içinden gelen reddiye de, insanın kendisinin görme ve görünme istediği zaman riyakârlık yapması keyfiyetidir.
Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ı mahlukata kıyas etmek doğru değildir. Bizde suiedep olabilecek bir kısım durum ve keyfiyetler ve akla gelen noksanlıklar –O, mülkün sahibi olduğundan– O’nda olmaz. Yani biz kalkıp “Şunu biz yaptık, şu işe sahibiz!” desek, bu suiedep olur. Çünkü biz kendi adımıza, o işin aşr-ı mi’şarına (yüzde bir) dahi müdahale edemeyiz. Ama Cenâb-ı Hak, –bir kudsî hadiste de dediği gibi– “Ben melikim. Ben melikler melikiyim. Bütün meliklerin kalbi elimdedir. Bana itaat ettiğiniz zaman, onların kalblerini lehinize çeviririm, isyan ettiğiniz zaman aleyhinize çeviririm. Öyleyse kimseyi değil, nefsinizi levmedin!”[1] dese bu, O’nun azametine uygun bir söyleyiş olur.
Evet, Allah, yarattıklarından farklı ve yücedir. O’nun bazı sıfatları insanlarda cüz’î olarak görülse de Allah mütealdir. Nitekim Efendimizin naklettiği bir kudsî hadiste Cenab-ı Hak, kendi yüce azametinden bahsederken şöyle buyurur: “Ben Allah, Melik ve Cebbarım! Her şeyin üzerinde mutlak sultan ve hâkimiyetim vardır. Kimse Benim taht-ı tasarrufum dışına çıkamaz. Nerede yeryüzünün melikleri ve orada büyüklük taslayanlar?”[2]
İşte bunlar, Kendisini anlatmada Cenâb-ı Hakk’ın ifadeleridir. Sahabi, Allah Resûlü’nün bu ifadeleri anlatışını resmederken der ki, “Birdenbire minber lerzeye geldi, Efendimiz düşecek diye korktuk.”[3] O, bu meseleyi o kadar şuurlu ve içten söylüyordu ki, âdeta orada her şeyi lerzeye getirecek ve neredeyse cami kubbesiyle beraber çökecek gibi oluyordu.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de de çokça anlatır Kendini. لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ “Bugün mülk kimin?” diye sorar. Cevabı da çok nettir: لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ “Vâhid ve Kahhâr olan Allah’ın.” (Mü’min sûresi, 40/16) O, her şeyi siliyor, süpürüyor, âdeta bütün mahlukat üzerine bir sünger çekiyor, sonra da “Kimin bu mülk?” diyor ve cevap veriyor: “Vâhid ve Kahhâr olan Allah’ın…”
Şimdi bu arz ettiğim hususların herhangi birini bir insan söylese, gurur ve kibir alâmeti olur. Ama Cenâb-ı Hak “Kibriyâ Benim sıfat-ı lâzimem, Benden ayrılmaz bir şeydir.” mânâsına اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائ۪ي “Kibriyâ Benim ridamdır.”[4] buyuruyor. Rida, insanın sırtına giydiği cübbemsi bir şeydir. Allah, bu türlü şeylerden münezzehtir. Ama bir insan kalkıp bunları söylese, kibir ve gurur izhar etmiş olur. Çünkü haddizatında insan, o mülke sahip değildir.
Bir insanın, sahip olmadığı bir meseleyle ortaya çıkıp kendisini göstermesi bir kibir ve gurur alâmetidir. Bir insanın sahip bulunmadığı bir meseleyi duyurması, yani vaziyetini başkalarına işittirmesi “süm’a”, kendisine ait olmayan bir meseleyi içinde gizleyip “Ben bu güzelliğe mazharım.” demesi de “ucb” alâmetidir. Haddizatında bir insan, bazı faziletlere hakikî olarak sahip bulunsa, meselâ o, hakikaten büyük olsa, gösterisini yaptığı şeylerin hakikîsini gösterme durumunda bulunsa, o insanın “Ben melikim, mâlikim.” demesi kibir ve gurur olmaz. Demek insanda işin hatarlı olmasının sebebi, onun iddia ettiği şeylere sahip olmamasında...
İnsan, namaz kılarken gösteriş izhar edebilir. Allah Resûlü, zayıf diyeceğimiz bir hadiste “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurur. Sahabinin, “Küçük şirk nedir?” sorusuna Allah Resûlü, “Riya” cevabını veriyor.[5] Büyük şirk, puta tapma, Allah’a eş ortak koşmadır. Öyleyse küçük şirk nedir? O, gösteriş ve kendine takılı yaşamaktır. İnsan namaz kılar ama, namazı nasıl kıldığı ve hangi duyguları taşıdığı önemlidir. Öncelikle namaz, Allah rızası için ve Cenâb-ı Hakk’ın şu ana kadar verdiği nimet-i sâbıkaya şükür olsun diye kılınmalıdır. Allah’ın insana bu yaşına kadar, hayatın her merdiveninde bahşettiği sonsuz nimetler vardır. Evet Allah, bize mânevî yapımız itibarıyla temiz bir muhit vermiş, ibadete kabiliyet bahşetmiş, gönlümüzü açmış, rüşte ve hidayete erdirmiş.. dahası, kulluğumuzu rahatlıkla yapabilmemiz için –kelâmî ifadeyle– istitaat (işin üstesinden gelme kabiliyeti) vermiştir. Yani biz namaz kılmak istediğimizde kılabiliyoruz. Zaman olur insan niyet eder, mefluç olur sırt üstü yatar da o namazı kılamaz. Niyet eder de zindandadır, kıldırmaz kâfirler. Dolayısıyla hayat merdiveninin her basamağında içimiz sonsuz şükranla dolu olarak Mevlâmız’a kulluk yapmalıyız. Aslında mü’min namaza dururken Allah’ın huzurunda evvelâ O’na karşı medyûniyetini ifade ediyor, çünkü O’na borçlu, hem de tepeden tırnağa. O, Kendisine ait olan şeyleri bizden bir alıverse, ortada sadece sıfır kalır. Demek ki, biz O’nun karşısında da ancak O’nun bizi donattığı şeylerle durabiliyoruz.
Anlaşıldığı gibi namaz bütünüyle Allah’ın bir lütfu. Allah’ın lütfettiği şeylerle O’nun huzurunda dururken ve O’na karşı şükran vazifesini eda ederken halka görünme, Hakk’ı unutup halka gönül verme ve gösteriş yapma bir densizliktir. İşte gerçek riya da budur. Riya bu olduğundan ötürüdür ki, bazen insanın iradî riyadan tevakki etmesi bile riyadır. Riyadan bu kadar endişe eden insan acaba neden endişe ediyor? Eğer bir insan bilse ki, mal-mülk başkasının; bilse ki, kendisi başkasının âriye olarak verdiği ayakları üzerinde duruyor; bilse ki, Hakk’a karşı başkasına ait bir güçle ubûdiyetini izhar ediyor; bilse ki, gönlü başkasının çarptırmasıyla çarpıyor, riyadan tevakki etmesine lüzum kalmaz. Onun için ehl-i hakikate göre, “Riya yaparım” mülâhazasıyla bir kısım meseleleri terk etmek de riya sayılmıştır. Halka karşı gösteriş yapmak ise şirktir. Avam ve havas bunda ayrılır; mesele bir idrak meselesidir.
Tekrar hatırlatmalıyım ki, riya, insanın sahip olmadığı bir şeyi göstermesidir. Bu meseleyi, muhaddis Ebû’l-Leys es-Semerkandî, Tenbîhü’l-gâfilîn (Gafillerin uyarılması) isimli kitabının İhlâs bahsinde çok güzel bir misalle anlatır: Amelinde riya yapan insanın misali şuna benzer: Tembel tembel yatan, uyuşuk uyuşuk oturan iş yapmaz bir marangoz ve dülger düşünün; emsali iş yapmadığını bilmesin ve “Evine para götürüyor” desinler diye her akşam dükkânından çıkıp evine giderken mendiline yonga doldurur. Şimdi böyle birinin evine götürdüğü bu yonga ile bir şey alması mümkün müdür?[6]
İnsan riya ile amel ederken esasen sahip bulunmadığı bir şeyi satıyor demektir. Boyu kendisi için açılan pencereye yetişmediğinden o pencereyi dolduruyor veya parmaklarının ucuna dikiliyor sayılır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle hayat-ı içtimaiyede herkesin görüp görünmesi için böyle bir pencere vardır. Bir insanın boyu uzun ise, yani hakikaten kâmet-i kıymeti var ise, o takavvüs edip iki büklüm olacaktır. Onun için kâmilde kemalin alâmeti tevazudur. Şayet kendisine açılan pencere kâmet-i kıymetinden yüksek ise, o da pencereyi doldurmak için uzun görünmeye çalışacaktır. Küçüklerde küçüklüğün alâmeti, büyük görünmektir.[7] Kim riya yaparsa Allah, ona kime ibadet yaptığını öbür âlemde gösterecektir. Kim süm’a yaptıysa, Allah onu da Mele-i Âlâ’da ilan edecek ve duyuracaktır.
Mesele bu açıdan ele alınınca, Cenâb-ı Hakk’ın Kendisinin sahip bulunduğu şeyleri anlatması hakkın ifadesidir. İnsan ise, Allah’a ait şeyleri ve Allah’ın lütuflarını kendine aitmiş gibi gösterdiğinden onunki riya ve süm’a olur. O bakımdan Allah’ın Kendisini göstermek istemesi gayet normaldir. Çünkü O, mülk sahibidir, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, istediği gibi konuşur, istediği gibi beyanda bulunur ve “Benim” diyebilir. İnsana gelince o, neye “Benim” diyebilir ki! Neye “Benim” dese, arkasından başkasına ait olduğu ortaya çıkar. Başkasına ait bir şeyle tezahür ise, Yunus Emre’nin dediği gibi, âriye gömlekle, yani başkasının elbisesiyle zifaf odasına girmek gibi olur ve onun kime ait olduğu da ertesi gün ortaya çıkar. Evet, bu meselede insanla Hâlık’ın durumu birbirinden tamamen ayrıdır.
[2] Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (39) 3; Müslim, sıfâtü’l-münâfıkîn 23, 24, 25
[3] Bkz.: Müslim, sıfâtül-münâfıkîn 25; İbn Mâce, mukaddime 13; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/389.
[4] Ebû Dâvûd, libâs 26; İbn Mâce, zühd 16; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/376.
[5] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/253.
[6] Bkz.: es-Semerkandî, Tenbîhü’l-gâfilîn s.5.
[7] Bediüzzaman, Mektubat s.536 (Hakikat Çekirdekleri).
- tarihinde hazırlandı.